YORUM | AHMET KURUCAN
(Fetva Sorunu Yazıları-8)
Bana sorulan “Eşinin rızası olsun ya da olmasın bir erkeğin imam nikahı ile evlilik yapmasına ne diyorsunuz?” sorusunu “Fetva Sorunu” diyerek ele almaya başlamış ve 7 yazı boyunca konu etrafında bir takım değerlendirmeler yapmıştım. Şu an okumaya başladığınız bu yazı ile seriyi tamamlayacağım.
Öncelikle okuyuculardan şunu rica edeyim, sadece bu yazıyı okuyarak nihai bir kanaate varmayın. Yazı dizisini bir bütün olarak değerlendirin lütfen. Daha önceki yazıları okumamış olabilirsiniz. Ama nihai değerlendirme yapmanız için diğerlerini de okumanız lazım. Parçacı ve atomik yaklaşımlarla doğru sonuca ulaşılamaz. Mesele çok boyutlu. Dini olduğu kadar hukuki, tarihi, kültürel ve tabii ki güncel boyutları da var.
Zaten cevabı bu kadar uzatmamım temel nedeni bu.
Fıkıh/hukuk ve insan. Birbirinden ayrılması mümkün olmayan ikili. Buna fıkıh ve insanı buluşturan zemini bütün alanları ile ilave etmemiz gerekir. O da hayattır. Bu durumda karşımıza çıkan tabloda bir üçlü var: Fıkıh-hukuk, insan ve hayat.
Fıkıh insan davranışları üzerinde bir düzenlemede bulunacak, sınırlar koyacak, yap-yapma ya da suç veya suç değil diyecek, konulan sınırlar aşıldığında cezai yaptırımlar öngörecek ve bütün bunların toplumsal yaşam için zorunlu olduğu gerçeğini nazara alacak. Güncel, aktüel hayat şartlarını hem ferdi hem de toplumsal boyutları ile değerlendirecek. Sosyal, güncel, aktüel hayat şartlarının değişmesine bağlı olarak kendini yenileyecek. Bir zamanlar farklı coğrafyalarda, farklı örf ve adetlerin, gelenek ve göreneklerin hâkim olduğu zeminde üretilmiş fıkhi hükümler verili sorunlara cevap vermediğinde yapacak bunu. Veriyorsa enerjisini boşa harcamayacak. Ama vermiyorsa eskinin tekrarı ile yetinmeyecek. Zira eskinin tekrarı soruya cevap olmayacağı, soruna çözüm üretemeyeceği gibi sorunun katmerleşmesine neden olur. Hatta bir adım ötesine de taşarak sorunun bizzat kendisi olur. Huzur içinde birlikte yaşamanın hukuki zeminini oluşturmak ancak böyle mümkündür.
Konumuz özeline döneyim ve bu perspektiften bakarak zihinleri kışkırtacak şu sorusu sorayım: Metin merkezli bir okuma yaparak “Şu fıkıh kitabında yazdığına, bu alimin içtihadına, Şafii mezhebindeki, Maliki mezhebindeki müfta bih görüşe göre” diyerek “Çok evlilik caizdir, imam nikahı ile evlilik yapılabilir,” demek, ardından “Zaten Kur’an’da da böyle geçiyor, Peygamber Efendimizin hayatı meydanda, sahabe döneminde de böyleydi” şeklinde yapılan sözde dini temellendirmeler bize ve bugüne bakan yönüyle ne derece doğrudur? Niye sözde dini dedim, çünkü seslendiriliş keyfiyeti öyle. Halbuki o hüküm ve uygulamaların sosyal, kültürel, ekonomik boyutları da var. Bunların hükümlere tesirini nazara almadan din böyle diyor deyip mesele sadece dine hasredilebilir mi?
