Vladimir Putin’in Ukrayna’yı işgali dünyayı değiştirdi. Berlin Duvarı’nın yıkılmasıyla başlayan Soğuk Savaş sonrası dönem sona erdi; yeni ve daha tehlikeli zamanlarda yaşıyoruz.
Büyük bir tarihsel sonucu olan bir anı yaşamak ve olan biteni gerçek zamanlı olarak anlamak nadir bir şeydir.
Kasım 1989’da, Çekoslovakya’nın başkenti Prag’da karla kaplı Wenceslas Meydanı’nda yeni bir dünyanın doğuşunu izlemiştim.
Komünist Doğu Avrupa halkları diktatörlüklerine karşı ayaklanmıştı. Berlin Duvarı yıkılmıştı. Bölünmüş Avrupa yeniden bütün oluyordu.
Prag’da muhalif oyun yazarı Vaclav Havel, ikinci katın balkonundan 400 bin kişiye seslendi. Heyecan verici bir andı, baş döndürücü hızdaydı. O akşam komünist rejim çöktü ve birkaç hafta içinde Havel yeni demokratik devletin başkanı oldu. O zaman bile, önemli bir olaya tanık olduğumu, dünyanın gözümüz önünde kendini yeniden yarattığını fark ettiğin o ender anlardan birini yaşadığımı hissetmiştim.
Fransız Devrimi’nden bu yana Avrupa tarihinde böyle kaç an yaşandı? Muhtemelen beş diye düşündüm. 1989 da altıncısıydı.
Ama o dramatik halk devrimlerinde doğan bu dünya, Putin Rus güçlerini Ukrayna’ya sokma emri verdiğinde sona erdi.
Almanya Başbakanı Olaf Scholz bu anı “zeitenwende” yani bir dönüm noktası olarak nitelerken, İngiltere Dışişleri Bakanı Liz Truss bunun bir “paradigma değişimi” olduğunu ve kayıtsızlık çağının sona erdiğini söyledi.
Avrupa tarihinde dönüm noktaları
- 1789: Fransız Devrimi. Monarşi devrildi, cumhuriyet kuruldu.
- 1815: Viyana Kongresi’nde Avrupa’nın haritası yeniden çizildi, güç dengesi yeniden oluştu ve Napolyon savaşları sonrası barış dönemi başladı.
- 1848: Avrupa çapında liberal ve demokratik devrimler dalgası.
- 1919: Versailles Anlaşması. Çok uluslu eski imparatorlukların yerini yeni bağımsız ulus devletler aldı.
- 1945: Yalta Konferansı’nda büyük güçler Avrupa’nın Batı ve Sovyet “etki alanları” arasında paylaşılması konusunda anlaştı. Avrupa kıtasında Demir Perde indi.
- 1989: Sovyet hakimiyetindeki Doğu Avrupa’da demokratik devrimlerle Demir Perde yıkıldı. İki yıl sonra Sovyetler Birliği çöktü. Vladimir Putin bu olayı “20. yüzyılın en büyük felaketi” olarak niteledi.
‘Kayıtsızlık’
BBC’nin en deneyimli savaş muhabirlerinden Quentin Sommerville, geçtiğimiz günlerde Harkov’daki enkazın üzerinden yürüyerek Rus bombardımanı hakkında şunları söyledi:
“Eğer bu taktikler size yabancıysa, o halde dikkat etmemişsinizdir.”
Sommerville biliyor olmalı zira Suriye’de Rus roketleri altında çok dikkat gösterecek kadar zaman harcadı. Ancak demokratik dünyanın hükümetleri Putin rejiminin özelliğine ne kadar dikkat ettiler?
Yıllardır yaşanan gelişmeler belli kanıtlar sunuyordu.
Ayrılan bölgeleri desteklediği iddiasıyla Gürcistan’a asker göndermesinin üzerinden 20 yıl geçti.
Daha sonra, sürgündeki Rusları öldürmek için sinir gazıyla donanmış ajanları İngiltere’ye gönderdi.
2014’te Doğu Ukrayna’yı işgal, Kırım’ı da ilhak etti.
