Son balo bir hayli renkliydi.
Kimler yoktu ki.
Sosyeteye yeni takdim edilen genç kızlar mı ararsınız, öldüğü halde ayakta dolaşan ölüler mi ararsınız, tavırlarıyla “ben kuralları takmam ve ceketimi de iliklemem” diyen şımarık kolej (ya da public scholl) bebelerini mi ararsınız, baloya katılmaktan son derece şerefyab olduğu için yüzünden o minnet dolu gülümseme hiç düşmeyen aracı firma temsilcileri mi ararsınız, toplulukta henüz yeni oldukları her hallerinden belli, terbiyeli terbiyeli dolaşan, eskilerle el sıkışmak için fırsat kollayan yeni katılımcıları mı ararsınız, topluluğun eskilerinden olduğunu her haliyle belli eden ve yenileri eskilerle tanıştırmayı iş edinmiş, tersten el sıkışarak “güven” vermeye, aynı zamanda da, beden diliyle, “ben senden üstünüm, el sıkıştığıma dua et” diyen eski kulağı kesikleri mi ararsınız…
Çok şenlikli bir baloydu. Balodakiler en sonunda “aile fotoğrafı” çekilmek üzere kameraların karşısına geçtiği sırada ortalık iyice şenlenmişti.
Herkes, takındığı pozla, topluluktaki yerini gösterme peşindeydi. Fotoğrafta en sağda görünen aracı firma temsilcisinin yüzündeki, “ben de sizdenim, görün yani” diyen minnet dolu ifadeyi unutmak mümkün değil. Gerçi “Görün yani” diyordu bu gülümseme ama belki de en sağ tarafta biraz dışlanmış duruşu dolayısıyla onu görenler bile pek kaale almıyorlardı. Oysa, kendisi, hele yeni katılımcılarla karşılaştırıldığında, topluluğun bir hayli eski bir üyesiydi.
Buna rağmen, “üst kattakilerin” “bodrum katındakileri” küçümsemelerinden doğan aşağılık kompleksini yenememiş gibi bir hali vardı. Gözleri hep “üst kattakilerin” üzerindeydi. Belli ki yenilere pek o kadar önem vermiyordu. İlla eskilerin ve üsttekilerin kendisini görmesini, el sıkışmasını bekler gibiydi. “Üst kattakiler”, o rahat ve kendinden emin halleriyle ortalıkta dolaşır, hatta birbirleriyle ayaküstü şakalaşırken onları izliyor, kendi tarafına doğru gelmeleri için gözleriyle adeta yalvarıyordu.
Eskiler ve “üst kattakiler” birbirlerine ara sıra yumruklarıyla ya da dirsekleriyle dokunup oradaki varlıklarını karşılıklı olarak onayladıktan sonra bir başkasına yöneliyorlardı.
Elbette eskiler olarak hep aralarında konuşmaları ayıp kaçardı. Bu yüzden “eşitlik” gereği yenilere de biraz gülücük dağıtmaları, hatta onlarla da ilgileniyormuş gibi yapmaları gerekiyordu.
Ve bunu oldukça doğal ve samimi bir havada yapmalıydılar. Bu görevi en iyi yerine getiren, ortalıkta lastik top gibi dolanan genç ve dinamik şahsiyetti. Fotoğraf çektirmek üzere üç sıra halinde dizilmiş “aile üyeleri” arasında dolaşıyor, laf atıyor, gülümsüyor, el sıkışıyor, şaka yapıyor, birinin omzunu patpatlıyor, öbürünün kolunu sıkıyor, bir diğerinin dirseğinden tutup samimiyet gösterisi olarak itekliyor, böylece hiç kimseyi ihmal etmemiş oluyordu.
Elbette sağ tarafta, uçta bir yerde edindiği yeri kaybetmemek için yerinden kıpırdamayan aracı firma temsilcisine de yabancılık hissetmemesi için gereken ilgiyi gereken ölçüler içinde gösteriyor, onunla da tersten el sıkışıyor, bir iki laf ediyor (aracı, neyi ne kadar anlıyordu o başka tabii, zaten ne söylense o zavallı gülümsemesiyle cevap veriyordu), sonra, onu belki biraz fazla köşede bulduğundan, “üst kattakilerden” birinin yanına itekliyor, tanıştırıyor ya da konuşmalarını istiyormuş gibi yapıyordu.
Böyle topluluklarda ve böyle anlarda insanların davranışları ve birbirlerine karşı tavırları, ufak mimikleri çok önemlidir. Her biri, bir makalede yer alan fikirler kadar anlamlıdır, sosyete yazarları bu vücut dilinden çok iyi anlar.
Hele şu “public school”lu şımarık bebeye bakın. Okulda yetiştirilirken, geleneklere uygun olarak dize yatırılıp kıçı tokatlanarak cezalandırılmasının hiçbir faydasını görmemiş, belli.
Dinamik “zıpzıp topu”nun sosyal bağları kurmaya yönelik aşırı çabasının tersine, dünya umurunda değilmiş gibi davranıyor. Sanki, “kim takar sizi lan” der gibi bir hali var. “Ufff, çok sıkıldım, aile fotoğrafı mıdır, ne zımbırtıdır, hadi çeksinler şunu artık da işimize baksak, ne bu ya…” der gibi atıyor adımlarını.
