YORUM | Dr. YÜKSEL ÇAYIROĞLU
İslâm’ın ilk döneminden itibaren Peygamber Efendimiz’in sünneti, dinin ikinci temel kaynağı kabul edilmiştir. Ehl-i bid’at fırkalar da dahil bütün İslâm mezhepleri ve müçtehit imamlar arasında Kur’ân’ın yanında hadisin/sünnetin İslâm’ın ikinci teşri kaynağı olduğu konusunda bir anlaşmazlık yoktur. Çünkü peygambersiz bir din düşünülemez. Bu yüzden Kur’ân yoğun bir şekilde Hz. Peygamber’e (s.a.s) itaat etme ve O’nun yoluna tâbi olmaya vurguda bulunur. Kur’ân’ın bu emri gereğince sahabe yaşadığı dönemde sıkı sıkıya O’na bağlandığı gibi, sonraki dönemlerde de İslâm uleması O’nun söz, fiil ve onaylarını genel anlamda dinî hükümlerin tespitinde ikinci kaynak olarak görmüşlerdir.
İslâm ulemasının sünneti teşri kaynağı kabul etmesi, onların hadislerin güvenilirliğini, hücciyetini (delil değeri) sorgulamasına engel olmamıştır. Bilakis Sünnete verdikleri değer ve onu dinin ikinci kaynağı kabul etmeleri, İslâm’ın ilk asırlarından itibaren onları, hadisleri ve hadis nakledenleri inceden inceye araştırmaya, sorgulamaya sevk etmiştir. Bu konuda pek çok ilmî tartışmalar yapılmıştır. Fakat son bir iki asırdır konu etrafındaki tartışmalar farklı bir zemine kaymış, hadislerin/sünnetin dinde delil olup olamayacağı konuşulmaya başlanmıştır. Bunun önemli bir sebebi müsteşriklerin isnat sistemi ve hadislerin kayda geçirilmesiyle ilgili ortaya attıkları iddia ve eleştirilerdir. (Bkz. İbrahim Hatiboğlu, Modernistlerin Sünnet Anlayışı)
Diğer bir sebebi ise modern dünyanın din algısıdır. Dini, modern kültür kodlarına göre yorumlamak isteyen bir kısım kimseler, İslâm’ın bağlayıcı hükümlerini sadece iman, ibadet ve ahlâktan ibaret görüyor, yani onu vicdana ve mabede sıkıştırmak istiyorlar. Fakat Kur’ân’daki pek çok âyet buna müsaade etmediği gibi, Allah Resûlü’nden (s.a.s) rivayet edilen binlerce hadis de onların dini keyiflerine göre yorumlamalarına izin vermiyor. İşte bu noktada onlar, tarihsel olduğu gerekçesiyle Kur’an’ın pek çok muhkem hükmünü geçersiz addediyor, güvenilir olmadıklarını iddia ederek hadisleri de kaldırıp bir kenara atıyorlar.
Doğru anlaşılabilmesi için ciddi bir gayret gerektiren müteşabih rivayetlerle, materyalizm, rasyonalizm ve pozitivizmin tesirindeki modern insanın kavramakta ve kabullenmekte zorluk çektiği bir kısım hadislerin varlığı da meselenin hakikatini bilmeyen kimseleri hadislerin toptan reddine sevk ediyor. Mevzu hadis konusu da bazılarının bütün hadislere şüpheyle yaklaşmasına ve hatta hadisleri toptan inkârına sebep olabiliyor. Peki, meselenin aslı nedir?
DİNİN İKİNCİ ANA KAYNAĞI: SÜNNET
En başta da dediğimiz gibi bütün İslâmî hükümlerin kendisinden çıkarıldığı iki ana kaynak vardır; bunlardan birincisi Kur’ân’dır, diğeri ise Sünnet’tir (hadis). Detaya ait tartışmaları bir yana, bu konuda bütün İslâm uleması icma ve ittifak etmiştir. Sahabeden bu yana selef ulemasından hiç kimse toptan hadislerin reddine gitmemiştir. Tek tek hadisler değerlendirilirken onların sıhhat dereceleriyle ilgili farklı içtihat ve görüşler ileri sürülse de, hiçbir âlim Allah Resûlü’nün sözlü, fiilî ve takriri beyanlarına karşı kayıtsız ve alakasız kalmamıştır. Bütün müçtehit ve fakihler çözülmesi gereken fıkhî bir meseleyle karşılaştıklarında önce Kur’ân’a arkasından Sünnet’e, ancak ondan sonra diğer hüküm istinbat metotlarına müracaat etmiş ve buna göre hüküm vermişlerdir. Bu sebeple fıkıh külliyatında yer alan hükümlerin önemli bir kısmı hadislere dayanır.