Bütün bunlara rağmen, Almanya ve birçok Avrupa Birliği (AB) ülkesi Rus doğal gazına bağımlılığa kilitlendi. Kırım’ın ilhakından bir yıl sonra, tedariki artırmak için Kuzey Akım 2 adlı yeni boru hattının inşasını onayladılar.
Liz Truss’ın atıfta bulunduğu “kayıtsızlık”, İngiltere’yi de kapsıyor. John Major’ın 1990’da başbakan olması sonrası Londra, Rus parası için güvenli bir liman oldu. Rus oligarkları Londra’ya milyarlarca dolar para yatırdı, paralarını akladı, başkentin en prestijli konutlarını satın aldı, politikacılarla özel ilişkiler kurdu ve kampanya fonlarına bağışta bulundu. Aniden elde ettikleri muazzam servetlerinin kaynağına dair pek soru sorulmamıştı.
Yani kısacası, hayır: Batı demokrasileri, doğu sınırlarında kuluçkaya yatan tehdidin doğasına “dikkat etmiyor”.
Ancak Putin de kayıtsız görünüyordu.
Birincisi, Putin, Batı’nın kronik bir gerileme içinde olduğuna, iç bölünme ve ideolojik kin nedeniyle zayıfladığına inanıyordu. Donald Trump’ın seçilmesini ve İngiltere’nin AB’den ayrılmasını (Brexit) bunun kanıtı olarak gördü. Polonya ve Macaristan’da sağcı otoriter hükümetlerin yükselişi, liberal değerlerin ve kurumların dağıldığının bir başka kanıtıydı. ABD’nin Afganistan’dan aşağılayıcı bir şekilde çekilmesi, dünya sahnesinden çekilen zayıf bir gücün kanıtıydı.
İkincisi, sınırlarında olup bitenleri yanlış okudu. Eski Sovyet Cumhuriyetlerinde – Gürcistan (2003), Ukrayna (2004-5) ve Kırgızistan (2005) – bir dizi demokratik ayaklanmanın muhtemelen halk iradesinin otantik ifadeleri olabileceğine inanmayı reddetti. Her biri yozlaşmış ve popüler olmayan Moskova yanlısı hükümetleri ortadan kaldırmayı amaçladığından, Kremlin açısından bunların yabancı istihbarat teşkilatlarının, özellikle Amerikalıların ve İngilizlerin işi olduğu ve Batı emperyalizminin tarihsel olarak Rusya’nın olan topraklara doğru ilerleyişi aşikâr görünüyordu.
Üçüncüsü, kendi silahlı kuvvetlerini anlamakta başarısız oldu. Belli ki Putin bu “özel askeri operasyonun” birkaç gün içinde bitmesini bekliyordu.
Balkanlar’daki savaşı hatırlatıyor
Rusya’nın askeri kabiliyetsizliği birçok Batılı güvenlik uzmanını şaşırttı. Bu durum eski Yugoslavya’daki daha küçük çaplı, daha kontrol edilebilir, ancak yine de yıkıcı olan savaşı çağrıştırıyor.
1992’de Sırp milliyetçileri, yeni bağımsızlığını kazanan Bosna devletini doğarken boğmak için bir savaş başlattı. Bosna kimliğinin düzmece olduğunu, Bosna devletinin hiçbir tarihsel meşruiyeti olmadığını, gerçekten de Sırbistan’ın bir parçası olduğunu savundular. Şimdi de Putin Ukrayna konusunda bunları savunuyor.
Bugünkü Rusya gibi, Sırp kuvvetleri de ezici bir ateş gücü üstünlüğüne sahipti. Ancak Sırp olmayan yerel halkın direniş gösterdiği her yerde durduruldular. Kasabaları veya şehirleri ele geçiremiyorlar, sokak sokak savaşmak istemiyorlardı. Bosna’yı savunanlar başlangıçta çok yetersiz donanıma sahipti, Saraybosna siperlerinde üç kişiye bir AK-47 Kalaşnikof düşecek şekilde tenis ayakkabılı erkek çocukları hatırlıyorum. Ancak yaklaşık dört yıl boyunca başkentlerini savundular. Kiev’i savunmak için gönüllü genç erkeklerde de benzer kararlılık var.
