Huzurevi’nde kalmakta olan eski bir arkadaşımı ziyaret etmek üzere otobüsten indiğimde çevrenin tamamen yabancı olduğunu fark ettim. Yanlış bir yerde indiğimi anlamıştım ama bulunduğum yerin neresi olduğunu anlayamamıştım. Rüyalarımın baş konusu olan “kaybolma”nın yeni bir versiyonu ile karşı karşıyaydım. Tabii ki rüyalarımdaki kadar telaşlanmadım. Sora sora Bağdat bulunurmuş…
Ne var ki, yolda sorduklarımın hiçbiri adını verdiğim huzurevini bilmiyordu. Demek epey uzak bir yere düşmüştüm. Sonunda, bir parkın yanında dinlenmekte olan “çekici” bir trafik kamyonundaki görevlilere aynı soruyu sordum. Şoför mahallinde oturan arkadaş, beklemediğim bir ilgi ve yakınlık gösterip, “navigatöre bakarız abi” dedi, arabadan inip bakmaya başladı. Sonunda huzurevini buldu da ama yol epey uzak görünüyordu. İlerde bir köşkü işaret etti. “Abi, orası cumhurbaşkanının köşkü, yanından bir sokak çıkıyor. O sokaktan gir, dümdüz ilerle, dediğin yere epey yaklaşacaksın. Oralarda da sorarsın artık.” Teşekkür edip yolu tuttum.
Köşkün önünde doğal olarak polis, jandarma ve araçları vardı. Önünden geçip gösterilen yola saptım. Yukarı doğru eğilimli, tuhaf bir yoldu. Tek tük arabalar geçiyordu ama ilerledikçe fark ettim ki, yolda tek bir canlı yoktu, ne insan, ne de bir kedi ya da köpek. Daha da ilginci, kenarda yürünecek kaldırım da yoktu. Yalnızca yolun iki tarafına beyaz boyayla şerit çekilmişti. Arada bir hızla geçen arabalardan sakınarak yukarı doğru ilerledim.
Az sonra, sol tarafta, yüksek duvarlarla çevrilmiş, lüks villalardan oluşan bir site olduğunu fark ettim. İhtişamlı villalar daha tepelik bir arazinin üstünde yükseliyorlardı. Hepsi bir örnekti. Duvar yerine içi görünmez gri camlarla kaplı binalar. Tuhaf bir ruhsuzluk vardı bu binalarda. Zaten yürüdükçe duvarların yüksekliği nedeniyle görünmez oldular.
Biraz ilerde, sitenin ana kapılarından biri olduğu anlaşılan büyük bir kapı gözüme çarptı. Önünde, neredeyse tank büyüklüğünde, kocaman tekerlekleri benim boyuma yakın jip benzeri bir aracı ve hemen ardından ne polise ne jandarmaya ne de bildiğimiz korumalara benzeyen lacivert giysili, bıyıklı nöbetçileri görünce biraz telaşlanır gibi oldum. Daha geçenlerde, 15 gün hastanelerde sürünerek, 58 yıl boyunca peşimi bırakmayan “yoklama kaçaklığı” serüvenimi “askere gitmeye elverişli değildir” raporu alarak sonlandırmıştım ama bu rapor henüz nüfus kaydıma işlenmemişti. Kayıtlı olduğum askerlik şubesinin raporu resmen işleme sokması gerekiyordu. Dolayısıyla, bir kimlik yoklaması yapılsa “yoklama kaçağı” olarak gözaltına alınabilirdim.
Arandığım dönemlerde polis, annemin oturduğu evin kapısını o kadar aşındırmıştı ki, polisten yaka silken annem, son görüşmemizde, her zamanki alaycılığıyla bana, “sokakta polis gördüğümde terbiyeli adımlarla yürüyorum” demişti. O anda ben de annem gibi “terbiyeli adımlarla” yürüdüğümü fark ettim. Buna yol açan, ilerde gördüğüm tank benzeri jip ve bıyıklı ve lacivert özel üniformalı nöbetçiler (gariban güvenlik görevlilerinden çok daha haşmetli bir halleri vardı) değildi yalnızca. Ellerinde, kayışını omuzlarına astıkları devasa makineli tüfekler neredeyse ateşe hazır bir durumdaydı. Yalıların olduğu tarafa bakmamaya çalışarak insansız ve hayvansız yoldan “terbiyeli adımlarla” ilerledim ve makineli tüfeklerin yakınından yukarı doğru yürüdüm. Kocaman kapıdan girmekte olan özel bir arabayı sorgulamakla meşgul oldukları ve tek tük geçen arabalara “geç” ya da “dur” diye işaretler verdikleri için olacak bana pek dikkat etmediler.