Pekâlâ, Allah Resûlü’nün (s.a.s) söz ve fiillerinin teşri kaynağı oluşunun delilleri nedir? Yani hadislerin dinî hükümlerin tespitinde bir kaynak/delil olarak kullanılması gerektiğini nereden biliyoruz?
Müslümanlara, Allah Resûlü’ne tâbî olmalarını emreden bizzat Kur’ân’dır. Bu konuda nazil olan onlarca âyet-i kerime vardır. Söz konusu âyetler farklı üslup ve ifade şekilleriyle tekrar tekrar Allah Resûlü’ne ittiba etmeyi emreder ve dinî konularda O’nun şarî (hüküm vaz eden) olduğunu vurgular.
Konuyla ilgili başlıca âyetler şunlardır:
“Eğer bir şeyde ihtilafa düşerseniz onu Allah’a ve Resulüne götürün.” (Nisâ sûresi, 4/59)
“Peygamber size her neyi getirdiyse onu alın, ona tutunun. Ve size her neyi yasakladıysa ondan vazgeçin.” (Haşr sûresi, 59/7)
“Allah ve Resulü herhangi bir meselede hüküm bildirdikten sonra, erkek veya kadın hiçbir mü’minin, o konuda başka bir tercihte bulunma hakları yoktur. Kim Allah’a ve Resulüne isyan ederse besbelli bir sapıklığa düşmüş olur.” (Ahzâb sûresi, 33/36)
“Hayır, hayır! Rabbin hakkı için, onlar aralarında ihtilâf ettikleri meselelerde seni hakem kılıp, sonra da verdiğin hükümden ötürü içlerinde hiçbir sıkıntı duymaksızın sana tam bir teslimiyetle bağlanmadıkça iman etmiş olmazlar.” (Nisâ sûresi, 4/65)
“Peygamberin emrine aykırı hareket edenler başlarına dünyada bir bela gelmesinden yahut ahirette gayet acı bir azap gelmesinden korkup çekinsinler!” (Nûr sûresi, 24/63)
Bunların yanı sıra Cenab-ı Hak, Allah Resûlü’nün hevasından konuşmayacağını, O’nun sözlerinin vahiy kaynaklı olduğunu (Necm sûresi, 53/3-4), O’nun Kur’an’ı açıklamakla vazifeli kılındığını (Nahl sûresi, 16/44), peygambere itaat etmenin Allah’a itaat etmek demek olduğu (Nisâ sûresi, 4/80), Allah Resûlü’nün mü’minler için en güzel örnek olduğunu (rol model) (Ahzâb sûresi, 33/21), Allah Resûlü’ne Kitab’ın yanı sıra hikmeti de indirdiğini (Nisâ sûresi, 4/113), O’nun insanları doğru yola, Allah’ın yoluna götürdüğünü (Şûrâ sûresi, 42/52-53) ifade buyurmuştur.
Aynı şekilde birçok ayette Allah’a itaatten hemen sonra Resûlü’ne itaat de emredilir. (bkz. Enfâl sûresi, 8/20; Nûr sûresi, 24/50, 54; Muhammed sûresi, 47/33) Bazı âyetlerde ise yine Allah ve Resûlü artarda zikredilerek onlara isyan eden veya karşı gelenleri bekleyen kötü akıbet haber verilir. (Nisâ sûresi, 4/14; Mücadele sûresi, 58/5)
Bu âyetler sadece sahabeye hitap etmez; bilakis kıyamete kadar gelecek tüm mü’minleri muhatap alır. Allah Resûlü hayatta olduğu süre içerisinde sahabe-i kiram ihtilaf ettikleri meseleleri doğrudan O’na arz etmekle, çözümü O’ndan beklemekle, dinî meselelerde O’nu hakem kabul etmekle, O’nun söz ve fiillerini örnek almakla emrolunduğu gibi, Allah Resûlü’nün vefatından sonra mü’minlere düşen mükellefiyet de bu konuda O’nun geride bıraktığı Sünnet’e tâbi olmak, ona müracaat etmektir.