Böylece Sırplar şehirleri ve kasabaları ele geçirmek yerine onları kuşattı, bombaladı, su, gaz ve elektriği kesti. Mariupol’de de bunlar oluyor. Elektriği kesin, kendi evinizde donarsınız. Yakında yiyecek biter. Rusların Mariupol için, Harkov için, Kiev için niyeti bu mu? Onlara boyun eğdirmek için mi?
Ancak zulüm dolu bu dört yıl, Bosna’nın kuruluşu bakımından ulusal direniş, acılar ve kahramanca mücadele anlatısını sağladı. Ukrayna’nın kimliği de Ukraynalıların savaşma biçimleriyle daha da güçlenecek. Ukrayna’da Rusça konuşanlar, işgal ile kendilerini “kurtulmuş” hissetmediler. Onlar da Ukrayna’nın egemen bir devlet olduğuna inanıyor. Putin’in savaşı, Rus ulusunun iki parçası olarak gördüğü şeyi yeniden birleştirmeyi amaçlıyor ama şimdiden tam tersi bir etki yapıyor; çoğu Ukraynalının Rus egemenliğinden kurtulma iradesini güçlendiriyor.
1994’te Balkanlar’daki savaş hala devam ederken, Doğu Avrupa’nın geri kalanı geleceğe bakıyor, her ulus, bağımsız devletlerden oluşan ve barış içinde yaşayan bir Avrupa’da kendi doğal yerini almaya hevesleniyordu. Ancak bunların NATO’ya katılmasına izin verilip verilmeyeceği hala kesin değildi.
O zamanlar, Doğu Avrupa ülkelerinin NATO ve Rusya arasında tampon görevi görecek üçüncü bir güvenlik bloğunu oluşturulup oluşturulmayacağı konusunda bir tartışma vardı. Rusya 1990’larda zayıftı ve 40 yıl boyunca Sovyet işgaliyle karşı karşıya olan milletler onun uzun süre zayıf kalacağına inanmıyorlardı. Sonunda NATO üyeliğinden başka bir şey istemediler.
Başkan Bill Clinton yönetiminde ABD, NATO’yu genişletmeye devam etti. Kendisini Clinton’ın sadık bir müttefiki olarak gören Rusya Devlet Başkanı Boris Yeltsin’in, düzenlediği basın toplantısında, NATO’nun Moskova’ya danışmadan yeni üyeler kabul etmeyi planladığını öğrendiğinde çok öfkelendiği söylendi.
Batı doğuya ne kadar kayar?
Ve Demir Perde’nin yıkılması jeopolitikte yeni bir soruyu gündeme getirdi: Batı dünyası daha ne kadar doğuya doğru kayabilir? Polonya, Belarus ve Ukrayna üzerinden bir yolculuğa çıkıp “Batı dünyasının doğu ucu şimdi nerede?” sorusuna yanıt aramak üzere BBC tarafından görevlendirilmiştim.
1991 yılının sonlarında Rusya Federasyonu Başkanı Boris Yeltsin’in Ukrayna ve Belaruslu mevkidaşlarıyla Belarus’ta görüştüğü av köşküne gittim. Burada birbirlerini bağımsız devletler olarak tanımayı kabul ettiler. Daha sonra Sovyet lideri Mihail Gorbaçov’u aradılar ve ona devlet başkanı olduğu ülkenin, Sovyetler Birliği’nin artık var olmadığını bildirdiler.
Hem tehlike hem de fırsatlarla dolu bir andı. Belarus ve Ukrayna için bu, kendilerini Moskova yönetiminden, hem Çarlık hem de Sovyet biçimlerinde Rus emperyalizminin egemenliğinden kurtarma şansıydı.
Yeltsin açısından ise bu, emperyal bir güç olarak tarihi rolünden Rusya’yı kurtarma şansını da temsil ediyordu. Tıpkı Avusturya’nın Birinci Dünya Savaşı’ndan sonra, İngiltere ve Fransa’nın da İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra emperyal güç olmaktan çıkması gibi. Türkiye’de de Mustafa Kemal Atatürk, çok uluslu Osmanlı İmparatorluğu’nun 1918’de yenilip parçalanmasından sonra modern bir Avrupalı laik cumhuriyeti, bir Türk ulus devletini inşa etmişti.
