Murat Menteş
28 Haziran Salı… Sabah 8’de bir arkadaşımdan mesaj geldi: “Cüneyt Arkın vefat etti.” Art arda mesajlar, telefonlar. Yıllardır görüşemediğimiz dostlarla bile taziyeleşiyoruz. Harıl harıl, gün boyu herkes birbirini yokluyor. Ülkenin direği mi çatlamış; çocukluğumuz, gençliğimiz mi duman olmuş; gökten dev bir kartal mı düşmüş?.. Kimseler inanamıyor. Hıçkıranlar, inleyenler, ağlayanlar…
2009’un 23 Aralık günü, arabada gidiyorum, biri telefon etti: “Cüneyt Arkın ölmüş” dedi. Mecidiyeköy’den Kadıköy’e, Avrupa’dan Asya’ya ağlaya ağlaya gittim. Meğer bir başka büyük aktör, Cüneyt Gökçer’miş vefat eden. Nurlar içinde yatsın…
Cüneyt Arkın’ın gidişi… bir yetimlik rüzgârı estirdi. Milyonlarca evde, kalplerimizde bayraklar yarıya indi. Bununla birlikte, onun hazine mesabesindeki mirası… tüm o filmler… heyecan, azim, coşku, direnç… ilelebet yaşayacak. Hayata tutunmaya çabalarken, iyiye, doğruya, güzele yönelirken ondan ilham alacağız. Ve… galiba hepimizin içinde bir Cüneyt Arkın var.
ÜSTADIN KİTAPLIĞI
Haziran 1998… Cüneyt Arkın’ın Levent’teki evindeyiz. Üstat karşımdaki koltukta oturuyor. “Ben bozkır çocuğuyum” diyor. Cüneyt Arkın’ın çocuk olduğunu hiç düşünmemiştim.
“O zamanlar yoksulluk hayatın zeminiydi Murat…” 1950’lerin İstanbul’unda yoksul ve yalnız bir genç…
***
Yandaki kitaplığa bakıyorum: Dostoyevski, Kemal Tahir, Jean-Paul Sartre, Attilâ İlhan… Bunlar tamam. Fakat çok sevdiğim Kurt Vonnegut romanları da var. Cüneyt Arkın’la edebiyat zevkimiz örtüşüyor demek!
Şair Ülkü Tamer, bir yazısında Cüneyt Arkın’la dostluğundan söz etmişti:
O gün okuldan çıkar çıkmaz Cüneyt’i buldum. “Yarın çekimin var mı?” diye sordum.
“Hayır,” dedi.
“Hazırlan öyleyse, benim okula gidiyoruz.”
“Peki,” dedi hemen.
“Ama önce Cağaloğlu’na gidip kırk dört öğrenciye bir şeyler alacaksın,” dedim. Herkese üçer defter, üçer kalem, birer cetvel, birer suluboya takımı, vb.
Ertesi gün nerede buluşacağımızı kararlaştırdık.
Buluştuğumuzda Noel Baba gibiydi Cüneyt. Arabasının bagajını armağanlarla doldurmuştu.
Okula vardığımızda ilk ders başlamış, öğrenciler sınıflarına girmişti. Müdürün odasına gittik. Hikmet Bey, Cüneyt’i görünce gözlerine inanamadı. Benim çocuklar da…
Sınıfın kapısını açıp da içeri girdiğimizde önce bir sessizlik kapladı ortalığı. Sonra çığlıklar yükseldi: “Cüneyt Arkın! Cüneyt Arkın!”
[Düşündüm: İlkokuldayken sınıfımıza Noel Baba mı gelse daha çok sevinirdim, Cüneyt Arkın mı? Tabii ki Cüneyt Arkın! Bugün de öyle.]
DADAİST MALKOÇOĞLU
Sordum: “Ülkü Tamer’le arkadaştınız demek?”
“Evet” dedi, “şiir yazmayı bıraktığım için bana içerliyordu.”
“Şiir mi yazıyordunuz?”
“Eee, Evet? Biz Cemal’le [Süreya] Vatan gazetesinden kelimeler keserdik. Bir torbaya doldurur sonra tek tek çekip yan yana dizer şiir yapardık!”
Aklım çıkmıştı: Malkoçoğlu Dadaist miymiş?
***
“Attilâ İlhan harikadır!” diyor. Kemal Tahir’den sevgiyle, dostluk dolu bir saygıyla bahsediyor. Anlıyorum ki hem yurtsever hem toplumcu. Battal Gazi filmleri ile Maden gibi yapımlar arasında bir bağ var. Yurtseverlik ile toplumculuğun sentezi [en berrak ve etkili haliyle], merkezinde Cüneyt Arkın’ın yer aldığı sinemada görülüyor. İslami geleneğin Anadolu yorumu ile Atatürk’ün temsil ettiği modernleşme iradesi de bu sinemada yanyana, içiçe.