SÜNNETİN-HADİSLERİN FONKSİYONU
Yukarıda zikredilen âyet-i kerimeler tek tek tahlil edildiğinde karşımıza çıkan sonuç şudur: Allah Resûlü, sadece Allah’ın vahyini insanlara iletmekle vazifeli -haşa- bir postacı değildir. Bilakis O, -ayet-i kerimenin de açıkça ifade ettiği üzere- Kur’ân vahyini tebliğ etmekle vazifeli olduğu gibi aynı zamanda onu açıklamakla da vazifelidir. Başka bir âyet-i kerimede O’nun meşru şeyleri emrettiği, kötülükleri yasakladığı, güzel ve hoş şeyleri (tayyibât) mubah, kötü ve zararlı şeyleri (habâis) ise haram kıldığı beyan edilir. (Tevbe sûresi, 7/157) Diğer bir âyet-i kerimede Allah Resûlü’ne Kitab’ın yanı sıra hikmetin de verildiği beyan edilir. Pek çok müfessir, hikmetten muradın O’nun sünneti olduğunu ifade etmiştir.
Dinin ilk kaynağı Kur’ân-ı Kerim’dir. Sünnet’e biçilen rol ise, Kur’ân’ı açıklama, mücmel âyetleri tafsil etme, âmm olanları tahsis etme, mutlak olanları takyit etme mübhemleri tebyin/tefsir etme ve hükmü Kur’ân’da yer almayan meselelerle ilgili de hüküm vaz etmedir. Sünnet olmaksızın Kur’ân’ın hakkıyla anlaşılması ve yaşanması mümkün değildir. En basitinden namaz, oruç, zekât ve hac gibi İslâm esasları Kur’ân’da emredilse de bunların nasıl eda edileceğine dair detaylar Efendimiz’in (s.a.s) sözlü beyanları ve fiili uygulamalarıyla açıklığa kavuşmuştur. Aynı şekilde muamelat (insanî ilişkilere dair hükümler), ukubat (cezalar) ve münakahâta (evlilik ve boşanma) dair dinî hükümlerin detaylarını da biz hadislerden öğreniyoruz. (Bkz. Mustafa Sıbai, Sünnet ve İslam Hukukundaki Yeri)
Bu, haşa Kur’ân açısından bir eksiklik, bir nakise değildir. Cenab-ı Hak Kur’ân’da temel hükümleri ve dinin temel çerçevesini ortaya koymuş, bunların detaylandırılması rolünü ise Hazreti Peygamber’e, yani Sünnet’e vermiştir. Bunu anayasa-yasa ilişkisi gibi anlayabiliriz. Anayasa, bir devletin hukuki yapısının temellerini ortaya koyar, detaylara girmez. Detaylar, anayasayı kendisine esas alan yasalarla belirlenir.
Buraya kadar yapılan izahlardan da anlaşıldığı üzere Kur’an ve Sünnet birbirini destekleyen ve tamamlayan öyle önemli iki kaynaktır ki bunları birbirinden ayırdığımız zaman ortada mütekamil bir din de kalmaz. Kur’ân’ı kabul eden bir Müslümanın Sünnet’i inkâr etmesi söz konusu olamaz. Zira Sünnet’e ittibayı emreden bizzat Kur’ân’dır. Sünnet’i reddeden bir kişi dolaylı yoldan Kur’ân’ın onlarca âyetini reddetmiş demektir.
Dinî hükümlerin tespitinde Sünnet’in dinde ikinci kaynak olduğunu kabul eden biri haklı olarak şu soruyu sorabilir: O hâlde biz Sünnet’i nasıl öğreneceğiz? Farklı bir ifadeyle Allah Resûlü’nün sözleri ve uygulamaları güvenilir yollarla bize kadar gelmiş midir?
