Bu, Mıgırdiç Margosyan’ı anlatmak için kaleme alınmış bir yazı değil. Zira, bütün kitaplarını okumuş olsam da edebiyat bilgim ve kelime dağarcığım onun kitaplarını anlatmaya yetmez. Ondan ‘Mıgırdiç Hocam’ diye bahsetmeme sebep ve yeter olan ahbaplığım ve beraber geçirdiğimiz zaman ise onu anlatmaya kâfi gelmez.
Aslına bakarsanız çok uzun yıllar önce tanışmıştık Mıgırdiç Hoca ile. 2004 yılıydı sanıyorum. Kendisinin bir hayranı, sadık bir okuru ve eski bir Surlu olarak ona email yazmış ve tanışmayı çok istediğimi anlatmıştım. Beni kırmamış, Aras’taki odasında görüşmemiz için bana randevu vermişti.
Sonra bazı etkinliklerde karşılaştık Mıgırdiç Hoca ile. Çalıştığım kurumun finansal desteği ile Diyarbakır’da bir sergi düzenlenmişti. 2012 yılında Anadolu Kültür işbirliği ve Büyükşehir Belediyesi’nin ev sahipliğinde Bir Zamanlar Yayıncılık’ın hazırladığı ‘Eski Diyarbakır’da Kültürel Çeşitlilik’ isimli serginin açılışında bir konuşma yapmıştı Mıgırdiç Hoca. Habere göre şunları söylemişti Diyarbakırlı Margosyan:
“Büyük şeyleri kaybetmişiz. İşte onların resimleri ortada. Böyle bir tablo karşısında mutlu olmam mümkün değil. Ama illa bir şeylerden mutluluk çıkarmak istiyorsak, demek ki geçmişte böyle şeyler varmış. Bunlar sözde değilmiş. Bakın geçmişte buydu, bu değerleri kaybettik, bundan sonra akıllarımızı başımıza alalım ve bundan sonra bu değerlerin kaybolmaması için ne kaldıysa elimizde en azından onu kurtarmanın yoluna bakalım. Ben buradan bugün o dersi çıkardım.”
Aynı gün onu bir okul arkadaşımla tanıştırırken arkadaşımın ninesinin Ermeni olduğunu söylediğimde biraz da kızarak “neden o nineler Ermeni peki, neden?” diye sormuştu. Ben cevabını, yani Ermenilerin başına neler geldiğini daha o yıllarda biliyordum ama Hoca benim bir şeyler bildiğimi henüz bilmiyordu.
Sonra Tarih Vakfı’nın yürüttüğü bir proje kapsamında görüşme yaptık Mıgırdiç Hoca ile. 15 yaşına kadar doğduğu Diyarbakır’da yaşayan ve o yaşa kadar anadili Ermeniceyi bilmeyen, anadilini öğrensin diye o yaşta İstanbul’da bir Ermeni okulunda okumaya başlayan Mıgırdiç Hoca, Ermeniceyi öğrenmekle kalmayıp çok da başarılı olmuş. Diyarbakır’da gavur, İstanbul’da Kürt muamelesi gören öğrenci Margosyan başarı hikayesini şöyle anlatıyordu yaptığımız görüşmede:
“…Dolayısıyla çok zorlandım ama… hadi bunu da bir espri olarak söyleyeyim, beni doğurtan Kure Mama diye bir ebem vardır, vardı Diyarbakır’da, onu kitaplarımda ben hep yazarım, ben doğduğum zaman kapının şekline bakarak demiş: “’Koşun koşun, gelin bakın bugün ahmağın teki doğdu!”’ Ben bütün ahmaklığıma rağmen o sene okulu bayağı iyi bir neticeyle bitirdim ve Ermeniceyi de bayağı öğrenmiştim, yani Kure Mama yanılmıştı (gülüyor).” *
Mıgırdiç Hoca Ermeniceyi iyi öğrenmekle kalmayıp, pek bilinmez ama, okulda bir de öğretmenlik ve müdürlük yapmış. Kendisi ile görüşmeye gitmemizin nedeni de bir Ermeni okulunda yöneticilik yapmış olmasıydı. Mıgırdiç Hoca ile müdürlük yaptığı yıllarda, tabiri caizse, ‘devletten neler çektiklerini’ dinlemeye ve kayıt altına almaya gitmiştik. Şunları anlatıyordu Müdür Margosyan:
“… ben okulun badanasını yaptırmak için bile maariften izin almak mecburiyetinde kalıyordum. Ben derken bütün… yYa bir okulun badanasını yaptırmak için niye izin alırsınız ki?! Para istemiyorsunuz, pul istemiyorsunuz, temiz olması için böyle bir gayret içersindesiniz… ‘Hayır! İzin alacaksınız! Okey alacaksınız!’ Almazsanız badananızı bile yaptıramıyordunuz, şimdi nedir bilmiyorum durum. Bu basit bir şey, yani badanayı!… .Ggerekçesini onlara sormak lazım! Ben hiçbir gerekçeyi… olarak şey yapamadım, anlayamadım, yani, makul ve mantıki herhangi bir şey bulamadım. Kırılmış olan camınızı, kırılmış olan camınızı tamir etmek için bile gerektiği zaman maariften izin almanız gerekiyordu!”