***
2009’un son çeyreğinde bir gün… Müzikolog Gülper Refiğ’in evine gitmiştim. Röportaj yapmak için. Eşi, yönetmen Halit Refiğ, Ekim ayında vefat etmişti. Gülper Hanım’ın acısı çok tazeydi. Salondaki, tavana kadar yükselen kitaplığı incelememe izin verdi. Onlarca sene içinde peyderpey edinilmiş, bilinçle seçilmiş, özenle okunmuş kitaplar… Halit Bey’in ilgilerine, meraklarına, ufkuna dair binlerce ipucu.
Halit Refiğ, 1963’te Cüneyt Arkın’ı keşfeden kişi.
Zihnimde Cüneyt Bey ile Halit Bey’in kitaplarının kesişim kümesini oluşturuyorum. Bu insanların sinemayı bir eğlence [entertainment] sektörü olarak görmediklerini, entelektüel sorumluluk hissi ve sanatsal dikkatlerle yol aldıklarını, omuz omuza yürüdüklerini idrak ediyorum.
GELMİŞ GEÇMİŞ EN BÜYÜK JÖN
Cüneyt Arkın’ın evine geri dönelim. 1998’e… Üstadın okuma / yazma odasındayız. Eşi Betül Hanım içeriden sesleniyor: “Fahrettin! Eve kuş girmiş!”
Asıl adının Fahrettin Cüreklibatır olduğu malum. Fakat… Yani… Fahrettin ismi, Cüneyt Arkın adı içinde erimemiş mi? Sinemamızın en büyük jönü, evinde Fahrettin adında biri mi? Çağrılan Fahrettin ise, Cüneyt Arkın kalkıp nereye gidiyor?..
***
Kara Murat’a “Benim adımın Murat olmasının nedeni sizin filmleriniz” diyorum.
Sıcak ve muzip bir ifadeyle gülüyor: “Heh heh hee.”
***
Benim kuşağımın tüm çocukları, gençleri Cüneyt Arkın’a hayrandı. Mahallede oynarken her çocuk bir süper-kahramanı canlandırırdı. Kimimiz Örümcek Adam olurduk, kimimiz Süpermen… Ve mutlaka biri de Cüneyt Arkın olurdu. O, bizim için bir süper-kahramandı.
Bruce Lee, Al Pacino, Clint Eastwood, Robert De Niro, Alain Delon… Cüneyt Arkın Türk Sinemasında tüm bunların muadili, toplamı ve daha fazlasıdır.
***
O sadece bir aksiyon yıldızı değil. Filmlerinde duygu çeşitliliği vardır: Onun şahsında neşeyi, aşkı, dostluğu, pişmanlığı, öfkeyi, fedakarlığı… hissettik. Cüneyt Arkın’da eksik olan bir şey varsa o da korkudur. Hiçbir filmde korktuğunu, kaçtığını, saklandığını hatırlamıyorum.
DOKTOR BEY’İN KILICI
Oynadığı roller saymakla bitmez: Polis, şoför, müzisyen, işçi, avukat, balıkçı, kovboy, mahkum, şair, tamirci, cengaver, yazar, öğretmen, çiftçi, ressam, asker, hamal, işadamı, doktor, madenci, kiralık katil… Fakat daima güvenilir, mert, iyiyi arayan biridir… Hakkı savunan, onurunu çiğnetmeyen, dirençli, dayanıklı biri. Dahası hatasıyla yüzleşebilen, özür dileyebilen, iltifat edebilen, teşekkür edebilen… Kaderiyle hesaplaşan, birey olma ısrarında, topluma “Hayır” diyebilen…
Cüneyt Arkın’ın süper kahraman havası nereden geliyor? Neden sinemamızda bir tek o, ordulara karşı tek başına savaşıyor? Neden o uçuyor, o 12’den vuruyor, atını dörtnala sürüyor?.. Bu süperliğin, mucizeviliğin, olağanüstülüğün mesnedi nedir? Böyle biri nasıl olur da 300’den fazla film çevirir, bu filmleri herkes inanarak, benimseyerek, defalarca izler?