Cenab-ı Hak, “Kur’ân’ı biz indirdik, onu koruyacak olan da Biziz.” (Hicr sûresi, 15/9) buyuruyor. Kur’ânî hükümlerin önemli bir kısmının doğru bir şekilde anlaşılması ve hayata taşınması Sünnet’le mümkün olduğuna göre Sünnet’in korunmasının da bu âyetin teminatı altına gireceği söylenebilir. Cenab-ı Hak bunu da başta sahabe efendilerimiz, sonrasında da hayrete şayan bir titizlikle onu tespit edip sonraki nesillere aktaran hadis ulemasıyla gerçekleştirmiştir.
Hadislerin günümüze kadar nasıl güvenilir yollarla geldiğini alt başlıklar altında kısaca özetlemeye çalışalım:
SAHABENİN KONUM VE ROLÜ
Kur’ân, onlarca âyetinde Allah Resulü’nün (s.a.s) mualla mevkiini ortaya koymuş ve O’na tâbi olmayı emretmişti. Allah Resulü de, “Allah, benim sözümü işitip, belledikten sonra, onu tebliğ edenin yüzünü ak etsin ve güldürsün! (İbn Mâce, mukaddime 18; Tirmizi, İlim 7) şeklindeki beyanlarıyla sahabe-i kiramı sünnetin tespiti konusunda teşvik etmiştir. Bu sebepledir ki onlar Allah Resûlü’nü yakından takip etmiş, O’nun sünnetine sımsıkı sarılmış, işaret ve mimiklerine varıncaya kadar O’nun hiçbir söz ve fiilini kaçırmama ve şahit oldukları şeyleri başkalarına da duyurma adına büyük bir gayret göstermişlerdir. (Bkz. Aynur Uraler, Sahabe Uygulaması Olarak Sünnet’e Bağlılık)
Mesela Hz. Ömer bir komşusuyla şu konuda anlaşmıştı: Her gün biri Mescid-i Nebevi’ye gidecek ve o gün Allah Resûlü’nden gördüğü veya duyduğu şeyleri akşam diğerine anlatacaktı. Böylece onlar hem günlük işlerinden geri kalmayacak hem de Efendimiz’i yakından takip edeceklerdi. (Buhârî, mezâlim 26; Müslim, talak 31) Enes b. Mâlik’in, “Biz, Resûlullah’ın (s.a.s) yanında otururken, O’ndan bir söz işitir, yanından ayrılınca da, onu aramızda müzakere ederdik.” şeklindeki sözleri de sahabenin sünneti öğrenme konusundaki istek ve gayretini gösterir.
Özellikle Ashab-ı Suffe kendilerini Kur’ân ve Sünnet’i öğrenmeye vakfetmişlerdi. Onlar sabahtan akşama Allah Resûlü’nün tavır ve davranışlarına şahit oluyor, dini nasıl yaşadığını yakından izliyor, sözlerini dinliyor ve duyup işittiklerini de başkalarına naklediyorlardı. Allah Resûlü’nün ev halkı olan Ezvac-ı Tahirat’ın bu konudaki gayretleri de olağanüstüydü. Özellikle Hz. Aişe, Ümm-ü Seleme ve Hz. Hafsa gibi validelerimiz Allah Resûlü’nün hâl, tavır ve sözlerini belleme ve başkalarına nakletme konusunda ayrı bir titizlik gösteriyorlardı. Sahabe-i kiram özellikle Allah Resûlü’nün vefatından sonra farklı şehirlere, farklı coğrafyalara dağılmış, gittikleri yerlerde ders halkaları oluşturmuş ve ulaştıkları herkese Efendimiz’in (s.a.s) sünnetini talim etmişlerdir.
