Geçen haftaki yazımın başlığı “Devletin Gör Dediği: Düzeni Bozan Canavarlar” idi. Rus yönetmen Zvyagentsev’in 2014 yapımı Leviathan filminden yola çıkarak, devletin bizi nasıl gördüğü konusunu tartışmaya açıyordum. Biz en basit biçimde devletin bizi vergi vereni, halkı, yurttaşı ve son kertede evladı olarak görmesini umuyorduk. Öyle umuyoruz ve hep öyle ummak istiyoruz. Son noktada, şu gezegende başımız sıkıştığında başvuracağımız “Devlet Baba”dan öte kim var, öyle değil mi? Bütün o uluslararası ve ulus ötesi yapılar bizi, bizden olup bizim dilimizle konuşan insanların oluşturduğu devletten daha iyi anlayabilir mi?
Bu konuda Türk solu içerisinden yürümüş bir “kerim devlet-kahhar/ceberrut devlet” karşıtlık ve tartışması da var. Bu sene kaybettiğimiz Aydın Engin, 1999 Depremi’nin ardından yayımlanan bir Birikim dergisi özel sayısında, deprem sonrasında devletin tutumu ve toplumun buna bakışını bu tartışma üzerinden yazmış, internette mevcut.
Leviathan filmi, devletin görevlisi olan vali tarafından haksızlığa uğratılan başkahraman Kolya’nın, vali ve ele geçirdiği yerel devlet mekanizmasına karşı hukukun ve daha büyük devlet yapısının yardımıyla kurtulacağı umudunu, bu umuda dayalı mücadelesini ortaya koyuyordu. Moskova’da etkili çevrelere girmiş avukat arkadaşı Dima, valinin yolsuzluklarını içeren bir dosya eşliğinde yardıma yetişiyordu. Kolya bu dosya üzerinden kıyameti kopartmak ve haksızlığa savaş açmak istediğinde Dima, onu sakinleştirip farklı bir yordama yönlendiriyordu. Ortalığı karıştırmadan valiye hafifçe şantaj yapılacak ve hak edilen istimlak parası bu yolla elde edilecekti.
Ayrıntılı özeti (bol bol spoiler da içerecek şekilde) geçen hafta vermiştim. Burada sadece farklı devlet anlayışlarının varlığını yeniden vurgulamak istiyorum. Kendisini bir özne olarak gören Kolya, bir yurttaş olarak karşısında moderniteden kaynaklanan meşru ve adil bir dev ya da canavar, yani Hobbes’çu Leviathan’ı görmek istiyordu. Avukat Dima devleti daha içeriden bilen ve ağlardan oluşan bu mekanizmayı uygun sinir boğumlarına basarak kullanabileceğini düşünen sinik bir karakter olarak, değerlere değil işleyişe odaklanıyordu. Fakat kaba saba ve yolsuzluğa batmış, şişko ve ayyaş vali, Dima gibi sinik ve pragmatik olmadığı halde, bulunduğu ağda uygun noktalara biat ettiği için, istediği şeyleri yapıyor ve bütün yapıp ettikleri yanına kâr kalıyordu.
Yolsuzluk ve suç ağları tarafından ele geçirilmiş, iyileri yere seren devlet imgesi sinema ve edebiyatta çok işlenmiştir. Bu tür eserlerin en Kafkaesk olanlarında bile, yine de bu bozuk düzen değiştirilebilir umudu canlı tutulur. Fakat Zvyagentsev’in filmi bu yola girmez. Orada devletin, Kolya’nın umduğu rasyonel ve adil canavardan bambaşka, daha yıkıcı bir canavara dönüştüğü gösterildiği gibi, asıl bu canavarın biz yurttaşları boyun eğmek (her zaman “aşağı bakmak”) dışında davrandığımızda düzen bozan canavarlar olarak gördüğü gösterilir.
Devlete hesap soran yurttaş, kutsal kitap kaynaklı deniz canavarı Leviathan haline gelir. Cezalandırılması, yok edilmesi gerekir. Bu tarz bir isyankârın önüne konan tek çerçeve, pişmanlıkla af dileyen Eyüp Peygamber imgesi olacaktır. Devletin sana yönelteceği darbelere sessizce boyun eğer, sabırla bekler, en sonunda affedilip yeniden düzene kabul edilmeyi umarsın.