Bu itirazî kayıtla beraber evet bunların hepsi “ne” sorusuna cevap olacak şekilde geleneğimiz içinde yerini alıyordur ama ne zaman, nerede, nasıl, niçin ve kim ya da kimler için? Bugünü konuşuyoruz dünü değil. Bugünün sorunlarına dünde cevap aramak anakronik ya da dogmatik ve fanatik bir yaklaşımdır. Bu zihniyetle Müslümanlar olarak mesafe alamayız, asrın idrakine İslam’ı söyletemeyiz. Sorunlarımızı çözemeyiz.
Bakın metin merkezli okuma yapma sözünün bana hatırlattığı bir hususa kısaca dikkatinizi çekeyim, şu söyleyeceğim husus bütün hukuk fakültelerinde hukuka giriş derslerinde anlatılır: “Nihai kararınızı verirken kanunlara değil hukuka ve vicdani kanaatinizi esas alın, hükmünüzü ona göre verin.” Neden? İşte bundan dolayı. Çünkü kanunlar beşerî düşüncenin verili durumunu baz alarak hukuki temellere göre yazılan hükümlerin adıdır. Şartlar değiştiyse kanunların da değişmesi gerekir. Bu da zaman alır. Dolayısıyla hâkim olarak siz bir davaya bakarken hala eski kanunlar yürürlüktedir. Ya da bakılan dava özelinde kanun yapıcının göremediği dolayısıyla kanun maddesine yansımayan bir farklılık olabilir. Dolayısıyla hâkimin hüküm verirken onu gözetmesi gerekir. Aksi halde birebir uygulayacağınız o kanun adalet değil adaletsizlik dağıtır. İbadetler hariç asırlardan beri devletin yaptırım gücünü de arkasına alacak şekilde uygulanmayan fıkıh müdevvenatı bahsini ettiğim yazılı kanunlar mesabesindedir. Nitekim kodifikasyon dönemine kadar sözünü ettiğimiz fıkıh kitapları kanun kitapları olarak mahkemelerde hakimlerin elindeydi ve hükümlerini onlara göre veriyorlardı.
Şimdi bugüne gelelim, devletin yaptırım gücünü arkasına almayan başka bir ifadeyle yürürlükte olmayan fıkhın cevaz verdiği bir akitten söz ediyoruz. Yürürlükte olan hukuk bu akdi kabullenmiyor, onaylamıyor hatta yerine göre suç olarak kabul ediyor. Bir önceki yazımda da ifade ettiğim gibi insanlığın medeniyet yaşı ve seviyesi itibariyle eğer temel İslami değerler yasamaya yansıtılacak olsaydı, kanunlar o esaslara göre şekillendirilseydi çok evlilik devlet erki tarafından yasaklanırdı. Belki istisnai dönemler veya şahsa özel hükümler belli şartlar altında özel izne tabii olurdu. Benim durduğum yer burası olduğu için verili kanunlara göre hukuki sonuç doğurmayan, resmi otoritenin evlilik cüzdanı vermediği akde caizdir demiyorum. Eğer buna fetva diyorsanız benim fetvam budur. İçtihat diyorsanız içtihadım budur. Kanun komisyonunda bulunsaydım seslendireceğim görüş budur.
Ama düşünce üretim metodolojisinde farklı kabuller genel ya da özel, toplumsal veya ferdi alanda var olagelen bir takım gerekçelere dayanarak bazıları buna cevaz veriyor olabilir. Dolayısıyla o fetvalara dayanarak evlilik yapan insanlara bazılarının çok sert biçimde dile getirdiği şekliyle zina ithamına kadar uzanan sözler söylemem. Çünkü o kişi bu evliliğin sadece dini alanı ilgilendirdiğine inanıyor, buna bağlı olarak da yetkin olduğuna inandığı birisinin ağırlığı metin merkezli okumalara dayanan fetvasıyla ikinci evliliğini yapmaktadır.