Allah Resûlü de Cenab-ı Hak’tan aldığı vahy-i metluvu (söz ve manası Allah’a ait olan ve namazda tivalet edilen Kur’ân âyetleri) sahabe-i kirama öğrettiği gibi, vahy-i gayr-i metluv (manası Allah’a sözleri ise Efendimiz’e ait olan, Kur’an gibi namazda okunmayan vahiy) olan Sünneti de onlara talim ediyordu. İrad buyurduğu hutbeleriyle, Mescid-i Nebevi’de yaptığı sohbetleriyle, karşılaştığı problemlere dair sunduğu çözümlerle, kendisine arz edilen davalara dair verdiği hükümlerle, sorulan sorulara verdiği fetvalarla, ibadetlerin nasıl yapılacağına dair izahlarıyla sahabeye her fırsatta dinlerini öğretiyor, Kur’ân emirlerinin nasıl hayata taşınacağı noktasında onlara rehberlik yapıyordu. Sözlerinin doğru anlaşılması ve ezberlenmesi için yavaş yavaş konuşuyor ve hatta söylediği bazı şeyleri üç defa tekrar ediyordu.
Kur’ân’da bizzat Cenab-ı Hakk’ın övgü ve senasına mazhar olmuş sahabe efendilerimiz de Nebiyy-i Ekrem’in sözlerini fevkalâde dikkatle dinliyor ve O’nun ağzından çıkan hiçbir sözü kaçırmamaya çalışıyorlardı. Onlar dinin muhafazasına programlanmış gibiydiler. Bu işi asıl misyonları görüyorlardı. Kur’ân ve Sünnet’in bir harfinin bile zayi olmasına veya tahrif edilmesine tahammülleri yoktu. Allah Resûlü’nün sözlerini bir başkasına naklederken hata yapma korkusuyla ciddi sıkılıyor, bunalıyorlardı. Hatta hadis rivayet ederken İbn Mes’ûd gibi bazı sahabilerin korku ve endişeden ötürü gözleri yaşarıyor, vücutları titriyordu. Aynı şekilde tabiinin büyük imamlarından Nâfi, İbn Ömer’in bu konudaki titizliğini şu sözleriyle anlatmıştı: “Rasulüllah’ın hadislerini araştırmadaki hassasiyetini görseydiniz onu mecnun sanırdınız.” On yıl boyunca Allah Resûlü’ne hizmet etmiş olan Enes b. Malik’in şu sözleri de aynı noktaya dikkat çeker: “Eğer hata ederim endişesi ve korkusu olmasaydı, Resûl-i Ekrem’den (sallallâhu aleyhi ve sellem) daha çok şeyler anlatırdım.” (Dârimî, mukaddime 25)
Kısaca, Allah Resûlü’nün sözlerini mukaddes bir emanet gibi kabul eden ve onların dindeki yerinin ve öneminin yeterince farkında olan sahabe-i kiram belledikleri hadisleri harfi harfine rivayet etme konusunda büyük bir titizlik ve özveri gösteriyordu. Hatta bazıları anlamda bir değişiklik olmasa bile, hadisteki kelimelerin yerinin değiştirilmesine veya bazı kelimeler yerine eş anlamlılarının kullanılmasına dahi karşı çıkıyordu. Sahabeden bazıları, Allah Resûlü’ne demediği bir sözü isnat ederim korkusuyla, mecbur kalmadıkça rivayette bulunmuyor, tam hatırlamadığı bir rivayet kendisine sorulduğunda bilen birine havale ediyordu. Abdurrahman İbn Ebî Leylâ şu sözleriyle bunu anlatır: “Yüz yirmi sahabi tanıdım ki, kendilerine bildikleri bir şey sorulduğunda hep birbirlerinin yüzlerine bakar; konuşurken, Resûlullah’ın sözlerine bir kelime karıştırıveririm korkusuyla başkasının cevap vermesini beklerlerdi.” (İbn Sa’d, et-Tabakatü’l-kübrâ, 6/110) Zira bu konuda Allah Resûlü’nün uyarısı çok ağırdı. O şöyle buyurmuştu: “Kim bilerek bana yalan isnat ederse cehennemdeki yerine hazırlansın.” (Buhari, Ehâdisu’l-enbiya, 50)
