Hep birlikte zor ve tarihi bir süreçten geçiyoruz. Ne yazık ki; geçmişte yaşananlarla yüzleşemeden, ileride yüzleşmemiz gereken kötülükleri ve olumsuzlukları yaşamaktayız.. Dünün dünle gitmesi gerektiği bir kavşakta, yeniyi inşa etmek için dar kapıdan içeri girmeye çalışıyoruz.
Geçmişle gerçek ve dürüst bir ilişki kuramadığımız, kolektif hafıza kaybını, inkar ettiklerimizi aşamadığımız sürece bir geleceğimiz de olmuyor. Geçmişin gelen hayaletleri topluma acımasızca hükmediyor, yarınımızı çalıyor.
Kabus gibi bir geçmişin darmadağın ettiği insanlar ve topluluklar kendi parçalarını yeniden nasıl bir araya getirir, kendilerini sağaltarak nasıl yeniden inşa edebilirler ?
Hakikat, adalet, özgürlük, eşitlik, insaniyet gibi evrensel insani değerleri savunanların, hiçbir ideolojik kalıp içine girmeden, insanı ve doğayı temel alan bir dünya görüşü çerçevesinde bu değerleri paylaşmaları ve otoriter-totaliter gidişlere karşı direnç göstermeleri önemli.
Temel meselenin demokrasi mi barıştan çıkar, barış mı demokrasiden çıkar tartışması olmadığı, demokrasi-barış önceliği ya da tercihi gibi bir karşıtlık üzerinden tartışmanın hakikate uymadığı ortada.
Demokratikleşme ve barış süreci birlikte işlerse, bu süreç içinde intikam ve öfke duyguları aşılabilir. Barış ahlaki bir değer. Barışı istikrarlı ve kalıcı kılabilmek ise ancak çatışma konularını demokratik bir süreçte özgürlükleri genişleterek ve hukuk güvencesini sağlayarak ortadan kaldırmakla mümkün.
Sadece Kürtler için değil, bu coğrafyada yaşayan herkes için demokratikleşme ve özgürleşmeyi sağlayacak düzenleme ve uygulamaların yaşama geçirilmesi bir zorunluluk. Barışın, adaletin, özgürlüğün teminatı hukuk.
Hukukun insan hak ve özgürlükleri bakımından hukuk güvenliği sağlama, adaleti temin etme işlevleri yanında bir diğer önemli işlevi de barışı sağlayacak bir ortamın yaratılmasına sağladığı katkıdır. Bu nedenle hukuk düzeni değişik kimlik, inanç ve düşüncelere sahip bireylerin bir arada yaşayabilmelerine imkan sağlayacak nitelikte olmalı.
William Connoly, “Kimlik ve Farklılık” isimli yapıtında demokratik kimlik siyasetinin ne anlama geldiğini şöyle açıklıyor:“ Demokratik bir kimlik siyaseti, aşkın gerçeğe sahip olduğunu iddia eden bir komuta etiğine karşıdır. Kendisinin ve dünyanın belirsizliğinin farkında olan, tartışmaya açık, bu yüzden de kendisine belli bir mesafe ve ironiyle bakan, ötekine özen gösteren ve yaşamın zenginliğine saygı duyan bir etiğe dayanır.”
Bu nedenlerle adalet ve eşitlik gibi etik değerlere dayanan ve bu değerlere ulaşmayı hedefleyen hukukun bu anlamda barışın ahlakiliğini sağlaması görevi. Bunun sağlanamadığı yerde ise barış tehlikededir. Bu durumda devletin kullandığı şiddet de hukukun dışında kalır ve güç kullanıp uygulayanlar meşruiyet dışına çıkmış olur.
İktidarların düzenleme, söylem ve uygulamalarına objektif olarak yaklaşmak ,bunlar toplumun ve bireylerin refahına, huzuruna, özgürleşmesine katkıda bulunuyorsa, barışa ve demokratik gelişmeye hizmet ediyorsa desteklemek, ve teşvik etmek, aksi halde eleştirmek ve önerilerde bulunmak ilke olmalı.
Demokrasilerde, hiçbir siyasi parti ve aktör, hiçbir siyasi iktidar ve bürokratik kurum eleştiriden azade olamaz. Yoksa iktidar ve kurumlar çürür.
Hukukun özgürlükçü niteliğinin diğer önemli bir boyutu da vicdan özgürlüğü alanında kendisini gösterir. Bireyin gelişebilmesinde, mutlu bir varlık olabilmesinde ahlaki değerlerin büyük önemi vardır.
Birey somut durumlarda ahlaken iyi değer ile bu değerin çatıştığı başka bir değer arasında seçim yapmak durumunda kalır.. Kuşkusuz bu birey için zor ve mücadele gerektiren bir süreçtir. Çıkarlarına yatkın olan bireyin somut yaşamında çıkarı ile ahlaki bir değer arasında yapacağı tercih içte yapılan bir hesaplaşma sonucu dışarıya yansıyan bir iradeyi gerektirir. Bu nedenle zihniyet ahlakı ile davranış ahlakı arasında tutarlılık aranır..
