YORUM | NEVİN ERDEM
Anayasa Mahkemesi’nin 60. Kuruluş Yıldönümü nedeniyle “60 Yıl 60 Makale” isimli bir hatıra kitap hazırlanıyormuş. Bizzat kaleme aldığım ama tamamı Zühtü Arslan’ın el emeği göz nuru hukuksuzluklarından oluşan aşağıdaki konuşması 61. makale olarak bu kitapta yer almazsa, kitap eksik kalır.
İşte o konuşma:
“Sayın Cumhurbaşkanım,
Teşriflerinizle bize öyle bir onur yaşattınız ki, duygularımı anlatmaya kelimeler kifayetsiz kalıyor, tıpkı bizim kifayetsizliğimiz gibi.
Anayasa Mahkemesi bugün itibariyle 60 yaşına girmiş bulunmaktadır. Yaş günlerinde mum yakmak adettendir ya! Biz de 60. yıla girerken Mahkeme’yi bir mum gibi yaktık, erittik. Yakmasaydık, biz yanardık zaten.
Sayın Cumhurbaşkanım,
Yolunuz yolumuzdur. Siz diyorsunuz ya, “yeni bir Türkiye inşa ediyoruz” diye. İnşa için önce içini boşaltmak, yıkmak gerekir, değil mi Efendim? Her şeyin içini boşaltıyoruz. Misal, hukukun evrensel kavramlarının Mahkememizin ön kapısından öyle oturaklı, içi dolu, havalı girişleri var ki! Ama siz bir de çıkışlarını görün. İçi boşaltılan Merkez Bankası bu kavramların yanında Karun’un hazineleri gibi kalır. Adı var, ama içi boş kavramlar. Hukukun üstünlüğü, suçsuzluk karinesi, ifade özgürlüğü, yargı bağımsızlığı ve daha niceleri. Zavallılar! Bazen ben bile bu kavramların düştükleri duruma üzülüyorum. Ama sizin hayallerinizdeki ülkeyi yaratmak için katlanacağız.
Varlığımızı varlığınıza adadık. Bilindiği üzere, Avrupa’da anayasa mahkemeleri birinci ve ikinci dünya savaşları sırasında ve arasında yaşanan sistematik ve ağır hak ihlallerine bir çözüm olarak ortaya konulmuştur. Tam bu noktada biz devreye girdik ve özellikle 15 Temmuz sonrası sizin talimatlarınızla yapılan sistematik ve yaygın hak ihlallerinin Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi’ne götürülmesinin önünde bir set olduk. Nereden baksanız beş yıl geciktirdik süreci. Beş yıl sonra da kim öle, kim kala; değil mi efendim?
Bir de derler ki, mahkemelerin saygınlığının kaynağı adil kararlar vermesindedir. Ne münasebet efendim! Bizim saygınlığımızın kaynağı sizsiniz. Bakın, İrfan Fidan’ı taa nerelerden alıp, her türlü usulü yıkıp, bir çırpıda Mahkememize üye yapmadınız mı? Herkesin ağzı “Fidan ne adammış” derken bir karış açık kaldı. Fidan’ın saygınlığı kimde var şimdi?
Hem sonra, saygınlık dediğimiz şey kararlarınızın uygulanmasıyla belli olmaz mı? Sizin hoşunuza gitmeyen hangi AYM kararının uygulanma ihtimali var? Sizin onayınız olmaksızın yerel mahkemeler bile takmıyor bizi efendim! Sanki bilmiyor muyuz, siz isteseniz Anayasa Mahkemesi’ni bile kapatır; bizi salatalık, zeytin, karpuz satar hale getirirsiniz.
Bunu anlamadan, benim sizin önünüzde ceketimin düğmeleri ilikli, neredeyse rüku pozisyonu aldığım fotoğrafı eleştiren gafiller var. Makam odama teşrifinizde de gördünüz, o fotoğrafı bilgisayarımın ekran görüntüsü yaptım ben. Saygınlığımızın ve hatta varlığımızın yegane kaynağı olan şahsınıza bu saygı gösterileri az bile!