Sahabe-i kiram hadis rivayetinde olduğu gibi başkalarından hadis almada da aynı titizliği ortaya koymuştur. Mesela Berâ b. Âzib, bütün hadisleri bizzat Resûlüllah’tan dinleyemediklerini, bazılarını arkadaşlarının kendilerine naklettiğini ifade etmiş ve hadis aldıkları kişilere çok dikkat ettiklerini vurgulamıştır. Aynı şekilde Hz. Ömer, şüphelendiği durumlarda şahit getirmedikçe Allah Resûlü’nden rivayette bulunan kimselerin sözünü kabul etmemiş, Hz. Ali ise gerekli gördüğü durumlarda rivayet sahiplerine sözünün doğruluğunu yeminle teyit ettirmiştir. Zira onlara göre hadis din demekti ve dinlerini kimden aldıklarına dikkat ediyorlardı. Onların bu uygulamaları daha sonra kurulacak olan isnat sisteminin de çekirdeğini oluşturmuştur. (Bkz. M. Accac el-Hatip, Sünnetin Tespiti)
İsnat Sistemi
Allah Resûlü’nden nakledilen hadislerin içine yalan ve uydurma rivayetler karışmaması veya karışanların ayıklanması için hadis rivayetinde hiçbir ilimde gösterilmeyen bir titizlik gösterilmiştir. Bu konuda alınan önemli tedbirlerden biri isnat sistemidir. İsnad, bir hadisi Allah Resûlü’ne dayandırmak demektir. Bunun için sahabeden başlayarak hadis metnini nakleden bütün ravilerin isimleri sırasıyla hadis senedinde zikredilir. Bir hadisin sahih sayılmasının öncelikli şartlarından biri, hadis senedinde herhangi bir kopukluğun olmaması ve hadisi rivayet eden bütün ravilerin güvenilir kimselerden oluşmasıdır.
Bizim burada oldukça özet ifade etmeye çalıştığımız isnat sistemi üzerinde hadisçiler detaylı olarak dururlar. Ravilerin her birinin hayatını mercek altına alır ve onlarla ilgili detaylı araştırmalar yaparlar. Hadiste buna “cerh ve tadil ilmi” denir. Öyle ki bugüne kadar hadis ravilerinin hayatlarını anlatan yüzlerce cilt tutacak biyografiler (tabakat kitapları) yazılmıştır. Bir hadisin sahih olup olmadığını anlama adına ravilerin hayatları didik didik edildiği gibi, onların birbirinden hadis alma şekilleri, bunun için hangi lafızları kullandıkları üzerinde de hassasiyetle durulur.
Sahabeden hemen sonra İslâm’ın ilk asrında Şa’bî, İbn Sirin ve Zührî gibi önde gelen âlimlerin de katkısıyla hadislerin kabulünde isnat sistemi kullanılmaya başlanmış, senedi bilinmeyen rivayetler kabul edilmemiştir. Birinci asırdan sonra ise isnat sistematik hâle gelmiş ve tavizsiz bir şekilde uygulanmaya başlamıştır. Böylece muhtemel hata ve yanlışların önüne geçilmiştir. A’meş, sahabe ve tabiinin bu konudaki hassasiyetini anlatma adına, onların hadise fazladan bir harf ilave etmektense göklerin başlarına yıkılmasını tercih edeceklerini belirtmiştir.