Raydan çıkan deney
Boris Yeltsin de aynı şeyi yapabilir mi, Sovyet İmparatorluğu’nun yıkıntıları üzerinde bağımsız komşularıyla barış içinde modern bir Rus ulus-devleti inşa edebilir mi? 1990’ların başında, emperyal bir gücü demokratik bir devlete dönüştürmek için Batılılaştırma deneyine başladı.
Ancak, yatırım fırsatı kollayan Batılı demokrasilerin cesaretlendirdiği ve katı, devlete ait bir komuta ekonomisini serbest piyasa sistemine dönüştürme acelesi felaketle sonuçlandı; gangster kapitalizmini yarattı. Küçük bir elit, başta petrol ve gaz olmak üzere büyük endüstrilerin varlıklarını yağmalayarak inanılmaz derecede zengin oldu.
1998’de nihayet bu deney rayından çıktı. Ekonomi çöktü, ruble bir ayda değerinin üçte ikisini kaybetti ve enflasyon yüzde 80’e ulaştı.
Madenlerin zar zor çalıştığı Ukrayna sınırına yakın eski bir kömür madeni bölgesine gitmiştim. İşini kaybetmiş, 30’lu yaşlarda, aile sahibi bir maden mühendisiyle tanıştım. Beni şehrin dışında, yaklaşık bir dönüm arazisi olan kulübesine götürdü:
“Ailemin yıl içinde yediklerinin yaklaşık yüzde 80’ini bu toprak parçasında yetiştiriyorum. Geri kalanını, kahve ve şeker gibi, takas ile hallediyorum. Yaklaşık 18 aydır para kullanmadım, hatta nakit bile görmedim.
“Stalin, bir nesilde, köylülerden oluşan bir ulusu endüstriyel bir süper güce dönüştürdü. Yeltsin de aynı şeyi tersinden yapıyor.”
Sıradan Ruslar kendilerini soyulmuş hissettiler. Büyük batılılaştırma deneyi, kriminalize seçkinleri zenginleştiren ve diğerlerini yoksullaştıran bir düzenbazlıktı. O dönem Rusya’dan sunduğumuz haberlerin çoğu tek bir soruya indirgendi:
“Rusların şimdi hissettiği derin hayal kırıklığının siyasi sonuçları neler?”
‘Yakın yurt dışı’
Cevap, Rusya’nın eninde sonunda aslına döneceğiydi; demokrasiden bir geri çekilme ve otoriter yönetime dönüş. Ulus devletten geri çekilme ve daha önce Sovyetler Birliği’nin bir parçası olan ülkelere “yakın yurt dışı”na daha iddialı bir emperyal pozisyona dönüş.
Eski ABD Ulusal Güvenlik Danışmanı Zbigniew Brzezinski, Rusya’nın bir demokrasi ya da imparatorluk olabileceğini, ancak ikisinin birden olamayacağını söylemişti. Rus amblemi, çift başlı kartal, hem doğuya hem de batıya bakıyor. Tarih Rusya’yı karşıt yönlere çekti: bir tarafta demokratik ulus devlet, diğerinde hükmeden emperyal güç.
Moskova’dan batıya bakıldığında düz ve açık kırsal alanlar görülür. Doğal sınırlar yoktur.
“Yakın yurt dışı” ile ilgili bir sohbette, bir arkadaşım Rusça kafiyeli bir beyit okumuştu:
“Tavuk gerçekten kuş değildir ve Polonya gerçekten yurt dışı değil”.
Rusya’nın batısındaki topraklarda nelere hakkı olduğu konusundaki anlayışı, popüler bilince de nüfuz ediyor.
Putin, Ukrayna’yı komşu bir ülke olarak değil, Rusya’nın sınır toprakları olarak görüyor ve onu Rusya’ya geri kazandırmak istiyor.
Bunu yapmak için ne gerekir? Birlik halinde bir direniş sergileyen bir ulusa nasıl boyun eğdirilebilir?
‘Dönüm noktası’
Şimdi Putin’i endişelendiren birkaç faktör olmalı.