Sayın Cumhurbaşkanım,
Geçen yıl Temmuz ayında verdiğimiz Yıldırım Turan Kararı’nı duymuşsunuzdur. Ne karardı ama, değil mi efendim! Anayasa’yı ayaklarımızın altına, sizi de arkamıza alıp AİHM’e “sizin kararlarınız bizi bağlamaz” diye resmen efelendik. Hala nasıl yapabildiğimize inanamıyorum, ama yaptık işte sayenizde. Düşünün, Anayasa’nın 90. maddesine göre açıkça bağlayıcı olan AİHM kararlarına “bizi bağlamaz” demek ne demek! Anayasa Mahkemesi’nin varlık nedeni Anayasa’yı yok saydık. Biraz önce de ifade ettiğim üzere, artık varlık nedenimiz sizsiniz. Gerçi, biz böyle yapınca, alt mahkemeler de bizim yaptığımızın aynısını yapıp, Anayasa Mahkemesi kararlarını takmamaya başladılar. O kadar büyük bir hukuksuzluğun bu kadarcık yan etkisi de olsun artık, ne yapalım! Hem siz dilerseniz bu minik sorunumuzu da bir fermanınızla çözüverirsiniz.
Yeri gelmişken bu Yıldırım Turan Kararı’nın neden bu kadar önemli olduğunu bir kez daha belirtmek isterim. AİHM, AYM üyeleri Alparslan Altan ve Erdal Tercan ile Hakim Hakan Baş hakkında verdiği kararlarda dedi ki, 15 Temmuz sonrası binlerce hakim-savcının tutuklanması keyfidir, hukuka açıkça aykırıdır. Bu, sizin 15 Temmuz’da gelen “Allahın lütfu” sonrasında kurduğunuz hukuksuzluk rejimine açık bir saldırıdır. Rejimin temellerini darmadağın edecek niteliktedir. Zira 15 Temmuz’da her şey binlerce hakim-savcının tutuklanmasının üzerine bina edilmişti. Önce onlar tutuklanacak, sonra askerler, sonra yüzbinler. Bir başka ifadeyle AİHM demek istiyor ki: “Siz önce binlerce yargı mensubunu ihraç edip tutuklayarak bağımsız yargıyı yok ettiniz ve görevdeki yargı mensuplarını iktidarın emir eri haline getirdiniz. Sonra da yüzbinlerin en temel haklarını yaygın ve sistematik bir şekilde ihlal ettiniz. Yani baştan beri tüm yaptıklarınız hukuksuzdu.” Sanki biz bu kararın ne anlama geldiğini anlamayacağız. Maazallah, bunu kabul etsek, sonu soykırıma kadar giden insanlığa karşı suçları teyit etmiş olurduk. Şıp diye anladık tabii ve tereddüt etmeden AİHM’i yok saydık.
Ben bir kez tereddüt edip dersimi aldım. İzninizle onu da anlatayım. 15 Temmuz’un “lütuf” olduğunu henüz idrak edemediğim saatlerdi. O “uğurlu” gecenin hemen ertesinde bana, Mahkememizin iki üyesi Erdal Tercan ve Alparslan Altan’ın evlerinde arama yapıldığını söylediler. Ben “öyle şey mi olur” diye söylene söylene Alparslan Altan’ın lojmanına gittim. Baktım polisler kapıda. “Siz ne cüretle buradasınız? Böyle bir yetkiyi kimden alıyorsunuz?” gibisinden sözler söylemeye başladığımda polis kılıklı biri hemen benim kolumdan çekip, “Emir Saray’dan!” dediği anda cin çarpmış Road Runner’a döndüm. Olay yerinden bir kaçışım vardı ki, sormayın. Bugün hala o günü düşündükçe ürperti gelir üzerime, ya o gün o kadar kıvrak olmasaydım ve hızla olay yerinden sıvışmasaydım, ya hukukçuluğum tutsaydı falan diye. Ben, eşim ve dört çocuğum nasıl bir uçurumun kenarından dönmüşüz öyle.
Gerçi bazen uyduruk “sosyal çevre bilgisi” gerekçesiyle giyotine gönderdiğimiz Alparslan Altan’ın %97 engelli olan ve bakışları sürekli babasını arayan, 6 yıldır da babasının yüzünü göremeyen oğlu Eren geliyor aklıma, vicdanım birazcık sızlayacak gibi oluyor. Hemen müziğin sesini sonuna kadar açıp konuyu değiştiriyorum ve vicdanımı bastırıyorum.
Sayın Cumhurbaşkanım,
İşte o gün o an benim tereddüt ettiğim son an olmuştur. Ondan sonra sizden ne geldiyse zerre tereddüt etmedim. Sizden gelmese dahi, sizin kurduğunuz rejimle ilgili olma ihtimali olan en basit davada bile, rejimin menfaatleri neyi gerektiriyorsa o şekilde kararlar verdim. Sadece ben değil, şu an salonda “Reisimizle bir göz teması kurabilir miyiz acaba” diye gözleri üzerinize sabitlenmiş diğer üyeler de verilen kararlarda tereddüt etmediler. Sonradan atadığınız üyelerle birlikte tam bir ekip olduk. Ekibimize yakışan bir ad bile buldular: Rejimin koruyucuları! Bu onur bize de yedi sülalemize de yeter!
