Ukrayna gerilimi başladı başlayalı Avrupa insanı yine NATO ile yatıp NATO ile kalkıyor. Hele NATO’nun genel merkezinin ve askeri başkomutanlığının bulunduğu Belçika’da, biri hariç tüm siyasal partiler ve onların yan kuruluşu olan örgütler, Biden’ın da katıldığı son Brüksel zirvesinden beri bu savaş ittifakının ABD komutası altında mutlaka daha da güçlendirilmesi, Rusya sınırında ya da yakınında ittifaka katılmamış ülke bırakılmaması için tam seferber olmuş durumda…
2. Dünya Savaşı’nın ardından ABD’nin tezgahlamasıyla sırf sosyalist sisteme karşı kapitalist âlemin çıkarlarını savunmak üzere kurulan ve Soğuk Savaş döneminde sadece 16 üyesi bulunan NATO, 1991’de Sovyetler Birliği’nin çökmesinden ve Varşova Paktı’nın dağılmasından sonra, hiçbir varlık nedeni kalmadığı halde, sırf Doğu Avrupa ülkelerini de ekonomik ve askeri kontrol altına almak için varlığını sürdürmüştü.
1999 yılından beri Varşova Paktı üyelerinden Çek Cumhuriyeti, Macaristan, Polonya, Bulgaristan, Estonya, Letonya, Litvanya, Romanya, Slovakya, Çin’in eski müttefiki Arnavutluk ve Bağlantısızlar Hareketi’nden Slovenya, Hırvatistan, Karadağ ve Kuzey Makedonya, birbiri ardına NATO’ya dahil edildiler.
Geriye kala kala eski Varşova Paktı üyelerinden Ukrayna ve Belarus kalmıştı… Bu iki ülkeden özellikle Ukrayna‘nın NATO’ya dahil edilmesi için çevrilen manevralar, kendi Batı bölgesinin tehlikeye düşeceği endişesi taşıyan Rusya’nın bu ülkeye karşı askeri operasyonunu tetiklemekle kalmadı, şimdiye kadar tüm askeri paktlar dışında kalmış olan Finlandiya ve İsveç‘in de kendilerini Rus tehdidine karşı güvenceye alma gerekçesiyle NATO’ya üyelik talebinde bulunmalarına yol açtı.
Finlandiya ve İsveç’in üyelik perspektifi pazar günü Berlin’de NATO Dışişleri Bakanları Gayri resmi Toplantısı’nda görüşülürken, Belçika dijital medyasında ve televizyonlarında yayınlanan röportajlarda ve yorumlarda iki ülkenin ittifaka katılacak olması, özgürlükçü batının yeni bir başarısı olarak alkışlanıyor, NATO’ya övgüler düzülüyordu.
Herkesin tek endişesi, NATO’ya üye kabulü konusunda veto hakkına sahip olan Türkiye Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın iki yeni üyeliği engelleme tehdidinde bulunmuş olmasıydı.
Berlin toplantısının ardından Dışişleri Bakanı Mevlut Çavuşoğlu’nun söyledikleri endişeleri daha da artırıyordu: “Finlandiya ile İsveç’in PKK ve YPG terör örgütleriyle ve mensuplarıyla yaptıkları görüşmeler ve özellikle İsveç’in silah yardımı yapmasıyla birlikte tüm rahatsız olduğumuz konuları açık şekilde sergiledik. NATO’ya üye olacak ülkelerin Türkiye’ye yönelik ihracat izinleri konusunda kısıtlamaları da kabul edilecek bir durum değil. Öncelikle bizim endişelerimizi gidermeleri lazım. Kesin güvenlik garantileri olmalı. Bu diğer müttefik ülkeler için de geçerli…”
Aslında bu, Tayyip’in bu konuda NATO’ya ilk meydan okuması da değil… Beş yıl önce de, 25 Mayıs 2017’de Brüksel’de, bir önceki ABD Başkanı Trump’ın ilk kez katılacağı NATO zivesinden önce, Kuveyt dönüşü uçakta karşısına dizdiği beşuş çehreli “akredite” gazetecilerine yüksekten attırmıştı: “NATO’da beraber olduğumuz ülkeler terörist PYD/YPG ile işbirliği yapıyor. Bu yenilir yutulur birşey değil. PYD’ye, YPG’ye birileri destek veriyorsa demek ki PKK’ya da destek veriyordur. Olay bu. Onun için NATO’da falan A’dan Z’ye gündeme getireceğiz.”