Mıgırdiç Hoca ile esas tanışmamız ise 2019 yılında yakın arkadaşım Rober Koptaş sayesinde oldu. Diyarbakır Kitap Fuarı’na gelecekti Mıgırdiç Margosyan. Silva Özyerli de Diyarbakır Ermeni mutfağını anıları eşliğinde anlattığı ‘Amida’nın Sofrası’ isimli bir kitap yazmıştı. İki Diyarbakırlı yazar Ermeninin sohbetine bir Diyarbakırlı olarak moderatörlük yapmamı istemişti Rober. Margosyan’ın bulunduğu yerde böyle bir şey yapmaya çekineceğimi söylemiş ama Rober’in ısrarı üzerine bu görevi kabul etmiştim. İyi ki de öyle yapmışım. Hayatımda yaptığım en değerli şeylerden biri olmuştu o panelde moderatörlük yapmak.
Şunu biraz mutlulukla eklemem gerekir ki, o hafta ayrıca fuarda Mıgırdiç Hoca kitaplarını imzalarken ona asistanlık, onun tabiriyle ‘özel sekreterlik’ yapmış, beraber geçirdiğimiz onca zaman sayesinde epey kaynaşmıştık. İşte o hafta o Mıgırdiç Hocam olmuştu benim.
İyi bir yazardı. İyi bir Diyarbakırlıydı. İyi de bir dosttu Mıgırdiç Hocam. Bir yazımı beğense, arardı. Bir yazım nedeniyle başıma bir şey geleceğinden korksa, arardı. Bir yazım nedeniyle başıma bir şey geldiğini duyduğunda yine arardı.
Çok çok üzgünüm pandemi ve sağlık durumu nedeniyle bir daha memleketine gelemediği, ben de onu İstanbul’da ziyaret edemediğim için. Onu kaybetmenin nasıl bir şey olduğunu anlatmak için yeterli bir kaleme sahip değilim ben.
Her Diyarbakırlı gibi ben de çok seviyordum onu. Fuarda günlerce ne kadar çok sayıda Diyarbakırlının benimle aynı şeyleri hissettiğine tanık olmuştum. Hocanın bir imzasını almak, kendisiyle iki kelam edebilmek için insanlar uzun kuyruklarda uzun süre bekliyor, kendisi ile bir fotoğraf çekebilmek için heyecanla sıraya giriyorlardı. Fuarın starının hocamız olduğu fuar alanına adım atar atmaz, metrelerce uzaktayken dahi anlaşılıyordu. En çok da onun sayesinde Aras Yayıncılık Diyarbakır’da fuarın gözbebeği oluyordu.
Rober de o da tüm festivallerde tablonun aynı olduğunu anlatıyorlardı. Bu sevgi ve hürmet elbette ne yalnızca Margosyan’in iyi yazarlığıyla, ne de bir zamanlar ki Diyarbakır’ı anlatıyor olmasıyla alakalıydı. Bana kalırsa bu ilgi aynı zamanda Margosyan’ın şahsında Diyarbakırlıların 1915 ile yüzleşme çabasının bir tezahürüydü. Diyarbakır Kitap Fuarı’ndaki söyleşide bizzat kendisi de bunu teyit ediyordu. Mıgırdiç Margosyan kitaplarında kırıp dökmeden, kızdırmadan, güldürürken düşündürerek bir hakikati anlatıyor ve yüzleşme çağrısında bulunuyordu. Ve bu çağrıya çok sayıda Diyarbakırlı cevap veriyordu.
