Erdoğan Gezi protestolarına katılanlara “sürtük” diye hakaret etmesine yönelik tepkilere yanıt verirken “Milletimizin diliyle konuştuk” dedi. Burada “milletimiz” tabiri, şahsen ait olduğu “varoş kültürünü” ifade ediyor. Geçen hafta ele aldığımız üzere Recep İvedik’e (ve türevlerine) bu küfür oldukça yakışır. Ama mesela popüler, prototip bir İslamcı roman karakteri olan Minyeli Abdullah’a “sürtük” lafını söyletebilmeniz çok zordur. Böyle küfürleri ağzına gayet yakıştırabileceğiniz bir başka meşhur karakter ise 2004’den itibaren yayınlanan Avrupa Yakası adlı dizideki Burhan’dır.
Erdoğan’ın dünya görüşü üzerine ileride kafa yoracak tarihçi ve sosyologların, saçlarını fazla yolmamak için, İslamcılık ve milliyetçilik gibi ideolojilerden önce Burhan’ın zihin yapısına eğilmelerinin faydalı olacağını sanıyorum. Açıkçası Burhan’ın AKP yönetici kesiminin karikatürize edilmiş gerçekliğini yansıttığını dizinin yayınlandığı yıllarda farkettiğimi de iddia edemem.
Seküler üst sınıfa hitap eden “Avrupa Yakası” adlı bir derginin Tokatlı idare müdürü olan Burhan üniversite mezunudur ama bu eğitim şahsiyetini şekillendirmede fazla etkide bulunamadığı için onun karakterine dair bize çok fazla şey söylemez. Entelektüel derinliği sığdır, kültürel zevkleri rafine değildir. Burhan derginin “doğma-büyüme” İstanbullu, iyi eğitimli, bulundukları sosyo-ekonomik sınıfı ailelerinden tevarüs eden kadrosundan (“seküler elitten” diyelim) kültürel olarak farklıdır, bu farklılık onda “Beni de aranıza alın. Ben de Nişantaşı çocuğuyum.” sözleriyle sık sık ortaya dökülen bir aşağılık kompleksine yol açar. Burhan seküler elit tarafından kabullenilebilmek için makamının ve bunun getirdiği kendi çapındaki maddi refahın yetmesi gerektiğini düşünür. Ama bunun yetmeyeceği kendisine devamlı olarak hissettirilir.
“Seküler elit” Burhan’ı hor görür. Ona “Ooo Burhancım hoşgeldin!” gibi içten bir tavır hiçbir zaman göstermez, her zaman dışlar. Bu tavır Burhan’daki kompleksleri daha da büyütür, kendisini ispat etme hırsını kamçılar ve onu hırçınlaştırır. Burhan “seküler elit” tarafından kabullenilmediğini içten içe bilir, o elit de ona bu dışlanmışlığı yaşatmaktan kaçınmaz. Burhan sık sık elindeki gücü şantaj gibi kullanarak elitin bir parçası olma teşebbüslerinde bulunur. Bu tür şantajlar sayesinde örneğin belirli partilere, özel “okasyonlara” davetler almasını sağlar. Fakat “seküler elit” de işi düştüğünde Burhan’ın aşağılık kompleksini en üst seviyede istismar etmekten kaçınmaz. Mesela zorlayıcı bir nedenden ötürü gidip evine misafir olarak yerleştiğinde Burhan’ın kendisine hizmet etmesini doğal görür, yaptığı yemekleri eleştirmekten kaçınmaz, hatta ütülerini dahi yaptırdığı halde ona karşı bir minnettarlık duygusu hissetmez. Evinde zoraki misafir olarak kalırken bile onu aşağılamaktan vazgeçmez.
Öte yandan, seküler elitin bir parçası olmak için yırtınan Burhan “halkın takıldığı” mahalle kahvehanesine gittiğinde orada “kendisini bulur”, oradan hiç çıkmak istemez. Fakat bu, sıradan halkı sevdiği anlamına da gelmez, kendini onlardan üstün görür, kahvehanede otururken onları “hepsi birer lavuk” diye küçümser. Normalda ona kültürel açıdan yakın uygun bir eş adayı olan Makbule’yi, yine kendisini ondan daha üstün gördüğü için beğenmez, kendisine aşık olan kadını her fırsatta aşağılamaktan kaçınmaz. İstenmeyen bir misafiri savuşturmak maksadıyla başında bir takkeyle kapıyı açarak “İçeride zikir var!” diyen Burhan’ın dine yaklaşımı oldukça pragmatiktir, fakat dönemin yoğun siyasi gerilimleri dolayısıyla olacak, senarist Gülse Birsel bu konulara girmekten özellikle kaçındığı için bu yönü dizide fazla işlenmez.
