YORUM | Prof. Dr. MEHMET EFE ÇAMAN
Rusya’nın politik sistemiyle dış politika davranışı arasında bir bağ var mı? Bu sorunun üzerinde durulması gerektiğini düşünüyorum. Dahası, bu soruyu Türkiye bağlamında da ele almak elzem. Çünkü her ne kadar çok bilinmese de, Rus ve Türk paradigmaları, özellikle de kimliğe, tarihe ve coğrafyaya ilişkin tahayyülleri bakımından birbirlerine önemli oranda benzerlikler gösteriyor.
Ruslar bugünkü konumlarından memnun değiller. Kaybettikleri toprakları, kurguladıkları Sovyet ardılı kimlikleri, tarihi algılayış ve ele alışları bu memnuniyetsizlikleri dışa vuruyor. Tarihlerine baktığımızda bu tutum çok şaşırtıcı değil aslında. Sovyetler Birliği, Rus imparatorluğunun küllerinden doğdu. Çarlık döneminin kimliksel, aidiyetsel ve tarihsel zeminiyle beraber değerler evreni de komünizmle beraber elbette belli değişikliklere neden oldu. Ancak geniş topraklara hükmetme, kimliksel olarak Rusları konumlandırma ve tarihi jeopolitik bir konuma oturtma bakımından fazla bir değişiklik meydana getirmedi. Sovyetler, Çarlık döneminin sınırlarını daha da genişletti. Ruslar Sovyetler’deki diğer halklardan biraz daha “eşitti”, veya ironiyi bırakacak olursak, kendilerine büyük ağabey misyonu biçerek konumlarını netleştirmişlerdi. Sovyetler Birliği Rus kültürünü diğer kültürlere üstün tuttu. Doğu Avrupa’dan Japon Denizi’ne, Kuzey Kutup bölgesinden Tacikistan’a, tüm Sovyetler Birliği’nde Rusça ve Rus kültürü dominant oldu. Eğitimden siyasete, ekonomik hayattan sanata, bu etki tartışılmaz biçimde orta yerde duruyor.
Sovyetler Birliği’nin yıkılmasıyla, 15 Birlik Cumhuriyeti bağımsız devletler haline geldi. Rusya Federasyonu bu devletlerden biriydi. Estonya, Litvanya ve Letonya gibi Birlik Cumhuriyetleri derhal Avrupa yörüngesine girdiler ve kısa zamanda sistemsel dönüşümlerini tanımlayarak AB’nin ve NATO’nun parçası haline geldiler. Ukrayna ve Gürcistan da onları takip etti, ama Moskova’nın etkisiyle ve Batı’nın kararsızlığıyla dönüşümleri yarıda kaldı. Avrupa, Kafkasya ve Orta Asya’daki diğer Sovyet ardılı cumhuriyetler de Rusya’nın yörüngesinde kaldılar.
Ruslar, Sovyetlerin parçalanmasını kabullenemiyor. Putin yıllar önce Sovyetler’in ortadan kalkmasını yirminci yüzyılın en büyük jeopolitik faciası olarak nitelemişti. Rusya kendisini hiçbir zaman Batılı bir aktör olarak tanımlamadı ve konumlandırmadı. Aynı zamanda Batı da Rusya’yı hiçbir zaman kendinden kabul etmedi. Sovyetler dağıldığında, Doğu Avrupa’ya ve Baltık cumhuriyetlerine sunulan piyasa ekonomisine ve liberal demokrasiye geçiş yardımı Rusya’ya yapılmadı. Bu çerçevede Ukrayna ve Gürcistan başta olmak üzere, Beyaz Rusya ve Moldova ve Avrupa dışı eski Sovyet toprakları da dışlandı. Ruslar Avrupa’nın Rus arka bahçesi olarak bir tür tampon bölgeye indirgedikleri bu devletlerin üzerinde ekonomik, güvenliksel ve siyasal hâkimiyet kurdu. Bu coğrafyalardaki demokratikleşme ve Batı’ya yönelme eğilimlerinden rahatsız oldu. Renkli devrimleri kendisine karşı yapılan operasyonlar olarak algıladı. Ne pahasına olursa olsun Batı’nın bu bölgeleri dönüştürmesine karşı çıktı. AB ve NATO genişlemelerini sürekli kendisine karşı girişilen hamleler olarak okudu.