Yalnız her tercihin bir bedeli vardır ve olacaktır. Böylesi bir nikah akdiyle gerçekleştirilen evlilik resmiyet kazanmayacağı için bazı ülkelerde çocukların nüfus cüzdanı alamamasından muhtemel bir boşanmada mehir, nafaka, velayet ve mirasa kadar bir çok mesele açıkta kalacaktır. Hak ihlalleri olacaktır. Nitekim bunun yüzlerce-binlerce örneği vardır Müslüman çoğunluklu toplumlarda. Ne yazık ki böylesi durumlarda mağdur ve perişan olanlar da genelde kadınlar ve çocuklar olmaktadır.
Şimdi gelelim sorunun daha dar alanlı güncel boyutuna yani akılda hayalde olmayan hadiselerden hareketle ayrı düşen, aile birleşimi yapabilmeleri için de yakın, orta veya uzak gelecek adına hiçbir tahminde bulunulamayan çifte. Koca yurtdışında, karı Türkiye’de ya da o da yurtdışında ayrı bir ülkede. İşte bu durumda dahi hayatın tabii akışına uyarak erkeğin imam nikahı ile ikinci bir evlilik yapmasına yazı dizisi boyunca anlattığım gerekçelere dayanarak ben evet demiyorum. Bir başka tabirle genel manada söylediğim hükmün bu tekil diye nitelendirebileceğimiz meselede de geçerli olduğunu ve istisna teşkil etmeyeceğini söylüyorum. Kocanın eşinin rızasını almasının ya da almamasının hükmü değiştireceği kanaatinde de değilim. Burada “hayatın tabii akışına uyarak” cümlesini bir erkeğin ikinci evliliği adına akla gelebilecek her türlü ihtimali içine alacak şekilde kullanıyorum ve bunun içini herkes kendi idrak ufkuna göre doldurabilir diyorum. Yalnız bu yapılırken aynı ihtimallerin kadın için de geçerli olduğunu unutmamak gerektiğini hatırlatırım.
Fakat… Sanırım bu keskin cümlelerden sonra siz de bir fakat, ama, lakin bağlacı ile istisnai bir şeyin söyleneceğini düşündünüz. Haklısınız. İşte o istisnai cümle, fakat yukarıda ağırlığı metin merkezli okumalara bağlı diyerek ifade ettiğim delillendirmelere bağlı olarak böyle birisi imam nikahı ile ikinci evliliğini yaparsa, ben o evliliği sahih görmemekle beraber nikah akdine tıpkı yukarıda olduğu gibi batıl demem. Evlilik hayatının en meşru eylemlerinden olan cinsel beraberliğe zina demem. Eğer çocukları olursa o çocuklara kat’i surette zina mahsulü nitelemesinde bulunmam ve böyle niteleyenlerin şiddetle karşısında olurum.
Ne yapacak o zaman erkek? Kadın ne yapıyorsa onu yapacak. Resmi işlemlerin bir an önce sonlandırmak ve aile birleşimini gerçekleştirmek için elinden gelen gayreti gösterecek. Birleşim sürecini hızlandırmak için göstereceği bu gayretleri hukuki ve kanuni daire içinde kalarak yapacak. Kısmen hak verdiğim ve söylemesi kolay denebilecek bir sözle ifade edeyim, sabredecek. Gerçekten söylemesi kolay. Farkındayım. Hayatının baharında, eşinden ve çocuklarından ayrı kalmış genç yaşta ya da tam da çiftin birbirine en çok muhtaç olduğu, halkımızın ‘evlilik tam da bugünler için lazımmış’ dediği yaşlılık döneminde eşinden ayrı kalmanın tahayyülü bile zor ama ne yapacaksınız? Senin hiçbir şekilde dahlinin olmadığı hadiseler zinciri münasebetiyle böylesi bir zulme maruz kalıyor ve devletin zalim eliyle kurban ettiği bir pozisyondasın. Ne senin ne de eşinin rızasıyla, isteğiyle olmadı ki bu iş? O zaman sabırdan ve yeniden bir arada olmak ve hayata asılmak için sabır ve mücadeleden başka ne yapılabilir ki?