Daha birkaç ay öncesine kadar Strasbourg’taki Avrupa Konseyi‘nin ve Brüksel’deki Avrupa Birliği‘nin parlamentolarında ardı arkası gelmez “insan hakları ihlalleri”nden dolayı sürekli eleştirilen, Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi‘nde sürekli sanık statüsünde bulunan bir devletin birden bire sütten çıkmış ak kaşık gibi savcı ve yargıç donuna girmesi, insan hakları ihlallerinin en düşük olduğu iki devlete dahi muhaliflerle görüştükleri için veto tehdidinde bulunması, Avrupa diplomasi tarihine en traji-komik sayfalardan biri olarak geçecektir.
Ancak, olayın Türkiye’deki islamo-faşist rejimi ilgilendiren yanı ne denli traji-komikse, en eski üyelerinden biri olan Türkiye’de tam üç askeri darbe tezgahlatmış olan NATO’nun uluslararası siyaset arenasında birdenbire demokrasi ve özgürlükler savunucusu ittifak olarak boy göstermesi, Türkiye’nin siyasal güçlerinin büyük kısmı tarafından bu sahtekârlığından dolayı alkışlanması da o denli büyük bir skandaldır.
CHP lideri Kemal Kılıçdaroğlu, 22 Şubat 2022’de Reuters Ajansı’na verdiği demeçte “Biz NATO’yu sadece bir savunma aracı, kurumu olarak görmüyoruz. NATO artık bugün, 21. yüzyılda aynı zamanda demokrasinin de bir güvencesidir” diyor. 2 Mart 2022’de Fox TV’nin bir programında da “Biz NATO ittifakının bir parçasıyız. NATO’nun öngördüğü şekilde çalışmak zorundayız” diyerek seçim sonrası cumhurbaşkanı olursa nasıl bir teslimiyet ilişkisi içinde olacağının da güvencesini veriyordu.
Hayır… Türkiye’nin NATO’ya katıldığı, üstelik de NATO’nun Güneydoğu Kara Kuvvetleri ile 6. Müttefik Taktik Hava Kuvvetleri‘nin İzmir kentinde üslendiği 1952 yılında mesleğe başlamış bir gazeteci olarak, tam 70 yıldır bu ittifakın Türkiye’ye özgürlük ve demokrasi değil, sadece ABD’ye ekonomik, askeri ve ideolojik bağımlılık getirdiğinin, dahası 10’ar yıl arayla üç askeri darbe yaptırdığının tanığıyım.
Türkiye NATO’ya hangi koşullarla katılmıştı, unutulmasın… 1950 yılında komünistlere karşı savaşmak üzere Kore’ye 4500 kişilik bir tugay gönderme, ardından ünlü 1951 Komünist Tevkifatı‘nı başlatma karşılığında…
1960 yılında Menderes’in despotik yönetimine karşı gençliğin haklı direnişi iktidarı erken seçime gitmeye zorlarken duruma el koyarak 27 Mayıs darbesini yapan cunta, Türkiye radyolarında Albay Alparslan Türkeş‘in ağzından “NATO’ya, CENTO’ya bağlıyız” yemini ediyor, ardından da Pentagon’un dayattığı şekilde Türk Ordusu subaylarının kapitalist sınıfa entegre edilmelerini sağlayacak OYAK projesini uygulamaya koyuyordu.
