Sen ısrarla sordukça, “Onu unut, bir daha gelmeyecek, öyle biri yok artık!” demişlerdi sana da.
Benim gibi kimselere benzemeyen çocuklara bağlanmıştın sen de. İçindeki bir yeri sızlatan, nedense sende hep çocukluğunu anlatma isteği uyandıran, uçarı ve aslında çok da iyi fark ettikleri bir uçurumun kenarında yaşamayı seçen…
İkimiz de her defasında şaşmıştık, neden hayat böyle, neden sokaklar hızla bizden saklanıyor, neden çok konuştukça kendimizden giderek uzaklaşıyoruz ve neden bizi başkaları, başka insanlar hep aşağı çekiyor, tüketiyor diye… Önce bize görünürdü aramızda herkesten önce ölecek insanın gözlerinin önünden geçen bulut… Bilirdik ki ikimizin de içinde insan içine çıkmamış ama her şeyin farkında, her şeyi gören ve sesini içimizdeki endişelerin kıstığı bir keşiş vardı. Vardı ama dünya birçok savaştan sonra bizi birer pazarlamacı yapmayı başarmıştı işte.
Ama biz bu yanımızı unutmuş gibi yapar, kaçış ve özgürlük hikâyeleri anlatarak birbirlerini avutan mahkûmlar gibi ve bu durumdan bir gün kurtulacağımıza kendimizi inandırmak istercesine birbirimize keşiş yanlarımızı pazarlardık: Evimize gelen ve sonra kaybolan garip adamları; bizde çocukluğumuzu anlatma arzusu uyandıran, içimizdeki bir yeri sızlatan, uçurumun kenarında yaşayan aşklarımızı başkalarının bizi aşağı çektiğini, aramızda herkesten önce ölecek insanların gözlerinin önünden geçen bulutlardaki sırrı…
Seni iş ararken, güç bela bulduğun bir işe alınman için ölçülü, cana yakın, kibar gözükmeye çabalarken nasıl da duygularını, biriktirdiğin anıları yüzüstü bıraktığını; evine dönünce, yalnız kaldığında bütün bu yaptıklarının acısını kendinden nasıl da çıkarttığını hissediyorum.
Sinemacı, oyuncu; olmadı, dansçı olmayı arzuluyordun; oysa şimdi bir iş bulup evinin kirasını ödeyebilmek için mahcup oyunlar, kaçamak danslar yapıyorsun. Evine gönderilen faturalara, makbuzlara bakarken kasılan kalbini, birilerinden borç para bulabilmek için telefon defterini heyecanlı bir kaygıyla karıştırmanı düşünüyorum. Sonra vücuduna bakıyorsun: Bilinmedik bir uzaklıkta seni çok düşündükten sonra sana küsmüş, belki de kaybolmuş birine bakar gibi oluyorsun. Daha da uzaklaşıyor vücudun senden. Saçlarından, gözlerinden, göğsünden bacaklarından daha zaman istiyorsun. Zaman istiyorsun onlardan, esirgeyen uzlaşmacı, kendini aldatan zamanlardan biraz daha; tıpkı benim gibi…
“Ölmeyi bekliyorum bir an önce, bitip geçsin her şey, ölüm gelsin,” diyordu. Bu benim yaşamım olamaz, ben sürgündeyim. Ya fazlayım, ya eksiğim. Ve bir hata, bir suç, hep bir yanılgı gibi yaşıyorum. Bu dünyaya göre oluşmamışım da, sanki farklı bir maddeden yapılmış gibiyim. Ama bir taraftan da dişini sıkıp, sevmediğin bir işte çalışıp biraz olsun para kazanıp, bu paralarla zaman satın almayı düşündüğünü söylüyorsun bana. Ulaşılması geciktikçe büyüyen hayallerin esirgeyecek, yol gösterecek, onlara ne denli geç olsa da hep bir fırsat tanıyacak zamanları.
Gerekirse duygularını daha uzun süre yüzüstü bırakabilir, kendinden vazgeçebilir, ayaklanıp seni engellemesinler diye onları çiğneyebilirdin. Biliyordum, bütün bunları beni kendinden uzaklaştırmak için anlatıyordun biraz da. Çünkü ben senin benzerindim ve insan âşık olmak için benzerini arardı yıllar boyunca. Ama ikimiz de derinden derine anlamıştık ki, ne denli yoğun duygularla saklanmış olursa olsun benzerler arasındaki aşk, bu çirkin, bu acımasız dünyayla karşılaştığında ışığı gören filmler gibi solar, kaybolur, anlamsızlaşır; kurtuluşumuz olacağını sanıp onu yaşamaya kalktığımızda belki de bu yüzden her defasında insafsızca öç alırdı bizden…
Bir türlü benimseyemediğimiz ama yine de bizi aşağı çeken, tüketen, içimizi acıtan başkalarından kaçıp sığındığımız evlerimizde bizi kuşatan ve her yakınlığımıza, her hayalimize, her hasretimize sızan parayla ve parasızlık duygularımızla kendimizi bir sürgün, bir yara, bir hata hissettiğimiz bu dünyada ölümü beklerken bile kendimizi yine de koruma kaygısıyla ve artık gerçekte ne olabileceğini bile düşünmediğimiz gözleri oyulmuş beklentilerle yaşayıp gidecek miydik böyle?..
Hatırlar mısın, seninle soğuk bir kış sabahı, geceyi sadece çırılçıplak vücudunu örttüğü delik deşik olmuş bir battaniyeyle geçirmiş olan bir kadın görmüştük? Her zorluğa alıştırdığı vücuduyla nasıl da gururlu, nasıl da tavizsizdi.
Kimse ona bir şey yapamıyordu. Gelenekler, yasalar kurallar onu hiç ilgilendirmiyor; o polislerden değil, polisle ondan çekiniyor; gece adamları, gaspçılar, zorbalar ona asla dokunamıyorlardı. Sonra da, “İşte,” dedin, “onca savaştan sonra aşkın son kalesi belki de bu kadın, bu kadının yaşadığı bu hayat!..” Beni de inandırmıştın buna. Belki de ancak böyle yaşadığımızda çocukluğumuzda görüşmemiz engellenen o garip, o çok uzak, o çok yakın insanlarla yeniden karşılaşacak; sokaklarımız bize geri dönecek, başkaları bizi aşağıya çekecek gücü bulamayacak, aramızda herkesten önce ölecek insanların gözlerindeki bulutun sırrını öğrenecektik.
Belki de ancak böyle yaşadığımızda kaldığımız yerden çocukluğumuzu birbirimize anlatmaya başlayacak, birbirimizin içinde uyandırdığımız sızıyı şımartacak, uçurumun kenarına terk ettiğimiz aşkımıza sahip çıkacaktık…
Çünkü ancak böyle yaşadığımızda oluşan ve her geçen gün içimizdeki keşişi biraz daha derinlere gömmeye çalışan pazarlamacı kişiliğimizden kurtulabilecektik.
Kaynak: Artı Gerçek
***Mutluluk, adalet, özgürlük, hukuk, insanlık ve sevgi paylaştıkça artar***