Yoluma devam ettim. Artık yüksek duvarlar bitmiş ve birbirine kelepçelenmiş tel engeller başlamıştı. Üstlerinde, içeri atlamayı imkânsız hale getiren yuvarlak tel yumakları vardı. Fakat buranın iyi tarafı, bu korunaklı sitenin iç taraflarını ve yalıları daha yakından gözlemleme olanağı sunmasıydı. Yalılar yine aynı soğukluk ve ruhsuzlukla birbiri ardı sıra uzanıyordu yüksek bir tepeliğin ardında. Telden duvarların ardına, herhalde iç taraflar dışardan biz sıradan faniler tarafından görülmesin diye çam ağaçları dikilmiş ve bu ağaçlar halat benzeri bir uzantıyla birbirine bağlanmıştı. Birkaç yıl geçtikten sonra bu ağaçlar yalıların görülmesini tamamen engelleyecekti.
Yalılarda yaşayan insanları merak ettim. Kimdi bunlar? Neden bu kadar sıkı korunuyorlardı?
İnsansız ve hayvansız yolda ilerlerken cevabı kendi kendime düşündüm. Yugoslav komünist Milovan Djilas’ın Yeni Sınıf adlı kitabını okumuştum yıllar önce. Djilas, bu kitabında, muhalefetteyken toplumsal mücadeleyi büyük fedakârlıklar pahasına yürüten komünistlerin iktidara gelir gelmez, kendi özel daçalarının oluşturduğu siteleri yüksek duvarlarla çevirdiklerini, duvarların gerisine silahlı nöbetçiler diktiklerini, halkla kendi aralarına büyük bariyerler koyduklarını, kendilerini adeta bu bariyerlerin arkasına hapsettiklerini anlatıyor ve bunlara “yeni sınıf” adını veriyordu.
İşte bizim “yeni sınıfımız” da bunlardı. Yıllarca önce, halka özgürlük getirecekleri, vesayet rejimini yıkacakları vaadi ile iktidara gelmiş, kısa süre sonra, muhafazakâr hayat tarzlarına pek uygun düşen bir şekilde kendilerini halktan ayıracak duvarları hızla inşa etmeye girişmiş, o duvarların arkasına hapsolmuşlardı. Tabii o andan sonra da halkın ruh halini hissetmeleri imkânsız hale gelmişti.
Yeni iktidar sınıfı, yeni sınıf buydu işte. İktidar beslemeleri, yüksek bürokratlar, üst politikacılar, seçkin mali çevrelerin mensupları vb vb. yüksek duvarların ve dikenli telli barikatların ardında, lüks ve güvenli yaşamlarını sürdürüyorlardı. Gönüllü hapislik!
Sonunda kelepçeli tellerin bittiği yere ulaştım. Orada tank benzeri bir jip daha vardı ama normal polislerin dışında o korkunç nöbetçiler yoktu. Demek insan, yerine göre normal polislere ya da güvenlikçilere bile razı oluyormuş. Buradaki giriş bir parkla süslenmişti ve en sonunda orada birkaç insan görebildim. Başları kapalı hanımlar ve salıncakta sallanan çocuklar. Bu insani görüntüler bile bana teselli gibi geldi. Köşedeki küçük Atatürk büstüne ise bir anlam veremedim. Belli ki oraya eleştiriden sakınmak üzere konmuştu. Yoksa her parka Atatürk büstü konacak diye bir şey yoktu. Büstün zor fark edilir küçüklüğü de bunu kanıtlar gibiydi.
“Yeni sınıf parkı”nın önünden de geçtikten sonra normal insanların kaldırımlarında yürüdüğü bir sokağa vardım sonunda. Oh be! Huzurevi’ne henüz varamasam da huzura kavuşmuştum!
Kaynak: Artı Gerçek
***Mutluluk, adalet, özgürlük, hukuk, insanlık ve sevgi paylaştıkça artar***