Yani vücut dili bunu diyor. Ceketinin önü, diğerlerinin tersine açık, kravatını gevşetmiş, göbeğini ortaya sermiş. Saç baş zaten her zamanki gibi dağınık. Herkes durup bir tarafa bakarken o tam ters tarafa bakıyor. “Ben sizden ayrıyım oğlum, hiçbirinizi takmam” demek istiyor adeta. Ağzının kenarında, orada bulunanları küçümseyen pis bir sırıtma. Ona söz geçirecek, “beyfendi şöyle biraz toparlansanız” diyecek bir otorite yok, “public school”un “kıç döven” öğretmenleri de yok. İsterse biri cüret etsin bir şey söylemeye.
Yanıt bile vermez. Döner gider. Bana soracak olursanız, içgüdüsel bir sınıf tavrı bu. Bu tür zengin çocuklarını bilirim. Çevrelerini ne kadar küçümserlerse o kadar saygı duyulur onlara. Hatta kızlar, hiç de yakışıklı falan olmadıkları halde böylelerine ilgi duyar, peşlerinden koşarlar. Gençliğimde çok karşılaştım bunlarla. Ah şu adaletsiz dünya!
Ortalıkta dolaşan “ölü”müz ise bir başka alem. Mum gibi, kalıp gibi. Dimdik yürüyor ama bu dik yürüyüşte ilk bakışta dikkat çekmeyen bir sarsaklık var. Daha doğrusu, aslında yürümekte zorluk çektiği için adımlarını dik dik atıyor. Robot adımları. Sağa sola dönüşleri de öyle. “Kıt’a dur” diye bir komut gelse pat diye duracak sanki.
Yüzü de ifadesiz. Gülüyor ama önceden surata yapıştırılmış bir gülüş sanki bu. “Artık gülmeyi bırak” diye bir komut gelse bunu uygulayacağı kuşkulu. Kısacası, programlanmış ve anlık tepkilerden yoksun bir yüz. Şimdi on beş dakika gülümseyecek, ardından on dakika kadar birini dinleyen adam moduna girecek, ardından düşünen adam olacak. Sonra ağır ağır konuşmaya başlayacak. Bu ses de derinlerden bir yerden gelecek. İşte böyle olduğu içindir ki, balonun sonunda yaptığı hiddetli konuşmada skandal sayılacak laflar edebildi.
Çünkü o konuşma da önceden programlanıp beynine yerleştirilmişti. Dolayısıyla o saatten sonra, bunun yanlışlığını fark etse bile düzeltmesi imkânsızdı. Sonuç olarak, onun bir yazılım olduğunu söyleyebiliriz. Gözlüklerinin arkasından, ifadesiz ölü balıkgözleriyle bakan davet sahibi şahıs gibi.
Özellikle eskiler arada bir espri falan yapıp gülüyorlardı da. Benim için çok merak konusudur, bu tür davetliler acaba ne gibi espriler yaparlar, nelere gülerler. Tabii o mesafeden duymamız, anlamamız mümkün değil ama gülüyor olmaları onların da insan olduklarını düşünmemize yol açıyor. Ha ha ha… Bir yandan da bunlar sahte gülüşlermiş gibi bir kuşku var içimde. Aracı firma temsilcisine bakıyorum. O zaten hep tebessüm halinde. Biri yanına yaklaşıp “senin…” diye başlayan oturaklı bir küfür savursa yine gülecek. Zaten denilenleri anlamıyor ki. Öyle sıkıştırılmış İngilizce kurslarıyla esprileri anlayacak düzeye gelemez insan kolay kolay.
Eskiler pek rahat, hatta küstah bir havadalar. Yeniler, ilkokula yeni başlayan çocuklar kadar terbiyeli ve çekingen. Genç kızlar, toplulukta biricik olmanın tadını çıkarıyor gibiler. Herkese mutlu gülücükler dağıtmaları bunun göstergesi sanki. Biraz da flörtif bir havadalar. Ne yazık ki, bu baloda ne müzik ne de dans var.
Hayalet şahıs, konuşma yaparken ayağını yere vurarak falan rakiplerini değilse de dinleyenleri korkutmaya çalıştı. Bu yolla mahalleye korku salan bir kabadayıya mesaj vermeye çalıştığı ileri sürülüyor. Ne var ki, mahalle kabadayıları böyle esip gürlemelerden pek korkmazlar. Malaparte, hiçbir şeyden korkmayıp, sadece hayaletten felaket korkan De Foxa adlı roman kahramanını anlatır uzun uzun. Hatta, ünlü Kaputt romanında anlattığına göre, o savaş ortamında, Varşova’da, bir “kadın hayaleti” görmeye bile gitmişler birlikte. De Foxa, apartmandan çıkan “hayalet kadın”ı görünce korkudan titreyerek Malaparte’nin koluna sarılmış. “Yüzlerimizde beyaz balmumunun parlaklığı vardı.” Demek hayalet her yerde hayalet. Zamanı, mekânı yok bunun.
Savaş zamanlarında sayıları artar tabii.
Kaynak: Artı Gerçek
***Mutluluk, adalet, özgürlük, hukuk, insanlık ve sevgi paylaştıkça artar***