Birden fazla senetle (tarikle) gelen çok sayıda hadis metni vardır. Hatta bazı hadis metinleri onun üzerinde senetle gelmiştir. Hadisi nakleden raviler genellikle farklı şehir ve coğrafyalarda yaşayan insanlardır. Farklı senetlerle gelen hadis metinleri genellikle ya birbirinin aynıdır ya da aralarında önemsenmeyecek derecede küçük farklılıklar vardır. Farklı şehir ve coğrafyalara mensup ravilerin birbirinden ayrı ve habersiz olarak aynı metinleri rivayet etmeleri hem kurulan senet sisteminin mükemmelliğini hem de hadislerin güvenilirliğini göstermesi açısından oldukça dikkat çekicidir. (Bkz. DİA, “hadis” ve “isnat” maddeleri)
HADİSLERİN YAZIYA GEÇİRİLMESİ
Bir kısım iddiaların aksine, hadislerin yazıya geçirilmesi Hz. Peygamber (s.a.s) döneminde başlamıştır. İlk zamanlar Allah Resûlü, Kur’ân sayfalarıyla karışma endişesiyle hadis yazımını yasaklamış olsa da daha sonra buna izin vermiştir. Ebû Hureyre’nin bildirdiğine göre Abdullah b. Amr b. Âs, Allah Resûlü’nün sözlerini kayda geçirenlerden biridir. (Buhari) Kendisine, “Sen, Allah Resûlü’nün ağzından çıkan her şeyi yazıyorsun; hâlbuki o da bir beşer. Öfkelendiği zaman da olur, hoşnut olduğu zaman da.” diyenler olmuş, o da durumu Allah Resûlü’ne arz etmiş ve şu cevabı almıştır: “Yaz; hayatım elinde olan Allah’a yemin ederim ki buradan (ağzını işaret ederek) haktan başkası çıkmaz!” (Ebu Davud, İlim 3) Hz. Abdullah, Allah Resûlü’nden yazdığı bin civarında hadisi es-Sahîfetü’s-sâdıka ismi verilen kitabında toplamıştır.
Peygamber Efendimiz’den hadis yazan başka sahabeler de olmuştur. Mesela Hz. Ömer ve Hz. Ali’nin Allah Resûlü’nden duydukları bazı hükümleri yazdıkları sahifeleri olduğu ve bunları yanlarında taşıdıkları rivayet edilmiştir. Aynı şekilde Abdullah b. Abbas’ın da geriye yazılı bir çok kitap bıraktığı ve bunların içinde hadis kitaplarının da bulunduğu ifade edilmiştir. Cerir b. Abdullah, Sad b. Muaz, Sa’d b. Ubade, Muğire b. Şu’be, Amr b. Hazm ve Efendimiz’in azatlısı Ebû Rafiî de Hz. Peygamberin hadislerini yazan sahabeler arasında zikredilir.
Şu iki rivayet de Allah Resûlü (s.a.s) zamanında hadislerin yazılmaya başladığını gösteren önemli iki delildir: Bir kişi Allah Resûlü’ne gelerek, “Yâ Resûlallah, sizden çok şey duyuyoruz; ama bunları anında ezberleyemiyoruz.” diyerek hıfzından şikâyette bulundu. Bunun üzerine Efendimiz ona şöyle cevap verdi: “Elinden yardım iste!” (Tirmizi, İlim 12) Ebû Hüreyre’nin rivayetine göre, Mekke’nin fethinde Efendimiz (s.a.s), bir münasebetle hutbe irad buyururken, Yemenli Ebû Şâh isimli bir zat ayağa kalkarak, “Yâ Resûlallah, bunları benim için yazınız!” der, Efendimiz de, “Ebû Şâh için yazınız!” buyurur. (Buhari, İlim 39)
Medine’ye gelerek uzun süre Ebu Hureyre’den ders alan, hadis öğrenen Hemmam b. Münebbih’in es-Sahîfetü’s-sahiha adlı eseri günümüze kadar ulaşmıştır. Hadis alanındaki önemli çalışmalarıyla bilinen Mustafa el-A’zamî’nin verdiği bilgiye göre I. yüzyılın ikinci yarısı ile II. yüzyılın ilk yarısında 400 civarında hadisçi tarafından hadislerin kayda geçirildiği belgeleriyle bilinmektedir.
Hicrî 101 yılında vefat eden Ömer b. Abdülaziz, o güne kadar yazıla gelen veya hafızalarda olan hadislerin araştırılıp yazılmasını istemiş ve bu iş için hadis imamlarından İbn Şihâb ez-Zührî’yi görevlendirmiş ve böylece resmen tedvin (bir araya toplayıp kayda geçirme) işini başlatmıştır. Çünkü o, âlimlerin vefatıyla birlikte bazı hadislerin yok olup gitmesinden korkmuştur. Zühri de ulaşabildiği hadisleri toplayarak halifeye vermiş, halife de bunları çoğaltarak farklı bölgelere göndermiştir. İbn Cüreyc, Said b. Ebî Arube, Evzâî, Zâide b. Kudâme, Süfyan es-Sevrî, Hammad b. Seleme ve Abdullah b. Mübarek de tedvin işinde vazife almışlardır.
