YORUM | PROF. MEHMET EFE ÇAMAN
Güvenliğe dair kolektif tarihsel hafızası, NATO’yla uyumlu güvenlik politikalarına engel olan bir ülke görünümünde Türkiye – oradan oraya savruluşun dış politikası, artık belli ki enfeksiyonu güvenlik politikalarına da bulaştırmış durumda. NATO müttefiklerinden “onlar” diye bahseden karar alıcılar tarafından yönetilen Türkiye’de NATO ve Batı’yla yabancılaşmanın sonucunda dış ve güvenlik politikalarının akamete uğraması bir sürpriz mi? Evet, Türkiye’yi yöneten kadrolarla alakalı görünen bir olgudan bahsediyorum. Ama sorun salt bu otoriter rejimin güç paydaşları mı? Erdoğan ve AKP, 17 Aralık 2013’ten sonra kendileri açısından rasyonel nedenlerle Batı yönelimini terk ettiler. Yani Avrupa Birliği’ne (AB) girmek ve cumhuriyetin klasik Batı istikametinde devam etmek konusundaki tutumlarını terk ettiler. İttifak kurdukları Avrasyacı derinler, 28 Şubat’tan beri Türkiye’nin Batı yöneliminin üniter ve merkeziyetçi, Türk-üstünlükçü, ideolojik (Kemalofaşist) devletin altını oyduğunun ve ülkeyi liberal demokrasiye yaklaştırdığının farkındaydılar. Daha o dönemlerde AB’nin Kopenhag Kriterleri’ne karşı çıktılar. Sebebi, AB sürecinin Kürtlere özerklik ve anayasal statüye evrileceği ve ülkeyi ademi merkeziyetçiliğe yönlendireceğinden endişe duymalarıydı. Bunları düşünenler, Türk Silahlı Kuvvetleri’nde (TSK) önemli konumlara gelmiş subaylardı. İstiyorlardı ki Türkiye hep içine kapalı, kendi değerleriyle yaşayan, evrensel değerlerle bütünleşmeyen, modernleşmeci ama kendi nevi şahsına münhasır bir devlet kalsın. NATO’daki gidişat da Türkiye’yi AB’nin değerlerinin giderek daha başat rol oynadığı bir güvenlik mimarisine entegre edecek ve benzer sonuçları tetikleyecekti. Bunlardan çok rahatsız olan bir güvenlik eliti 1990’lara ve 2000’lere giderken ülkenin kaderinde rol oynamaya başladı.
Önceleri bu modernleşmeci Kemalist askeri-bürokratik kesimler kendi Kemalist ajandalarında ısrarcıydılar. Fakat AKP’li Türkiye 2013’e geldiğinde karşılarına her şeye razı bir Erdoğan ve yolsuzluğa batmış bir İslamcı kesim çıkmıştı. İslamcıların anti-Batıcı retoriği ustalıkla kendi tabanlarına enjekte edebilme yetisini keşfettiler. MHP ve CHP gibi kendilerine ideolojik olarak görece çok daha yakın politik hareketler de kendi açılarından anti-Batıcı söylemleri kabule eğilimliydi. MHP Türkçü-Orta Asya’cı Turancı temelleriyle, CHP anti-emperyalist Kurtuluş Savaşı resmi anlatısı üzerinden bu anti-Batıcı algıya kolaylıkla uyum sağladı. Böylece Türkiye ölçütlerinde sol da sağ da diyebileceğimiz siyasal kamplar, AB ve NATO gibi oluşumlardan zihnen koptular. AB’nin Türkiye’nin üyeliği konusunda isteksizliğini belli etmekten kaçınmaması da bu süreci kolaylaştırdı. NATO’da ise özellikle Obama ve Trump dönemlerinde giderek bir gevşeme yaşandı. Batılı güvenlik çevreleri dâhil birçok uzman, bürokrat ve siyasal karar alıcı NATO’nun gerekliliğini sorgulamaya başladı.
