YORUM | M. NEDİM HAZAR
Meşhur Cesur Yürek filminin hemen başında anlatıcı şöyle der: “İngiliz tarihçiler benim bir yalancı olduğumu söyleyecekler ama tarih, kahramanları asanlar tarafından yazılıyor.”
Vaktiyle bir tarihi filmi yazarken şöyle başlamıştım söze: “İnsanlığın ortak kurbanıdır tarih. Alır onu istediğimiz şekle sokarız. Bazen iyi bir şey yaptığımızı düşünür, kimi zamansa bir art niyet ile bilinçli olarak deforme ederiz. Tarihî film çekmeye soyunmak ise iddialı ve zor bir iştir.”
Tarih, çoğu zaman onu yapanların çok uzağında onu yazanların kurbanı olarak kalır insanların zihinlerinde. Ve elbette ‘yazan el’in önemi çıkar bu durumda ortaya. Meşhur bir Afrika atasözüdür: “Aslanlar kendi tarihçilerine kavuşuncaya kadar kitaplar avcıyı övecektir.”
Bu nedenle sinema daha doğrusu kamera vasıtasıyla yazılan tarih ile gerçek tarih arasında bazen inanılmaz uçurumlar oluşabiliyor. Haini kahraman, kahramanı hain olarak gösterebiliyor sinema ve ne yazık ki, insanların belleğinde oluşturulan bu sahte imajlar kalıcı oluyor.
Bugünlerde özellikle dijital platformlarda Cumhuriyet’in kuruluş yıllarına dair çekilen dönem filmlerine bu perspektifle bakılması gerektiği kanaatindeyim.
Türk sinemasının genel değerlendirmesinin çok dışına çıkarak tartışamayız ‘Neden tarihî film çekemiyoruz?’ konusunu. Tarihî film çekemeyiz kolay kolay, zira doğru düzgün yazılı bir tarihimiz yok ne yazık ki!
Pera Palas’ta Gece Yarısı kitabında (diziye kaynaklık eden kitap) Charles King kitabın önsözünü şöyle tamamlıyor:
“Geçmiş, şaşırtıcı olmaktan çıktığında, muzaffer ulusun muhteşem bir hikayesi haline geldiğinde, bir bilim olarak yararsız hale gelmekle kalmaz, bir sanat olarak korkunç derecede sıkıcı hale gelir.”
Aslında tarihi filmlerimizin bir tür ‘cringe komedi’ye dönüşmesinin temel nedeni tam da bu.
Tarihe gerçeklik olarak değil, bir ulusun muhteşem hikayesi olarak bakmak.
İktidar destekli Abdülhamid, Ertuğrul, Barbaros gibi tarihi filmlere hiç girmiyorum dikkat ederseniz. Onlar komediyi de aşıp, propaganda ve didaktizmin ucuzluk bulamacı.
Meselenin bir de başka yönü var.
Tarihî film çekmemiz pek mümkün değil, zira tarihî mekânları, otantik ortamları hızla yıkmış, perişan etmiş bitirmişiz. Bırakınız 700 yıl öncenin mekânlarını, 20 yıl öncenin otantik mekânlarını bulmak mümkün değildir ülkemizde.
Elbette bunun en büyük nedeni, bir tarih bilincimizin olmaması. Ya da tarihe düşman olarak bakmamızdan başka bir şey değil. Tarihi yıllar yılı reddederek yaşamış bir cumhuriyet olduk maalesef. Geçmişimizden utandık, hatta nefret ettik. Bu nedenle pervasızca tahrip ettik. Yolları, evleri, mimari olan her şeyi ya yıktık ya da bakımsızlıktan, ilgisizlikten mezbeleliğe dönüşmesine neden olduk.
Yazarken umursamadığımız, önemsemediğimiz, bakarken nefret ettiğimiz, tahrip olmasından memnun olduğumuz tarihi, filme alırken zorlanmamız kaçınılmazdı.
Ki yine bu iyi günlerimiz, geçmişin ‘tarihî film’ adına önümüze servis edilen örneklerine bakılacak olursa, hiç çekilmemesi ya da tarihî filmleri çekmenin zor olmasının bir ‘şans’ olduğunu söylemek de mümkün. Zira, nasıl ki tarihi yazanlar kahramanları asanlar olmuşsa, tarihi çekenlerin birçoğu da geçmişe yönelik nefret ve düşmanlık hissiyle hareket edenler olmuş.
Bunu bir yabancının yapması anlaşılabilir bir şey. Misal bir Hollywood filminin Haçlı Seferini aktarırken ‘İslam’ ve ‘Müslüman’ kavramına mesafeli, hatta düşmanca yaklaşımı anlaşılabilir bir şey. Lakin, bu nefret ve olumsuz tarafgirlik kendi içimizden yapılınca çok daha can yakıcı olabiliyor.
Bir de bu durumun tam simetrisi var. Bir dönem aşağılanan, hor görülen ve ‘tu kaka’ denilen geçmişin şimdi kof bir hoyratlıkla göklere çıkarılması. İyilerin karikatür, kötülerin karton olduğu bir tarih, belki onu yaptıranları tatmin edebilir ama kalıcı olmaz, olmayacaktır.
Türkiye’de bu haberi engelsiz paylaşmak için aşağıdaki linki kopyalayınız👇
Kaynak: Tr724
***Mutluluk, adalet, özgürlük, hukuk, insanlık ve sevgi paylaştıkça artar***