12 Mart 1971 ve 12 Eylül 1980 darbelerinin Türkiye’de güçlenen sol hareketi ve anti-emperyalist direnişi hedef almış olması, işçi sınıfının, devrimci gençliğin, Kürt direnişinin ezilmesi için kontr-gerilla operasyonları, idam, işkence, ağır hapis, sürgün, meslekten uzaklaştırma, vatandaşlık kaybettirme uygulamaları NATO’nun bu darbelerin ardındaki rolünün inkar kabul etmez kanıtlarıdır.
Sadece Türkiye mi?
İşte NATO’nun ve onun iplerini elinde bulunduran ABD’nin dünyanın dört bir yanında tezgahladığı darbeler ve savaşlar:
- 1953’te İran Başbakan Muhammed Musaddık’ın patrol sanayiini millileştirdiği için darbeyle devrilmesi,
- 1954’te Guatemala Devlet Başkanı Jacobo Arbenz’in United Fruit Company’yi millileştirmek istediği için darbeyle devrilmesi,
- 1960’da Kongo’nun ilk başbakanı Patrice Lumumba’nın askeri darbeyle devrilip alçakça katledilmesi,
- 1963’de Güney Vietnam’da Devlet başkanı Ngo Dinh Diem’in askeri darbeyle devrilmesi,
- 1964’te Brezilya Devlet Başkanı Joao Goulart önderliğindeki hükümetin devrilmesi,
- 1965’te Endonezya Devlet Başkanı Sokarno’nun devrilmesi ve Endonezya Komünist Partisi üyesi ve sempatizanı yarım milyon insanın “komünist avı”nda katledilmesi,
- 1967’de Yunanistan’da Albaylar Cuntası’nın darbesi,
- 1973’te Şili’de sosyalist Devlet Başkanı Salvador Allende’nin devrilmesi,
- 1990’da Nikaragua’da Sandinist’lere darbe,
Günümüzde de, Tayyip iktidarının sadece Türkiye’de değil, komşu ülkelerde Kürt Ulusu’na karşı sürdürdüğü imha operasyonları, Libya ve Kafkasya’daki fütuhat girişimleri karşısında da NATO kör ve sağırdır.
Çavuşoğlu Berlin’deki NATO toplantısında veto’lu şov yaparken, Türk Ordusu’nun güneydeki operasyonları konusunda Irak’ta Cumhurbaşkanı Beerhem Salih ile görüşüp dönen HDP heyeti, Tayyip diktasının Ukrayna krizi sırasında NATO ve Avrupa ile olan ilişkilerinde sağladığı avantajdan faydalanarak, bölgede saldırılarını arttırdığına dikkat çekerek şöyle diyordu:
“Ukrayna’da barış havarisi kesilenler bölgede adeta savaş baronluğunun bir gücü olarak hareket ediyor, bölge halklarına ciddi anlamda yıkım, yoksulluk, sefalet getiriyorlar.”
NATO özgürlük ve demokrasi savunucusu mudur, yoksa savaş ve darbe kışkırtıcısı mıdır?
Çok uzakta değil, Türkiye’nin kendi içinde, komşu ülkeler topraklarında ve denizlerinde yaşananlar ortada.
Türkiye’nin demokratikleşmesi ve halklarımızın özgürlüğü için “helalleşmeci” nutuklar çeken muhalefet liderleri “Biz NATO’yu sadece bir savunma aracı, kurumu olarak görmüyoruz. NATO artık bugün, 21. yüzyılda aynı zamanda demokrasinin de bir güvencesidir…” safsatalarını bir yana bırakıp HDP’nin, 60’lı yıllardan beri Türkiye’nin tam bağımsızlığı için mücadele veren sol devrimci güçlerin sesine kulak vermelidirler.
Türkiye NATO üyesi ve ABD’nin vazgeçilmez müttefiki olarak kalmaya devam ettiği sürece bu ülkede demokrasi de olmaz, özgürlük de olmaz!
Kaynak: Artı Gerçek
***Mutluluk, adalet, özgürlük, hukuk, insanlık ve sevgi paylaştıkça artar***