Çok sayıda Diyarbakırlı kişi ve kurum taziye mesajı yayınladı Mıgırdiç Hoca’nın ardından. Kimi güzel şeyler yazdı, bana göre tabii. Kimi ise ondan bir renk diye bahsetti. Hemen herkes Margosyan’ın Diyarbakır’ı anlatışından bahsediyordu. Oysa benim tanıdığım Margosyan kitaplarında, söyleşilerde, sohbetlerde yalnızca bir zamanlar Diyarbakır’da nasıl ‘tatlı’ bir hayat yaşandığını değil, aynı zamanda bir hakikati, Ermenilerin başına neler geldiğini, yani 1915’i ve sonrasını da nazikçe, nakış işler gibi ince ince anlatıyordu. Yüzleşme çağrısında bulunuyordu. Bunların bir daha yaşanmaması için dersler çıkarılması gerektiğinden bahsediyordu.
Mıgırdiç Hoca’nın hayat hikayesinin kendisi zaten 1915’i ve sonrasında yaşananları anlatan, devam eden bir film, bir kitap gibiydi. 4 yaşındayken Heredan’dan annesi ve kardeşiyle beraber tehcire çıkarılan babası Sarkis belki de bir çeşme başında uyuyakaldığı için hayatta kalmıştı. Müslümanlaştırılan, sünnet edilen, sonra Diyarbakır’a yerleşip dişçi Ali’ye dönüşen baba 7 çocuk sahibi olmuştu. Çocuklarına, orada yalnızca 4 yıl yaşamış olmasına rağmen Heredanlı olduklarını öğretmiş, onlara Heredan hasreti ve sevgisi aşılamıştı.
1914 yılında, yani 1915 soykırımından önce Anadolu’da 1000’den fazla Ermeni okulu bulunuyordu. Bu okulların 113’ü Diyarbakır sancağında bulunuyordu. 1915’ten sonra Anadolu’daki bütün azınlık okulları kapatıldığı için Margosyan 1953 yılında pek çok Anadolulu Ermeni çocuk gibi İstanbul’a gönderilmişti. Bir Ermeni okulunda okuyup anadilini, kültürünü öğrensin diye bileti kendisine sorulmadan İstanbul’a kesilmişti.
1915 yaşanmış olmasa Diyarbakır nüfusunun yarısını oluşturan Hristiyan Ermeniler, Süryaniler ve Keldaniler şehrin nüfusunun önemli bir kısmını oluşturmaya devam edecekler; Margosyan belki de Heredan’da dünyaya gelecek, hayatını o topraklarda geçirecek ve belki de Diyarbakır’da bir Ermeni okulunda öğretmenlik yapacaktı. Belki Diyarbakır’da hayatını kaybedecek, Surg Giragos Kilisesi’nde onun için ayin düzenlenecek ve Diyarbakır’daki Ermeni mezarlığına defnedilecekti.
Ama 1915 yaşandı. Dişçi Ali/Sarkis gibi 1 milyon civarında Ermeni göç yollarında aç kaldığı, hastalandığı, askerler ve bazı sivil insanlar tarafından saldırıya uğradığı için hayatını kaybetti. Yetmedi, koca bir halkın arkasında kalan kültürel miras, kiliseler, okullar, binalar, mahalleler, mezarlıklar yok edildi. 1915’ten sonra Anadolu’da yaşamaya devam eden Ermeniler bir yandan Müslüman ahalinin ayrımcı muamelelerine ve saldırılarına maruz kalmaya devam ederken, bir yandan dillerini, kültürlerini yitirmeye devam ettiler. Bu nedenle Anadolu’da neredeyse hiç Ermeni kalmadı. Hepsi bir yolunu bulunca İstanbul’a ve başka ülkelere göç ettiler.
Anlayacağınız, biz ne 1915 öncesinde, ne de sonrasında yüz yıllarca yan yana kardeşçe yaşamış halklardık. Margosyan yalnızca bir zamanlar ki Diyarbakır’ı değil, aynı zamanda bu gerçeği kendisinin ve ailesinin hikayesi üzerinden incelikle anlatıyordu. Ne Margosyan, ne ailesi, ne de Ermeniler bir renkti. Binlerce yılda bir kültür, varlık, medeniyet inşa etmiş ve büyük bir kıyımdan geçmiş kadim bir halktı Ermeniler. Ve Margosyan o halktan geriye kalan, kendi tabiriyle, soykırım artıklarından birisinin evladıydı.