Birincisi, silahlı kuvvetlerinin durumu.
İkincisi, Ukrayna savunmasının dayanıklı olması. Putin gerçekten Ukrayna’da Rusça konuşan halkın Rus askerlerini kurtarıcı olarak karşılamasını mı bekliyordu? Moskova yanlısı hükümetin yerini Batı’ya yönelen bir hükümetle değiştiren 2014 ayaklanmasının Batı’nın bir komplosu olduğuna gerçekten inanıyor muydu? Eğer öyleyse Kremlin’in “yakın yurt dışı” hakkında ne kadar az şey anladığını ortaya koyuyor.
Ancak yaptığı en büyük yanlış hesap, Batı’nın kararlılığını hafife almak oldu. Almanya Başbakanı Scholz’un ifadesiyle, 2022’yi o önemli yıllardan biri yapan şey de budur:
“Zeitenwende”, yani dönüm noktası.
Almanya, neredeyse bir gecede dünyadaki rolü konusunda tavrını değiştirdi. Sağlam tarihsel nedenlerden dolayı, geleneksel olarak etrafta ağırlığını hissettirme konusunda pek istekli olmayan bu ülke, sert güç yerine yumuşak gücü kullanmayı tercih ediyordu. Artık değil. Savunma harcamalarını ikiye katladığını duyurdu ve Ukrayna’ya ölümcül silahlar gönderiyor. On yıllardır süren Alman politikası ‘ostpolitik’, yani özellikle ticaret yoluyla barışı arama politikası da bitti.
Almanya, demokratik dünyanın geri kalanıyla birlikte şimdi Rus gazına olan bağımlılığını sona erdirmek için harekete geçecek. Kuzey Akım 2 projesi askıya alındı – henüz rafa kaldırılmadı. Rusya’yı dışarıda bırakmayı amaçlayan küresel enerji dağıtım haritasının kökten yeniden çizildiğini görüyoruz.
Rusya, küresel ekonomiye büyük oranda entegre olmuş bir ülke. Ancak şimdi, dünyanın mal ve hizmet alımı için kullanılan ödeme sisteminden (Swift) atıldı. Petrol ve gaz dahil olmak üzere endüstrisi ithal mallara ve bileşenlerine bağlı. Yakında üretim durma noktasına gelecek.
Batı’nın Rusya Merkez Bankası’na yaptırım uygulayacağını kimse beklemiyordu. Zaten ruble çöktü ve faiz oranları ikiye katlandı. Başka hiçbir büyük ekonomi bu kadar ağır ceza içeren bir yaptırım paketine maruz kalmamıştı. Bu, Rusya’nın küresel ekonomiden atılması anlamına geliyor. Daha fazla işçi işten çıkarılacak. Büyük endüstriler devam etmekte zorlanacak. İşsizlik daha da artacak. Yükselen enflasyon hayat boyu yapılan tasarrufları aşındıracak.
Hepimiz etkileneceğiz. Potansiyel olarak bu, Soğuk Savaş’ın sona ermesinden sonra ortaya çıkan küresel ekonominin gerilemesidir.
ABD ve AB aslında dünyayı ikiye böldü. Rusya ile ticaret yapmaya devam eden devletler ve şirketler, cezalandırılmış ve ayrıca zengin dünyayla ticaretten soyutlanmış olacaklar.
Bu Rusya’yı Batı’dan ayıran yeni bir ekonomik demir perde anlamına geliyor.
Birçok şey Çin’in bu yeni durumu nasıl müzakere edeceğine bağlı olacak. Çin ve Rusya, Amerikan gücüne karşı ortak antipatileri ve en büyük tehdidin yeniden dirilen, daha birleşik bir demokratik dünyadan geldiği inancıyla birbirlerine bağlılar.
Çin, Putin’in zayıflamasını veya Batı’nın güçlenmesini istemiyor. Yine de Ukrayna’daki savaşın yarattığı etki tam olarak budur.