2000’li yıllara gelindiğinde ülkede artık kontrolden çıkma emareleri gösteren bir gerilim önplandadır: Şerif Mardin’in tanımlamasıyla “çevreden” gelenler, eşit vatandaş olarak hakettikleri üzere “merkezde” yer alma talebinde bulunurlar. Onlara bu alanı açma niyetinde hiç olmayan “seküler elitler” bu da yetmezmiş gibi ülkeyi ağır bir ekonomik krize sokmuşlardır. İslamcılık “çevreden” gelenleri temsil etme iddiasıyla bu kavgaya ideolojik bir zemin kazandırır, yani bu seküler elitlere “Bizim ülkenin idaresine yönelik sizin anlayışınızdan tamamen farklı görüşlerimiz var. Siz ülkenin temel meselelerini çözemiyorsunuz. Hayat biçiminiz yozlaşmış. Benim yöntemim, ideolojim sizinkinden çok daha iyi bir Türkiye ortaya çıkaracak.” der.
Fakat Erdoğan gibi kompleksler taşıyan bir şahsiyetin böylesine büyük bir iddiayla ortaya çıkabilmesi mümkün değildi, esasen hiçbir zaman da öyle hedefleri olmadı. Onun amacı “seküler eliti” yıkmak değil, onun tarafından kabul edilmek, böylece merkezde bulunmanın getireceği dünya nimetlerinden nasiplenmekti. Erdoğan’ın son tahlilde rejimi topyekün devirmek anlamında “devrimci” bir tarafı da yoktur, sadece merkezde kendisine yer açılmasını talep eder, fakat kabul görürken de aşağılık kompleksini bastıramadığı için kendisini herkesten üstün görmeye temayüllüdür. Burhan’ın “elit” tarafından zoraki de olsa kabul gördüğü durumlarda bunu soğukkanlılıkla içselleştirerek aralarında mütevazi bir role razı olabilmesi psikolojik olarak imkansızdır. Kendisine güveni olmadığı için kendisini güvende hissetmez. Bir kez elit arasında bir yer buldu mu, herkesi bastırmak için daha fazla çaba harcar, yarım yamalak bile olmayan yabancı dil seviyesiyle caka satmaya çalışır vs.
Erdoğan’ın 2001’de AKP’yi kurarken söylediği “İslamcılık yaptık da ne kazandık?” sözü esasen dünya görüşüne dair pek çok itirafı barındırır. İslamcılık bir ideolojidir, ideoloji ise bir ülkenin veya insanlığın temel siyasi, ekonomik, hatta sosyal sorunlarına çözüm bulma iddiası taşıyan kendi içinde tutarlı, sofistike düşünceler bütünüdür. “Ben solcuyum, liberalim, islamcıyım” dediğinizde, ideolojinizin ülkenizin ve insanlığın problemlerini çözeceğine inandığınız, bunun için mücadele ettiğiniz anlamına gelir. Hedefiniz ülkenizi ve/veya insanlığı inandığınız ideoloji doğrultusunda değiştirmektir. Belki “Ülkemizi sol ideoloji çerçevesinde değiştirmekte pek başarılı olamadık” diye özeleştiri yapabilirsiniz, ama “Solculuk yaptık da ne kazandık?” derseniz bu aslında sizin yürüttüğünüz mücadeleden bambaşka beklentilerinizin olduğu, bunları elde edememenin hayal kırıklığı içerisinde bulunduğunuz anlamına gelir. Yani Erdoğan “Biz İslamcılık sayesinde siyasi ve ekonomik güç, statü kazanacağımızı umuyorduk ama bunlar olmadı. Bir ideoloji bize bunları vermiyorsa neye yarar ki?!” demeye getirir.
İşte Erdoğan ve Burhan’ın dünya görüşlerini benzeştiren yer de tam burasıdır. Nitekim Erdoğan’ın sözlerine tepki olarak o tarihte yazdığı yazısında Akif Emre, AKP liderinin sözlerinin ne anlama geldiğini çok iyi farkederek şöyle der: “Ülkenin gerçek krizi; İslamcılık adına mahkum edilmeye çalışılan yerli duruş sahiplerinin özgüven zaafiyetine düşmeleri, adeta bir kimlik krizine girme ihtimalidir.” Gerçek bir İslamcı olan Akif Emre, Erdoğan’ın aslında o aşağılık kompleksinin tecessüm etmiş hali olduğunun farkında değil miydi? Bunu bilmek zor. Fakat Akif Emre böyle sorunlu bir kimlikle yürütülecek siyasetin varacağı noktayı kehanetvari bir kesinlikle öngörmeyi de başarır. Aynı yazısından: “Alternatif olmanın tarihi sorumluluğunu taşıyamayan, bu ülke ve bu ülkenin insanı için ne anlama geldiğini kavrayamayan çözüm arayışları uzlaşma adına suç ortaklığına itilmek tehlikesiyle karşı karşıyadır. Bu tavrın varacağı somut nokta bu zamana kadar “İslamcılık yaptık da ne oldu?” gibi kaba bir söylemden ileriye gidemeyen özgüven kaybıdır. Bu özgüvenin yitirilmesi, bu zamana kadar oynanmakta olan, ülkeyi iflasa götüren kirli oyuna dahil olmak, suç ortaklığına davet edilmektir. … Ne uluslararası konjonktür, ne ülkenin iç dinamikleri, ne de karşılaşılan krizin mahiyeti alternatif siyaset tarzından vazgeçmeyi değil bilakis daha gerçekçi projelerle ortaya çıkmayı gerektiriyor. … Eğer bir ülkede 40-50 milyar dolar para bilinmeyen bir kaynağa doğru buharlaşıyor ve sıradan yolsuzlukla geçiştiriliyor, dahası, bunun ne kadarının toplum mühendisliği adına topluma karşı kullanıldığı bilinmiyorsa, bu noktada ses yükseltmenin vakti gelmiş demektir. Birileri devlet imkanlarını kendi ekonomik ve siyasal güçlerini korumak, konumlarını meşrulaştırmak için ideolojik saplantılarını kullanarak bir ülkeyi iflasa getirmişse, tam da bu noktada alternatif çözüm üretmenin vakti gelmiş demektir.”