Ahlaki değerleri içte yaşayıp, somut yaşamda uygulamamak bireyi ahlaki sorumluluktan kurtaramaz. Bu birey için zorlu bir yolculuktur. Albert Camus’un dediği gibi yaşamın gerçeğine ulaşmak ancak herkesin kendi dramını sonuna dek yaşaması ile mümkündür.
Ancak birey değerler arasında seçim yaparken kendisine dışarıdan bir zorlama yapılamaz. Kendisine hazır davranış kalıpları sunulamaz. Buna ahlakın kendisi izin vermez. Tek bir davranış biçiminin ahlaka uygun olacağı söylenemez.
Bireyi kendi seçimine dayanmayan davranışlarından dolayı değerlendirmemiz, sorumlu tutmamız olanaklı değildir. Bu nedenlerle bireyin insan olmanın onuruna sahip ahlaki bir kişiliğe kavuşabilmesi ancak vicdan özgürlüğünün hukukça güvence altına alınmasına bağlıdır.
İnsan amaçlı bir hukuk düzeni kimseyi vicdanına aykırı bir davranışa zorlayamaz. Bu zorlamanın başladığı yerde vicdan özgürlüğü ortadan kalkmış olur. Bu bakımdan hukuk en az ahlak olmakla yetinmelidir.
Kuşkusuz vicdan özgürlüğü bireylerin kendi vicdani kararlarına karşı saygı gösterilmesini istemek hakkını içerdiği gibi, bunu isteyenlerin diğer bireylerin vicdani kararlarına karşı saygı gösterme yükümlülüğü altında bulunduklarını da ifade eder. Bu yükümlülük başkalarına ilişkin ahlaki bir değer yargısı vermeme anlamını da içerir.
Bireysel vicdan, sosyal vicdan ve hukuk insaniyet düşüncesinin ana damarlarıdır. Ahlak insaniyet düşüncesinin (insan sevgisi, merhamet, hoşgörü) dile geldiği bireysel vicdanda kendini gösterir. Yine insaniyet düşüncesi sosyal vicdanda kendisini kamuoyu ve hukuk olarak gösterir.
Bireysel vicdanın bireylerin bilinçlerinde yer ederek insaniyet düşüncesinin kurumsallaşması ve gelenekselleşmesi gerekir Ancak bunun sonucu olarak toplumda gerçek bir sosyal vicdan ve doğru hukuk gerçekleşebilir. Hakikat, adalet, özgürlük, estetik gibi yüksek ahlaki değerlere dayalı bir toplumsal düzen hukuk aracılığı ile sağlanır ve güvenceye alınır.
Hukukun önemli bir boyutu da özgürlükçü olmasıdır. Hukuk bireyin akıl ve vicdanına uygun olarak aldığı kararları dış dünyada gerçekleştirmek isterken karşısına çıkabilecek engelleri önleyip, ortadan kaldırabilecek önlemleri almalıdır.
Hukukun bireyin özgürlüğünü güvence altına alması öncelikli görevi. İnsan öz benliğini ancak özgürlük ortamında ortaya çıkarabilir ve birey olarak kendisini yaratabilir. Bu nedenle Emile Brehier’in belirttiği gibi keyfiliğe dayanan baskı yönetimi (istibdad) sorunu siyasi değil, ahlaki bir sorun olabilir.
Çünkü insana bir araç, bir eşya muamelesi yapılamaz. Bir toplumun gelişmesi özgür bireylerin varlığına bağlıdır. Korku ve baskıyla sindirilmiş, özgür olamaması nedeniyle yaratıcılığı körelmiş, otoriteyi temsil eden bir güce biat ettirilmiş insanların meydana getirdiği oluşuma toplum denemez. İçindeki değerleri özgürce gerçekleştirerek kendisini tanıyan ve seven insan bu şekilde başkalarına karşı sevgi ve saygı değerini de algılayacaktır.
Hukukun özgürlükçü niteliğinin en önemli boyutu ifade özgürlüğü alanında kendisini gösterir. Bu nedenle düşüncelerin özgürce açıklanması ve tartışılması zorunlu. Sorunlar hiçbir zaman çözüme ulaşamaz. Her çözüm yeni sorunları da birlikte getirmekte. Hakikate yaklaşmada bilime ve özellikle felsefeye de önemli görevler düşmekte.. Bu nedenle ifade özgürlüğünün sağlanması ve güvence altına alınması hukuki ve ahlaki bir görev.
Bilmek tek hakikat olduğunu iddia edip, onu tartışılmaz kılmak değildir. Hakikate tam olarak ulaşabilmek hiçbir zaman olanaklı değildir. Asıl olan sürekli eleştirip, araştırarak hakikate yaklaşma çabası göstermektir. Gelişme de buna bağlıdır.
Geleceğimizin olması için geçmişin yükünden kurtulmamız zorunlu. Geleceğimizi barışın, özgürlüğün, adaletin güvencesi olan bir hukuku inşa ederek kurmalıyız.
Kaynak: Artı Gerçek
***Mutluluk, adalet, özgürlük, hukuk, insanlık ve sevgi paylaştıkça artar***