Rusya elbette Sovyet nostaljisini ideolojik bir bağlamda hissetmiyor. Tamamen jeopolitik bir bağlamda hissediyor. Rus kimliği, hem Çarlık hem de Sovyet dönemlerini gayet emperyal reflekslerle yeni kimliğine yansıtıyor. Batı’yı Atlantikçiler olarak adlandırırken, kadim jeopolitik kuramlara atıfta bulunuyor. Bunlara göre, kara gücü olan Rusya, Avrasya’da dominant olarak kıtayı kontrol edecek ve dünya adasını da kendi tahakkümü altına alacaktır. Bunda tümüyle başarılı olmasa da, büyük ölçüde deniz gücünü – Atlantik kanadını – dengeleyecektir. Bu teorilere göre, denizlere hâkim olan Atlantik kanadı (ABD ve NATO) dünyayı kontrolü altına alabilir. Rusya bunu engellemeyi birincil bir çıkar olarak tanımlıyor. Temelde Avrasyacılık ideolojisinin özü budur. Putin’in izlediği dış ve güvenlik siyasetinin temelini bu Avrasyacı jeopolitik oluşturuyor.
Bu özetten anlaşılacağı üzere, Ruslar için emperyal konumlarını korumak birincil hedef. Bu da eki toprakların üzerinde yeniden etki sahibi olma stratejisine temel oluşturuyor. Ruslar bu durumda ister istemez kendilerini anti-Batı olarak konumlandırıyor. Batı’yı ideolojik olarak liberal demokrasiyle özdeşleştiriyor. Batı’nın bu ideolojik zemini kullanarak kendisi aleyhine genişlediğine ve kendisini çevrelediğine inanıyor. NATO genişlemesini bu bağlamda yorumluyor. AB genişlemesini de bunun bir parçası olarak değerlendiriyor. Her iki süreci de agresif, yayılmacı ve kendisine karşı yapılan hamleler olarak algılıyor. Avrasyacılık, neo-emperyal bir direniş, hatta bir yeniden atak stratejisini içeriyor. Ruslar kimliklerine, tarihlerine ve çevrelerine (coğrafyalarına) bu denklem perspektifinden yaklaşıyor.
Ukrayna’nın işgali bu Avrasyacı kimlik, tarih ve coğrafya algılarının bir sonucudur. Gürcistan, Moldova, Belarus, Ermenistan, Azerbaycan, Kazakistan, Kırgızistan, Özbekistan, Türkmenistan ve Tacikistan da bu coğrafi tahayyülün içinde. Tüm bu Sovyet ardılı ülkelerde hâkim bir Rus (veya Rusyacı) entelijensiya zaten mevcut. Avrasyacı Rusya, Komünist Sovyetler Birliği ile gayet örtüşen bir jeopolitik algıya sahip. Yeni Soğuk Savaş’ın ortaya çıkış koşulları işte budur.
Şimdi gelelim Türkiye’ye…
Rusların yaşadığı şokun daha derinini Türkler Osmanlı İmparatorluğu’nun 1919’da (Kurtuluş Savaşı’nın başlangıcını kabul ediyorum) yıkılışıyla yaşadı. Rusya 1917’de imparatorluk sınırlarını koruyarak Sovyetler Birliği’ni kurdu. Fakat Türkler – Türkofonlar! – Anadolu’da bir ulus devlet kurmaktan başka bir opsiyona sahip değildi. Tıpkı Ruslarda olduğu gibi, hatta çok daha yoğun olarak, Türkiye’nin karar alıcıları küçücük devletlerinin çok geniş bir coğrafi tahayyülüyle yaşadılar. Her fırsatta topraklarını genişletme ve eski-yeni coğrafyalarda belirgin güç olma özlemiyle yanıp tutuştular. 1960’larda gündeme gelen Kıbrıs, 1970’lerde gündeme gelen doğu Ege adaları, 1990’larda gündeme gelen Karadeniz ve Balkanlar, Kafkaslar ve Orta Asya, 1990’ların sonlarında beliren Orta Doğu, sadece ilgi alanları olmakla kalmadı. Türkiye her fırsatta bu bölgelerde büyük ağabey olmaya soyundu. Rusya kadar askeri güç, ekonomik etki ve fosil enerji çarpanı projeksiyonu yapamazdı. Ama ihtirasları aynıydı. Batı’ya ait görece küçük ve önemsiz, ama tam entegre, gelişmiş ve demokrasisini olması gereken standartlara taşımayı başarmış bir aktör olmak Türk karar alıcılarına hiçbir zaman yetmedi. Batı, bilakis bu denklemde hep ötekiydi. 1990’lardan sonra daha da ötekileşti. 2013’ten itibaren ise fiilen Türkiye artık Batılı bir oyuncu değildi. 2016’da yaşanan 15 Temmuz hadisesiyle beraber, Türk karar alıcıları Batı’yı – ABD başta olmak üzere – bu “darbenin” planlayıcısı olmakla itham etti. Bu durum TSK’nın ve Türkiye bürokrasisinin en kapsamlı takibat politikasını beraberinde getirdi. Olanları herkes biliyor.