Bana öyle geliyor ki bu ihtişamın kökü Cüneyt Bey’in hayat macerasında. Köyde, mahrumiyet bölgesinde doğan bir çocuk… İstanbul [Çapa] Tıp Fakültesi’ni kazanıyor. Oh! Tamam işte! Doktor ol, saygın ve rahat yaşa. Manevi anlamda da dünyanın en tatminkar mesleği. Hangi doktor, önlüğünü çıkarır, stetoskobu bırakır ve elde kılıç “Hıayyyaaa!” diye surlardan atlayıp karate yapar? Hayır, beyimiz sinemaya atılıyor. Bunu yapan bir başka doktor yok gezegende. Karate öğreniyor. Dans dersleri alıyor. Medrano Sirki’ne katılıp trapez, at binme, taklalar atma gibi çılgınlıklara yöneliyor… İnsana inanıyor, kendine güveniyor. Konsantre hümanizm. Bir şekilde, hayatın daimi belirsizliği karşısında bocalamadan ilerliyor… Yoksulluktan zenginliğe doğru değil, yokluktan / hiçlikten yüceliğe doğru seyrediyor.
SÜPERLİK + BEREKET
Gençliğinde şiirler, hikayeler yazmış. Üç kitabı var: Biyografik eserler. Resim yapıyor. Resimleri pastoral. Anadolu köylülerini, kır manzaralarını resmediyor Komiser Cemil… Aktörlükle yetinmiyor. 40’tan fazla film yazıyor. Bir o kadar da yönetiyor. Senarist ve yönetmen olarak da gayet üretken. Ben 40 film yazsam, havamdan geçilmezdi herhalde. Cüneyt Arkın’ın senaristliğinin, yönetmenliğinin sözü bile edilmiyor.
Batılı kahramanlardan farkı… ne olabilir? Sanıyorum Cüneyt Arkın’ın süperliğine eşlik eden şey… bereket. Yani izahı olmayan, insanı aşan, ilahi bir enerji var onun dünyasında. 60 yıldır milyonlarca insana umut, sevinç, güç veriyor…
***
En sevdiğim Cüneyt Arkın filmleri… yani hepsini çok seviyorum, fakat galiba Erdoğan Tünaş’ın yazdığı, Natuk Baytan’ın yönettiği filmler başka: Kin, Hınç, Babacan… Erdoğan Tünaş olağanüstü bir senaristti [Safa Önal, Bülent Oran, Sadık Şendil, Yavuz Turgul, Ahmet Üstel hakeza.]: Sıkı bir olay örgüsü, dinmeyen heyecan, etkileyici diyaloglar ve zekice sürprizler ile toplumsal bilinç birarada. Natuk Baytan ise Sergio Leone ile Sam Peckinpah karışımı bir yönetmen. Hakları ödenmez.
Cüneyt Arkın’ın Dünyayı Kurtaran Adam ve benzeri birkaç filmi, kimilerince küçümsenir. DKA’nın yönetmeni Çetin İnanç, Alman yapımı bir belgeselde, şunları söylüyordu: “Ben hiç film çekmedim, diyebilirim. Muhteşem filmler yapmak istedik. Ufkumuz genişti. Sinemayla neler yapılabileceğini biliyorduk. Fakat paramız yoktu. Belki hayallerimiz, yeteneklerimizin ötesindeydi, o da var. Çaresizlikten, bazı kolajlar yaptık. Bunu yadırgayanlara itirazım yok. Fakat çabaladık işte. Bizim denediklerimizi, bizden sonrakiler başarabilir diye ümit ediyorum.” Şu sözlerdeki tevazuya, içtenliğe bakar mısınız? Üstelik “Jet Rejisör” Çetin İnanç, sahneleri öyle açılardan çekerdi ki, bugün bile çok az yönetmen onun kadar orijinal ve tesirli bir görsel anlatım kurabiliyor.
İHTİŞAM VE TEVAZU
2013… Ruhi Mücerret adlı romanımın kapağında Cüneyt Arkın fotoğrafı olsun istiyordum. Üstada haber saldık. Cevabını bir ömür unutamam: “Fotoğrafımı kullansınlar. Bana da romandan iki nüsha göndersinler.”
***
Son bir şey… Rivayete göre, Cüneyt Arkın’a “Nasılsınız?” diye sorulduğunda “Cüneyt Arkın gibiyim!” dermiş.
Bu sözü bazen ben de kullanıyorum. “Nasılsın Murat?”
“Cüneyt Arkın gibiyim!”
Bir insan daha ne kadar iyi olabilir?
***
Bir süredir çocuklarımla ‘Cüneyt Arkın filmleri maratonu’ yapıyorduk. Malkoçoğlu, Battal Gazi, Komiser Kemal… Filmleri izlerken coşuyorlar. Ve çok isabetli, beni şaşırtan yorumlar yapıyorlar. Filmlerde benim fark edemediğim nitelikler görüyorlar. Sabah, acı haberi alınca onlarla da üstadı andık.
Görünen o ki, Cüneyt Arkın mirası nesilden nesile, zenginleşerek aktarılacak. Ve sonsuza dek yaşayacak.
***Mutluluk, adalet, özgürlük, hukuk, insanlık ve sevgi paylaştıkça artar***