Bazı Çinli gözlemcilere göre Pekin, ABD’nin gelecekte Çin’e yaptırım uygulama girişiminden korunmasını sağlayacak, küresel ekonomide alternatif bir alan olarak ayrı bir yuan bölgesi oluşturmaya ve doların rezerv para birimi olarak egemenliğine meydan okumaya çalışacağına inanıyor. Bu nedenle Putin’in savaşı uluslararası finans haritasını yeniden çizebilir.
‘Helsinki’ye karşı Yalta’
Ama hepsinden öte, bu, dünya demokrasilerini dünyanın otoriter rejimleriyle karşı karşıya getiren bir savaş.
Aynı zamanda, uluslararası ilişkilerde işlemesi gereken kurallara ilişkin iki karşıt anlayış arasındaki bir savaş da.
Oxford akademisyeni Timothy Garton Ash, bu iki dünya görüşünü “Helsinki’ye karşı Yalta” şeklinde ifade edilebileceğini söylüyor.
1945’te Yalta’da Stalin, Roosevelt ve Churchill savaş sonrası Avrupa’yı “etki alanları”na böldüler: Doğu Avrupa’nın çoğu Rusya’ya, Batı ise Avrupa demokrasilerini yeniden inşa etmeye başlayacak olan Atlantik ötesi ittifaka düştü.
“Helsinki” ise tersine, her biri kendi ittifaklarını seçmekte özgür olan bağımsız egemen devletlerden oluşan bir Avrupa’yı tanımlıyor. Bu, 1975 Helsinki Nihai Senedinden doğdu ve yavaş yavaş Avrupa Güvenlik ve İşbirliği Teşkilatı’na dönüştü.
Ukrayna’nın savunucuları Helsinki için savaşıyor. Putin, Ukrayna’nın bağımsızlığını ortadan kaldıracak ve onu Rus egemenliğine bırakacak modern bir Yalta versiyonunu empoze etmek için askerlerini gönderdi.
Ash, Batı’nın Helsinki’nin değerlerini savunmak konusunda çok isteksiz davrandığını, Ukrayna’nın gelecekte belirsiz bir tarihte NATO’ya katılma hakkını, bunu gerçekleştirme niyetinde olmadan resmen kabul ettiğini öne sürüyor.
Ancak Ukrayna Devlet Başkanı Volodimir Zelenskiy, Ukrayna’nın NATO üyesi olma arzusundan vazgeçmeyi kabul ederek Helsinki ilkelerinden taviz vermeye hazır olduğunun sinyalini verdi. Tüm risklerle birlikte bu Ukrayna devletinin hayatta kalması için ödenen bedel olabilir.
Benim kuşağım, nükleer imha tehdidinin varoluşsal terörüyle büyüdü. Ukrayna savaşı, bu korkuyu halkın bilincine geri getirdi. Putin, Rusya’nın nükleer cephaneliğini kullanmakla tehdit etti.
Bu da bunu 1962 Küba Füze Krizinden bu yana en tehlikeli an haline getiriyor. o zaman Sovyetler Birliği, müttefiki Küba’ya nükleer füzeler göndermiş, ABD adayı deniz yoluyla işgal etmek için bir gemi filosu kurmuştu.
Amerikalıların bilmediği şey, Sovyetler uzun menzilli stratejik füzelerin yanı sıra daha küçük, taktik nükleer füzelere sahipti. Ve bu Sovyet askeri doktrini, ilk kullanım kararını sahadaki komutanlara bırakıyordu.
İşgal tehdidi gerçekleşseydi, nükleer bir çatışmayı tetikleyecekti.
Dönemin ABD Savunma Bakanı Robert McNamara bunu ancak 1991’de Sovyet arşivleri açıldığında öğrendi. Dünyanın felakete ne kadar yaklaştığını ancak o zaman anladı.
“Robert McNamara’nın Hayatından On Bir Ders” içeren 100 Yılın İtirafları (The Fog of War) adlı filmde, McNmara dünyanın kendini yok etmekten nasıl kaçındığını anlatıyordu. Becerikli bir diplomasi mi? Akıllı liderlik? Hayır.
“Şans” diyordu McNamara. “Şans sayesinde atlattık.”
Şimdi hafızalardan silinen bu deneyime odaklanmalı.
***Mutluluk, adalet, özgürlük, hukuk, insanlık ve sevgi paylaştıkça artar***