Geçen hafta, bu çerçeveye tabii ki sığamayacağımızı, sadece devletin bizi nasıl gördüğünü iyi anlamamız ve bu anlayışı Lakoff’çu yaklaşımla yeniden çerçevelememiz gerektiğini belirterek yazıyı sonlandırmıştım. Bu hafta içinde ise, Hamit Bozarslan’ın İletişim Yayınları’ndan yeni çıkan kitabı, yazara duyduğum hayranlık ve saygı bir yana, sırf başlığıyla beni heyecanlandırdı: Canavarların Zamanı: Ortadoğu, 2011-2021. Siyaset kuramına dışarıdan bakan bir edebi kültür tarihçisi olarak, kitabın başlığı ile geçen haftaki yazım arasındaki tesadüf beni mutlu etmişti. Hemen kitabı edindim.
Kitap, Bozarslan’ın yine bu yıl Fransa’da çıkmış Le Temps des Monstres’inin Türkçeye çevirisi. Metni Mehmet Haldun Bayrı çevirmiş. Bozarslan’ın Arap Baharı’na dönük yıllık değerlendirme ve çözümlemelerini içeren makaleler ile “Toplumsal Parçalanma Sarmalı” başlıklı giriş bölümünden oluşuyor. Yazar giriş bölümünde, yıldan yıla yazdığı bu makalelerin önemli bir özelliğini kaydediyor:
“Nitekim Suriye’de, ama aynı zamanda Libya ve Yemen’de de, 2011 öncesindeki otoriter ve hayli abartılı Leviathan’ın, nihai maksadı toplumu yok etmekten ibaret bir zebellaha yerini bıraktığını çoktan kayda geçirmişlerdi. Ayrıca demokrasilerin ataleti, körlüğü ve kinizminin, Antonio Gramsci (1897-1931) tarafından ele alınmış Avrupa’yla meşum benzerlikler gösteren Arap âleminde ve Ortadoğu’nun artakalanında ‘canavarlar’ın temayüzünü olsa olsa kolaylaştırabileceği üzerinde de ısrarla durmaktaydı bu makaleler.” (s. 9-11. Vurgu bana ait.)
Zvyagentsev’in filminde tebaasına ya düzen bozan canavar ya da sabır gösteren Eyüp olarak bakan devletin, Bozarslan’ın yukarıda alıntılanan sözlerinde yeni bir isme kavuştuğunu görüyoruz. Ortada artık “otoriter ve hayli abartılı bir Leviathan” değil, bir “zebellah” var. Zebellah’ın en son amacı da toplumu yok etmek. Gerçekten de, herkesin düzen bozucu (aşağıda geleceğim ama, “sürtük” ve “çürük” olarak da okuyabilirsiniz) veya Eyüp sabrı gösteren olarak ayrıştırıldığı bir yapıya artık toplum denebilir mi?
Zebellah, zebellâ olarak da yazılabilen, Türkçeye Arapçadan (oraya da Süryaniceden) geçmiş, çok iri yarı, kocaman, dev gibi anlamlarına gelen bir sözcük. Asla olumlu anlamda kullanmadığımız, “zebellah gibi adam” dediğimizde söz konusu kişinin korkutuculuğu ve yıldırıcılığını vurguladığımız bir sözcük. Zebellah ortaya çıkınca “çil yavrusu gibi” dağılırız.
Bozarslan’ın metninin Fransızca orijinalinde hangi sözcüğün geçtiğini bilemiyorum. Ancak Türkçe çevirideki zebellah kullanımı, bana kutsal kitapta Leviathan’ın ekürisi olan bir diğer canavarı, Behemoth’u hatırlatıyor. Leviathan dişi ve Behemoth erkektir. İlginç biçimde, Leviathan’ı monark nezdinde egemen devlet erki olarak olumlu bir kavrama dönüştüren filozof Hobbes, Behemoth başlıklı bir kitap da yazmıştır. Burada İngiliz İç Savaşı sırasındaki uzun süreli parlamentoyu adaletsizlik ve yozlaşmanın simgesi Behemoth olarak değerlendirir. Yani Hobbes için Behemoth olumlu değildir. İdeal düzeni bozar ve sadece mutsuzluğa yol açar.