Neler yapmadık ki, rejimi korumak için!
Geçmiş içtihatlarımızı yok saydık ve OHAL KHK’larının Anayasa Mahkemesi’nin denetiminde olmadığına karar verdik. Yani düşünün, bir OHAL KHK’sı ile hilafeti getirseniz ya da bizim mahkemeyi kaldırıp üyelerini de Saray kapısına muhafız olarak atasanız, yasal olarak bir problem yok. Sadece şu asık suratınıza bir tebessüm kondurayım, gülelim diye örnek verdim, yapmazsınız değil mi efendim?
ByLock saçmalığına, ankesör safsatalarına, itirafçı (!) palavralarına hukuka uygun deliller dedik. Sizin önderliğinizde, “terörist” denilen yüzbinlerce insanın dosyasında ne suç oluşturan somut bir eylemlerinin olup olmadığına ne de suçun manevi unsurlarının oluşup oluşmadığına baktık. Onayladık geçtik. Yapılan işkenceleri dahi ustalıkla örttük. Siz demiştiniz ya, “Cadı avıysa, biz bu cadı avını yapacağız” diye. Biz de “düşman hukukuysa, biz bu düşman hukukunu uygulayacağız” diyoruz. Önceki içtihatlarımız umurumuzda değil. Hatta yeni içtihatlarımızın bu düşman hukuku kapsamında uydurduğumuz içtihatlarla çelişkiye düşmeleri de önemli değil. Herkes kabul etsin artık. Bu ülkede iki hukuk var: Yurttaş ceza hukuku ve düşman ceza hukuku. Her birinin kuralları farklı. Başka türlü bu rejimi nasıl koruyacağız?
AİHM geçtiğimiz Kasım ayında 427 Hakim-Savcı Kararı’nda da yine aynı şeyleri söyledi. Neymiş, hakim-savcıların tutuklanması hukuksuzmuş, Türkiye’den gelen başvurular bir tsunami dalgası kadar büyükmüş ve mahkemeyi sular altında bırakabilirmiş, falan filan. Kısacası AİHM “artık yeter” diyor. Biz de “yetmez ama evet” diyerek güldük geçtik.
Ben temel hak ve özgürlüklerle ilgili çok kitap yazdım, konferanslar verdim efendim. Rejiminizi koruyabilmek için tüm yazdıklarımı yedim, konuştuklarımı yuttum, tükürdüklerimi yaladım. Hepsi çocuklara ütopik bir ülkeyi anlatan masallar haline dönüştü sayenizde, sayemizde.
Bununla birlikte, o kitaplarda yazdıklarımı zaman zaman “taktik kararlar” verirken kullanıyoruz. Hani şu AİHM’e, uluslararası topluma ve iç kamuoyuna Türkiye’de yargının bağımsız olduğunu, rejimin aleyhine de kararlar verebildiğini göstermek için verdiğimiz ihlal kararları var ya, onları kastediyorum. Biliyorsunuz, bu kadarını da göstermezsek bizi tamamen yok sayarlar ki, bu rejim için daha kötü sonuçlara yol açar.
Sayın Cumhurbaşkanım,
Daha anlatacak çok şey var aslında. Sizin için yaptığımız o kadar hukuksuzluğu bir çırpıda anlatmak ne mümkün. Ama sabrınızı zorlayıp sizi kızdırmak istemem. Ekmek teknemizin selameti için konuşmamı burada bitiriyorum.
Bu arada 60. yıl münasebetiyle hatıra para, zarf ve pul hazırlattık. Hani olur da, Anayasa Mahkemesi’ni kaldırırsanız, ileride tarihçiler “bu ülkede bir zamanlar Anayasa Mahkemesi bile varmış” desinler diye. Gerçi mağdur ettiğimiz yüzbinlerce insanın ve onların sonraki nesillerinin yaptıklarımızı unutmaları mümkün değil ama ne olur ne olmaz, değil mi efendim?
Saygılarımı sunuyor, huzurunuzdan bel fıtığı olma pahasına eğilerek ayrılıyorum.”
Türkiye’de bu haberi engelsiz paylaşmak için aşağıdaki linki kopyalayınız👇
Kaynak: Tr724
***Mutluluk, adalet, özgürlük, hukuk, insanlık ve sevgi paylaştıkça artar***