Türkiye Arap Baharı’yla beraber açıktan Ortadoğu’da kendi ajandasını takip etmeye girişti. Başlangıçta Suriye’de Özgür Suriye Ordusu’nu (ÖSO) eğitme-donatma misyonunda etkin rol oynadı ve NATO ile ABD’nin yanında yer aldı. Fakat zamanla ÖSO’nun cihatçılığa kaydığını gören Batı desteği kesti. Ankara’daki hayalciler ise Şam Emevi Camii’nde Cuma namazı kılma hayalleri kurarken, gırtlaklarına kadar Ortadoğu batağına saplandılar. Bu çerçevede Türkiye El Kaide, El Nusra, IŞİD ve diğer irili ufaklı cihatçı terörist grupların lojistiğini üstlendi. Tümüyle öngörülemez ve raydan çıkmış bir bölgesel politika izlemeye başladı. Türkiye bu dönem cihatçıların transit geçiş güzergâhı oldu. Ankara bu cihatçı terör şebekelerine silah ve mühimmat yağdırdı, istihbari destek verdi, tıbbi destek sağladı, parasal yardımda bulundu. Tüm bunlardan daha vahim olmak üzere, Ankara rejimi bu terörist şebekelerle ortak askeri operasyonlara girişti. Türkiye’nin Suriye’de gerçekleştirdiği her türlü uluslararası hukuka aykırı askeri operasyonda bu cihatçı “müttefikleri” TSK unsurlarıyla beraber sahada görev yaptı. Ankara bu grupların organizasyonunda SADAT gibi paramiliter yapıları kullandı, MİT ve TSK üzerinden de bu gruplarla işbirliği kurdu. Tüm bunlar NATO’nun gözleri önünde yapılıyordu.
Bu arada Ankara Rusya ile ilişkileri stratejik boyuta taşıdı. 15 Temmuz 2016 sözde darbe teşebbüsü akabinde üst düzey rejim mümessilleri birçok kez ABD’nin ve diğer Batılı müttefiklerin bu darbe kalkışmasının arkasında olduğunu açıkça ilan etti. Bu dönemde anti-ABD, anti-AB ve anti Batı söylemleri pik yaptı. Türkiye Almanya ve Hollanda gibi üst düzey ticari ortaklarıyla da ciddi sorunlar yaşamaya başladı. Diğer taraftan Rusya’ya nükleer santral yaptırmaktan, Rus S-400 füze sistemlerini almaya kadar birçok hamle yapıldı. Bu hamleler Türkiye’yi NATO’dan ve Batı’dan koparırken, onu Moskova’nın yörüngesine soktu.
Suriye’de sahada da Rusya’ya yanaşan Ankara rejimi, ABD’nin Suriye Kürtleri’yle IŞİD’e karşı giriştiği mücadelenin altını oydu. Bu esnada IŞİD’le petrol ticareti konusu ortaya çıktı. Dahası Türkiye’nin İslamcı cihatçı terörist gruplarla girift ilişkilere girmesi, Batılı başkentlerde NATO üyesi Türkiye’ye karşı ciddi kaygılar uyandırdı. Ancak Türkiye’de bulunan milyonlarca Suriyeli sığınmacı, Batı’nın Ankara rejimine yönelik sert bir tutum izlemesini zorlaştırıyordu.
Elbette 15 Temmuz 2016 sonrası TSK’daki ve Türkiye devletindeki emsalsiz tasfiye operasyonu da bu olayların üzerine tuz biber ekti. Bir NATO ordusu düşünün, bu ordunun tüm general ve amiral toplam sayısının yüzde ellisi terörist ve darbeci oldukları iddialarıyla tasfiye edilmiş olsun. Dünyanın neresinde olursa olsun böyle bir olaya normal demezler. Bu bir sivil darbeyi çağrıştırır. Ki bu olay gerçekleşirken, bahsettiğim Rusya yönelimi ve Batı’dan uzaklaşma meydana geliyordu. Tutuklanan subayların büyük çoğunluğu Türkiye’nin Batıyla, AB’yle ve NATO’yla uyumlu ilişkilerini tercih eden, kısaca Batı yanlısı diyeceğimiz, maceracılıktan uzak subaylardı. Derin Avrasya ekibinin sözcülerinden Perinçek, bu tasfiye edilen subayları Atlantikçi, NATO’cu subaylar olarak niteliyordu. Ve TSK’daki tasfiyenin NATO ve ABD ilişkilerini bitireceğini öngörüyordu. Bu grup, her istediklerini yapan Erdoğan ve onun kişisel partisine dönüşmüş olan AKP’den çok memnundular. MHP de bu grupla sıkı fıkı ilişkilere sahipti. Ve Batı ittifakının dışına doğru ivme kazanmış olan yönelimi destekliyordu.