Bu noktada, Bozarslan’ın girişinden bir alıntı daha yapacağım:
“‘Geçmiş geleceğe ışık tutmadığında, zihin karanlıkta yol alır’ diyordu Tocqueville 1835’te, Goya’nın ‘Aklın Uykusu Canavarlar Doğurur’ tablosuna gayriihtiyari bir aksiseda olarak. Nitekim iki dünya savaşı arasında ‘canavarlık’ konusunun düşünürlerde, daha genel olarak da entelektüellerde o kadar saplantı haline gelmiş olması aslında hiç tesadüfi değildir. Elinizdeki kitabın adına esin kaynağı olan tahlilinde, İtalyan komünist düşünür Antonio Gramsci, eskinin artık var olmadığını ama yeninin de henüz ortaya çıkmadığını açıklıyordu. Miadı dolmuş olan o geçmiş ile henüz ortaya çıkmamış o gelecek arasındaki zaman, canavarların zamanıydı.” (s. 17)
İçinde yaşadığımız bu dönemi, Gramsci ve Bozarslan’dan ilhamla “gidenle gelmeyenin eşiği” olarak değerlendirebiliriz. Pandemi sonrası (ya da sonları?), iklim felaketi ve neoliberal bir iflasın içerisinde yuvarlanan, üstüne üstlük bu ülkede dünyada çok az yerde görülen bir ekonomik gülleyle ezilmekte olan bir toplumuz. Bu toplumun karşısında, onun toplum olmasını arzulamayan, boyun eğen bir kitle, tebaa haline gelmesini isteyen bir devlet var. Bu devlet artık bir Behemoth yahut zebellah. Yarına dair her ne yapacak isek, bu gerçekliği hazmederek yapacağız.
Erdoğan, akla ziyan hakikatimsiler üzerinden Gezi’ye katılan kadınlara “sürtük”, erkeklere “çürük” derken, düzen bozan bu canavarları cinsel göndermelerle zelilleştirirken, cami yaktıklarını ve camiyi kirlettiklerini değil, düpedüz “camiye pisledikleri”ni söylerken, gözümüz hep arkada bir yerlerde durduğunu varsaydığımız Leviathan’ı, o adil ve meşru devi arıyor. Yeterince bağırırsak, sürtük ve çürük değil, devleti ve toplumu düşünen, önemseyen yurttaşlar olduğumuzu haykırırsak, onu uyandırabileceğimizi hayal ediyoruz.
Oysa o dev yok. Orada bir zebellah var. Adliyelerde, kolluğun davranışında ve devletin her kademesinde onun varlığını günden güne, vakadan vakaya deneyimliyoruz. Erdoğan ve partisi yaratmıyor onları. Aksine, Erdoğan o zebellaha sırtını dayadığı, ondan güç aldığı için bu söylemi üretiyor. Behemoth bizi böyle görüyor ve davalarla, yasal düzenlemelerle, polisin cop ve biber gazıyla, ait olmak istediğimiz toplumdan kopartıp “sürtük” ya da “çürük” ve daha nice yafta ya da hücrelere kapatmaya çalışıyor.
Elimizden alınmaya çalışılan toplumsallık, seçimle, iktidar değişimiyle kurtulmayacak. Mücadelenin başlangıcı, Zvyagentsev’in kahramanı Kolya’nın en başta sergilediği ama sonra arkadaşının yönlendirmeleriyle bastırdığı öfkesini, bir dil ve eyleme dönüştürmesinde.
Bize tek tek, grup grup yaşatılan şey bir toplum oluştan koparılmak. Öncelikle bunu durdurmalıyız. Bunu durdurmanın yolu, seçimi beklemek veya sosyal medya yorumları üretmekten geçmiyor. Yüz yüze, birbirimize değerek, konuşarak, tartışarak, birbirimizin kaşına gözüne bakarak siyaset yapmamız lazım.
Konuşmalıyız, tartışmalıyız, birliğin yollarını aramalıyız. Birlikte ses vermeliyiz. Aklımızı uykudan uyandırmalıyız. Dili kurmalı, dertlerimize sahip çıkmalıyız. O zaman farklı bir gelecek hayal edebilir ve bunu kurarız.
Toplumun olmadığı yerde, tebaa ya da mücrim kılındığımızda, artık biz olmayacağız.
O zaman, toplum yaşamalı.
Onu yaşatmalıyız.
Nereden başlayalım?
Kaynak: Artı Gerçek
***Mutluluk, adalet, özgürlük, hukuk, insanlık ve sevgi paylaştıkça artar***