Erdoğan güya mücadele ettiği sistemi öyle sahiplendi ki, Akif Emre’nin yirmi bir yıl önce “seküler elitlerin” idaresindeki devlet rejimini eleştirmek için yazdığı cümleler bugün birebir AKP iktidarını tarif eder hale geldi. AKP liderinin sistemi köklü bir değişime tabi tutma isteği aslında hiçbir zaman olmadı. Uluslararası finans sistemine eklemlenerek bunun nimetlerinden istifade ederken hiçbir zaman Kur’ân’ın hükümlerini (Erdoğan’ın sırasıyla danışmanı, bakanı, şimdi ise büyükelçisi olan kişinin ifadesiyle) “Bakara makara’yı” hatırlamaya gerek görmedi. Ekonomi kötüye gidince faizin yasak olmasına dair “nasslardan” bahsetmesi, asıl anlayışını yansıtmayan bir demagogluktur, müteahhitlerini ayakta tutmak için faizleri düşük tutması gibi gerçekleri perdelemeye yönelik sinsi bir amaç taşır. Onun tek hedefi iktidarını pekiştirerek devlet üzerinde hakim olmaktan ibarettir. Bu hedefini gerçekleştirmek için attığı adımların devlet rejiminde yol açtığı köklü sarsıntıları ne bekler, ne de ister. Herkesin onun “başkanlığını” kabul etmesi ve yolsuzluklarına karışmaması tek talebidir. Bunu usulca yapmış olmaları halinde herkese istediğini vermeye hazırdır. Nitekim 28 Şubat sürecini yürüten “nasyonal laik” olarak tanımlanabilecek zihniyetteki ulusalcılarla kolayca ittifak kurması, rejimi toptan değiştirmeyi hiçbir zaman hedeflemediğinin olduğu kadar, seküler elitin kendisini kabulünü ne denli önemsediğinin de açık bir göstergesidir.
Avrupa Yakası’nın son bölümü 2009’da yayınlandı. Belki yayını sürseydi Burhan’ın müessesenin ciddi bir ekonomik krize düşmesinden istifadeyle idaresinde hakim konuma geldiğini, “seküler elite” karşı zaferini ilan ettiğini izleyecektik. Derginin kapağında arada bir bol makyajlı başörtülü kadınlar çıkacaktı, dergi sayfalarında “yeni zenginlerin” doğum günü partileri ve düğünlerinde alkolsüz şampanyalar patlatırken çekilmiş fotoğraflarına yer verilecekti. Fakat Burhan’ın müessesenin gerçek bir dönüşümden geçerek ekonomik kriz sarmalından kurtulmasını sağlamaya yönelik hakiki bir alternatif çözümü hiçbir zaman yoktu. Batı’nın ahlakı, felsefesi falan bunlar da onun için fazlaca karışık meselelerdi. Onun talep ettiği Mercedes’ti, makam odasıydı, rezidanstı. Müessesenin öz varlıklarını ipotek ettirerek bankalardan aldığı bolca borçla nihayet “kazanmanın” keyfini sürdü. Ama müesseseyi “yeniden yapılandırmak” gibi bir derdi hiç bir zaman olmadığı için iş dönüp dolaşıp aynı yere geldi: Yine derin bir ekonomik krize giren müessese kronik yolsuzluk batağında can çekişiyor.
Batı’nın 20. yüzyılın ilk yarısında terkettiği jakoben milliyetçi siyasi kültüre histerik düzeydeki bağlılıkları ve iktidarı yeniden tümüyle ele geçirme hırsları nedeniyle “seküler elitin” müesseseyi kurtarmak için hakiki manada alternatif bir çözüm geliştirme kabiliyeti olduğundan da bahsedilemez. Bunu daha önce yapamamalarına yol açan tüm zaafiyetleri olduğu gibi durmaktadır. Onlar Burhan’ın “aman” dileyip ayaklarına kapanacağı anı beklemektedirler. Sonra mı ne yapmayı hayal ediyorlar? Mercedes, makam odası ve rezidansın “Batı ahlakıyla” nasıl kullanılacağını cümle aleme göstermeyi… Bir dahaki krize kadar…
- Ömer Murat, Dış Politika ve Siyaset Uzmanı, Eski Diplomat
Kaynak: Kronos
***Mutluluk, adalet, özgürlük, hukuk, insanlık ve sevgi paylaştıkça artar***