Türkiye 2022 itibarıyla hukuken NATO üyesi olan, ama fiilen NATO’da sürekli sorun çıkartan ve ittifakın ana yönelimiyle taban tabana hareket eden bir ülke konumunda. Adeta Putin’in Truva atı gibi hareket ediyor. Rusya Ukrayna’ya saldırdıktan sonra Türkiye’yi yönetenler ne Türkiye hava sahasını Rus uçaklarına kapattı, ne Rusya’ya herhangi bir yaptırım uyguladı, ne de Ukrayna’ya yardım etti. NATO üyeliğine karşın garip bir “tarafsızlık” politikası izledi. Dahası, işgalin ardından Rus oligarklara sınırlarını açtı. Adeta onlara güvenli bir liman sundu. Böylece NATO yaptırımlarını sulandırdı. Son olarak Moskova tehdidi nedeniyle NATO’ya üyelik başvurusunda bulunan İsveç ve Finlandiya’ya engel oldu, onların NATO’ya hızlandırılmış katılım stratejisini veto etti. 29 NATO üyesinin oybirliğiyle destek olduğu bir katılıma tek başına engel çıkardı.
Türkiye gerçekten bir NATO müttefiki mi?
Şu bir gerçek ki, bugün üyelik başvurusu yapıyor olsaydı İslamofaşist Türk rejiminin NATO üyeliği asla söz konusu olamazdı. Türkiye, Çin Halk Cumhuriyeti’nden daha fazla gazeteci hapseden, temel hak ve özgürlüklerin sistematik olarak ihlal edildiği (ve bunların AİHM tarafından da belgelendiği), ulusal iradeyle seçilmiş milletvekillerini hapseden, kendi vatandaşının anayasal garanti altında olan haklarını ihlal eden, milyonlarca insanı hukuksuzca fişleyen ve takibata alan bir otoriter rejimdir. Bugün NATO aynı niteliklerde başka bir rejime, Rusya’ya karşı pozisyon aldı. Oysa NATO üyesi Türkiye Rusya’yla aynı rejime sahip! Üstüne üstlük Erdoğan Türkiye’si Moskova’nın bir uydusu gibi hareket ediyor. Tümüyle güvenlik endişeleri nedeniyle ittifaka katılmak isteyen iki ülkeye, tüm Batı dünyasının kayıtsız şartsız desteğine karşın engel çıkartıyor. Dahası gerekçe olarak İsveç ve Finlandiya’nın Türkiye rejiminden kaçan Kürt siyasetinden ve Gülen grubundan muhaliflere ev sahipliği yapması açıkça telaffuz ediliyor. Bu iki ülkenin Ankara’ya istediği kişileri teslim etmesi talep ediliyor. Oysa temel sorun şu ki İslamofaşist Erdoğan rejimi önüne geleni terörist ilan ediyor. Batı’daki demokratik hukuk devletleri durumun farkında ve Erdoğan’ın şantajına boyun eğmiyorlar.
Bu koşullarda Türkiye’nin fiilen NATO üyesi olarak muamele görmediği açık – fakat bundan daha da kötüsü, artık Batılı başkentlerde önemli isimler Ankara’nın NATO üyeliğinin sonlandırılmasını açıktan dillendirmeye başlamış durumdalar.
70 yıllık istikrarlı bir NATO üyesi olan Türkiye, kifayetsiz hırsızlarla ideolojik fanatiklerin koalisyonunda tüm dış kredibilitesini yitirdi ve ciddi bir güvenlik açığıyla karşı karşıya kaldı. İğneyle kuyu kazılarak elde edilen değerli ortaklıklar aynın Türkiye’nin demokratikleşme kazanımları gibi sıfırlandı. On yıllarca telafi edilemeyecek bir zarardır bu. Bunun günlük siyasetle falan alakası yok. Ülkenin geleceğini ilgilendiren güvenlik arka planı, birkaç yıllık har vurup harman savurma ve savrulma dönemiyle beraber tümüyle yok oldu. Nato kafa nato mermer bir yönetici grup tarafından NATO üyeliğinin içi boşaltıldı.
Oysa muhalefetin bu konuda hiçbir eleştirisi veya strateji alternatifi yok. Bilakis, Kılıçdaroğlu ülkedeki ABD üslerinin kapatılmasını talep ediyor. Çünkü halk bazında her siyasal kesim tabanında prim yapan bu kurusıkı milliyetçi duruş. Türkiye’yi zor günler bekliyor. Daha da önemlisi, kısa zamanda telafisi mümkün olmayan bir hasar söz konusu.
Türkiye’de bu haberi engelsiz paylaşmak için aşağıdaki linki kopyalayınız👇
Kaynak: Tr724
***Mutluluk, adalet, özgürlük, hukuk, insanlık ve sevgi paylaştıkça artar***