Türkiye’deki elitler için neo-Osmanlı bir dış politikanın “hinterland” olarak görülen bir bölgede uygulanması bugünün normalidir. NATO ve AB gibi kalıplar, bu nedenle Ankara’ya dar geliyor. Türk Avrasyacılığı da Tıpkı Rus Avrasyacılığı gibi anti Batı kimlik üzerine kuruludur. İslamcılar, Türkçüler ve Ulusalcılar/ Kemalistler (kendine sol diyen modernistler) ideolojik farklılıklarına karşın anti-Batı yönelimde birleşmiş durumdalar. Bugün itibarıyla Türkiye’de NATO’yu savunan hiçbir siyasal parti yok. S-400’ler, Rusya’ya nükleer santral kurdurma, Moskova ile stratejik ortaklık, Rusya’ya hiçbir yaptırım uygulamama, hava sahasını Rus uçaklarına kapatmama, Rusya retoriğinin ülke sathında çok ciddi karşılık bulması gibi faktörlerin varlığı reddedilemez. Bunlar bahsettiğim Avrasyacı ve anti Batıcı bağlamda Türkiye ile Rusya’yı birbirlerine yaklaştırıyor. Her iki ülkede de kimliksel, tarihi ve coğrafi öz konumlandırmalar, Batı’yı karşılarına almayı gerektiriyor. Rusya’da bunu yapmak için daha fazla materyal imkân olması bir başka konu. Burada ele aldığım ortaklık, tümüyle ideolojik ve kimliksel düzlem.
Bu bağlamda ister istemez bir tarihsel paralelliğin altını çizmek lazım. O da İttihatçıların Birinci Dünya Savaşı öncesi kimlikleri, tarihi ve coğrafyayı enstrümentalize ederek inşa ettikleri jeo-stratejik öz konumlandırmadır. Rusya’nın yerinde o dönem Almanya vardı. Almanlar da bugünkü Rusya gibi Atlantik kanadının karşısında bir cephe oluşturmuşlardı. İttihatçılar imparatorluğu restore etmek adına revizyonist Almanya’yla ittifak kurdular. Elbette evdeki hesap çarşıya uymadı. Bugünkü Kemalo-İslamcı rejimin de bir tür neo-İttihatçı kaşınmadan muzdarip olduğunu görmemek olanaksız. Kalıbına sığmayan, statükodan memnun olmayan Ankara, kendi gibi düşünen güçlü Rusya’yla flört ediyor. Avrasyalı iki anti-Atlantikçi Avrasyacı güç, küresel denklemde nasıl bir rol oynayacak, bunu bekleyip görmek lazım. Türkiye elbette NATO için kaybedilmemesi gereken bir konuma sahip. Fakat öz algılar bağlamında Türkiye’de hatırı sayılır bir Batı karşıtlığı, özellikle NATO alerjisi gayet aşikâr.
Hem Rusya hem de Türkiye emperyal geçmişleriyle hesaplaşamadılar. Bilakis onu idealize ettiler. Büyük bir nostalji var. Bu nostaljinin Rusya örneğinde aktif çatışmaya evrildiğine şahit olduk. Türkiye’de de bu eğilim mevcut. Eğer Türkiye’de bu eğilimler törpülenmezse ve bu patolojik kimlik korozyonu sürecek olursa, Türkiye ciddi bir kırılma yaşayabilir. Otoriter rejim, ekonomik tükenmişlik, Rusya’ya bağımlılık, Batı’dan nefrete varan düzeyde Batı karşıtlığı, derin aşağılık kompleksi gibi faktörler emperyal geçmiş bağlamında çok tehlikeli bir potansiyeli barındırıyor.
Türkiye’nin önünde bir tercih var. Bu tercihi Batı yönelimi ve Avrasyacı yönelim olarak özetlemek mümkün sanırım. Bu yönelimlerin birbirine taban tabana zıt bir Türkiye yaratacağı kesin. Birinde AB standartları, diğerinde Moskova standartları izlenecek. Bu bir yol ayrımı ve bu yol ayrımında yapılacak tercih, Türkiye tarihine çok belirleyici etkide bulunacak.
Türkiye’de bu haberi engelsiz paylaşmak için aşağıdaki linki kopyalayınız👇
Kaynak: Tr724
***Mutluluk, adalet, özgürlük, hukuk, insanlık ve sevgi paylaştıkça artar***