Margosyan’ı çok seven ve onu rahmetle anan bazı insanlar ve kurumlar, bana kalırsa, Margosyan’ın anlattığı bu hikayeyi yeterince iyi duymadılar; Margosyan’ın beklediği gibi bir yüzleşme çabasını da yeterince göstermediler.
Surp Giragos Kilisesi’nin restorasyonuna Diyarbakır Büyükşehir Belediyesi katkıda bulundu. O dönemde Sur Belediyesi başka dillerin yanı sıra Ermenice de hizmet vermeye karar verdi. Diyarbakır belediyesinin desteğiyle bir Ermenice kursu verildi. Margosyan’ın ismi doğduğu sokağa verildi. Yukarıda bahsettiğim sergi düzenlendi. Bazı Kürt siyasetçiler 1915 için özür dilediler ve Ermenileri topraklarına dönmeye davet ettiler. Bu davet kısmen karşılık da buldu. Her yıl yüzlerce Ermeni dünyanın dört bir yanından kalkıp topraklarına, kiliselerine geliyorlardı. Bunların hepsi çok kıymetli adımlardı. Ancak bu adımların tüm kesimler tarafından içselleştirilmediği ortadaydı. Zira içselleştirilmiş olsa, Diyarbakır’ın her tarafı yangın yerine dönse bile Sur’un etrafında etten bir duvar örülürdü.
Oysa 2015 yılında Diyarbakır’da ilk kazma Sur’a vuruldu. İlk hendek Surp Giragos’a giden yola kazıldı. İlk barikat orada inşa edildi. O mahalledeki evlerin, kilisenin duvarları delindi. O sokakların üzeri örtüldü ve bir savunma alanına dönüştürüldü. Diyarbakır’da öz yönetim Sur’da ilan edildi. Sur’u inşa eden Ermenilerin, Süryanilerin, Keldanilerin torunlarına tek bir soru sorulmadan, Sur’un geleceği hakkında karar verilirken onlara bir kere bile söz hakkı verilmeden. Bir grup siyasetçinin ve kurumun Sur’da yeniden inşa etmeye çalıştığı çok kültürlü hayat ve yüzleşme, öz yönetim kadar önemli değildi.
Ve bunlar yaşanırken çok çok az sayıda insan yeterince yüksek sesle ‘yapmayın, kıymayın’ diyebildi. Devlet ise fırsat bu fırsat diyerek bütün yüzleşme çabalarını, bin yıllık gavur mahallesini, Ermenilerin mirasını, hatıralarını, hayallerini, geleceğe dair ümitlerini topa tuttu, yerle yeksan etti. Kalıntıların üzerine maket bir şehir inşa etti.
Bana kalırsa bütün bu yaşananlar, ayrıca Sur’un başına gelenlerden bugün dahi bahsedilirken, ahlar çekilirken bu anlattığım gerçekten yeterince bahsedilmemesi, özeleştiri yapılmaması, Margosyan’ın anlattığı hikayenin yeterince duyulmadığını gösteriyor.
Bugüne kadar 24 Nisan’da Diyarbakır’da kitlesel bir anma gerçekleşmemiş olması da bu hikayenin yeterince duyulmadığını gösteriyor bana kalırsa.
Bugün Ermeni mezarlığının insanı utandıracak bir halde olması, Ermeni mezarlarında, yıkıntıya dönüşmüş evlerde ve kiliselerde hala define aranması da bu hikayenin yeterince iyi duyulmadığını gösteriyor.
Bu nedenle Margosyan’ı yüksek sesle ve gönül rahatlığıyla, mahcubiyet duymadan anmak mümkün değil.
Ne diyordu Margosyan: “Bakın geçmişte buydu, bu değerleri kaybettik, bundan sonra akıllarımızı başımıza alalım ve bundan sonra bu değerlerin kaybolmaması için ne kaldıysa elimizde en azından onu kurtarmanın yoluna bakalım. Ben buradan bugün o dersi çıkardım.”
Biz görünen o ki o dersi yeterince çıkaramadık. Çok çok üzgünüm Mıgırdiç Hocam. Başka ne desem bilmiyorum…
Hayattayken yeterince iyi duyulmayan hikayen, belki ölümünden sonra daha çok duyulur. Belki…
* Nurcan Kaya, Geçmişten Günümüze Azınlık Okulları, Tarih Vakfı Yayınları, 2013.
Kaynak: Artı Gerçek
***Mutluluk, adalet, özgürlük, hukuk, insanlık ve sevgi paylaştıkça artar***