Daha sonraki dönemde ise bu alanın uzmanları tarafından hadislerin farklı şekillerde tasnif edildiği veya belli tür hadislerin toplandığı Musannefler, Mu’cemler, Müsnedler, Câmiler, Sünenler yazılmıştır. Her ne kadar günümüzde hicri üçüncü asrın sonlarıyla dördüncü asrın başlarında yazılan Kütüb-i Sitte isimli eserler meşhur olsa da, onlardan önce onlarca hadis kitabı yazılmıştır. Kütüb-i Sitte ve günümüzdeki diğer meşhur hadis kitapları bunlardan faydalanılarak kaleme alınmış eserlerdir. (Bkz. Muhammed Mustafa el-A’zamî, İlk Devir Hadis Edebiyatı)
Bütün bunların yanında, Allah Resûlü’nden itibaren hadis ezberlemenin önemli bir ilmî ve dinî faaliyet olarak görülmesi, hadisleri doğru kaynaktan almak için uzun ve meşakkatli yolculukların göze alınması, senet tenkidinin yanında özellikle müçtehit fakihler tarafından metin tenkidinin de yapılması, hadisleri metin ve senet açısından tahlil eden çok farklı eser türlerinin ortaya çıkması, ilk asırlardan itibaren hadis öğretimine büyük önem verilmesi ve bunun bir ibadet şuuruyla sürdürülmesi gibi faktörler de hadislerin şüpheye mahal bırakmayacak ölçüde sağlam kanallarla bize kadar gelmesini sağlamıştır.
Farklı maksatlarla hadis uyduranlar, uydurma hadislerle İslâm’ın dupduru kaynağını bulandırmak isteyenler, hadisleri tahrife yeltenenler elbette olmuştur. Ne var ki kurulan sağlam isnat sistemi sayesinde mevzu hadisler tespit edilerek ayıklanmıştır. Hatta muhaddisler mevzu olduğunu tespit ettikleri rivayetleri yok etmek yerine, sonraki nesillerin de yapılan ayıklama faaliyetinin farkında olmaları için onları müstakil eserlerde toplamayı tercih etmişlerdir.
SONUÇ
İnsan ürünü olan hiçbir şey kusursuz görülemez. Dolayısıyla elimizde bulunan hadis kaynaklarında hâlâ bir kısım zayıf veya mevzu rivayetler vardır. Ancak zayıf rivayetler de, mevzu rivayetler de konunun uzmanları tarafından bilinmektedir. Her hadis kitabının, müellifi tarafından belirlenen kriterleri vardır. Bazı hadis kitabı yazarları, kitaplarında sahih hadislerden başka hadisin olmamasına azami dikkat gösterirken, bazıları ise hadis olarak nakledilen tüm sözleri bir araya getirmeyi, tabiri caizse bir arşiv çalışması yapmayı kendisine hedef olarak seçmiş, kitabının formatını buna göre belirlemiştir.
Kitaplarda zayıf ve mevzu hadislerin varlığını gerekçe göstererek tüm bir hadis külliyatını toptan reddetmek ve hadise karşı genel bir tavır almak dine vurulan büyük bir darbe olur. Hadis külliyatlarında yer alan hadislerin sıhhat açısından derecelendirilmesiyle ilgili bugüne kadar işin mütehassısları tarafından kılı kırk yaran değerlendirmeler yapıldığı gibi, hüküm çıkarmada hadislerin nasıl kullanılacağı ile ilgili de güçlü bir metodoloji geliştirilmiştir.
Yazıyı Efendimiz’in (s.a.s) şu hadisiyle bitirelim: “Size iki şey bırakıyorum. (Bunlara tutunursanız) asla dalalete düşmezsiniz: Allah’ın kitabı ve sünnetim.” (Hâkim, Müstedrek, 1/93).
Türkiye’de bu haberi engelsiz paylaşmak için aşağıdaki linki kopyalayınız👇
Kaynak: Tr724
***Mutluluk, adalet, özgürlük, hukuk, insanlık ve sevgi paylaştıkça artar***