Boşanma? Birleşme adına bir ümit ışığı görmüyor ya da zaten daha önceden yaşadıkları çeşitli ailevi sorunları dolayısıyla boşanmayı düşünüyorlardıysa ve yaşadıkları bu süreç bu kararı vermelerine vesile oldu ya da hızlandırdıysa buna da hiç kimse bir şey diyemez. Son tahlilde kendi kararlarıdır. Boşanırlar ve peşi sıra çift ayrı ayrı yerlerde kendilerine evlilik de dahil yeni bir hayat kurar. Zor. Gerçekten çok ama çok zor. Bu satırları yazarken boğazım düğümleniyor. Gözlerimden yaşlar akıyor ama ne diyebilirim ki sabırla mücadele etmenin gerekliliğini söylemenin ötesinde.
Tahmin edebiliyorum, bu yazıma birçok yorumlar gelecek. Kimisi kabul edecek kimisi de reddedecek. Özellikle reddedenler “Ayette böyle geçiyor.” diyecek. Birileri tam karşı cephede yerini alıp: “Ayette öyle geçse de Kerhi’nin dediği gibi ‘Avamın mezhebi müftünün fetvasıdır’.” diye cevap verecek. Kimisi, “Erkek boşanmak istiyor ama birleşme engeli olmadığı halde kadın boşanmamak için ayak diretiyor, adeta eski geçimsizliklerinden hareketle kocasından intikam alıyor.” ya da “Sistemde yerini alan hakimler şu ya da bu gerekçe ile resmi boşanma kararı vermiyor, bu durumda yurt dışındaki eş ne yapsın?” veya “Aile birleşimi kararı çıktı, eşin yurt dışı yasağı yok ama annesini babasını kocasız da olsa alıştığı düzeni ve ortamı terk etmek istemiyor, çocuklarını bahane ediyor, eğitimi-öğretimi diyor, ileriye yönelik zaman da vermiyor, ortam düzeldiğinde sen ülkemize geri dönersin, ben çocuklarımla burada kalacağım.” diyen insanlar olduğunu söyleyecek. Bazıları “Ben evlenmem ve boşanmam da dahil ailevi hayatımda devletin otoritesini kabul etmiyorum, devletin kıydığı nikahın, verdiği evlilik cüzdanının hiçbir değeri yoktur, karşılıklı rıza ve toplumun bunu bilmesi esastır.” diyecek. Birileri de bu düşünceye: “Devlet düzeni, kamu nizamı, genel ahlak.” diyerek itiraz edecek. Bazıları meseleyi yürürlükteki hukukla fıkıh ayrımı ekseninde ele alacak ve “Fıkıh sivil bir alandır. Devlet otoritesi ona müdahale edemez.” diyecek. Bazıları genel manada erkeklerin zaten birçok kadınla beraber olduğu, çok evliliğin bu ahlaksızlığı ortadan kaldırdığını söyleyecek. Bazıları kadın erkek nüfusundaki orantısızlıktan söz edecek, Avrupa İstatistik Ofisi (Eurostat) veya Birleşmiş Milletlerin çalışmaları ortaya konan istatistiki rakamların yer aldığı raporları ortaya koyacak ve bu durumda çok evliliğin kadınların lehine olduğu söylemini dile getirecek. Evet, ben bunların hepsinin bu yazı yayınlandığı andan itibaren okuyucu yorumlarına konu olacağını düşünüyorum.
Hasılı, ahlak bekçiliği yapmıyorum. Dini düzlemde bana sorulan bir soruya cevap olarak görüşlerimi dile getiriyorum. Konunun çok su götüren bir hamur olduğunun da bilinci içindeyim. Onun içindir ki meseleyi bir yazı ile değil etraflı bir şekilde ele almaya ve 8 yazı yazarak görüşlerimi temellendirmeye dikkat ettim. Yazı dizisinin tamamını okuduktan sonra kabule de redde de açıktır.
Türkiye’de bu haberi engelsiz paylaşmak için aşağıdaki linki kopyalayınız👇
Kaynak: Tr724
***Mutluluk, adalet, özgürlük, hukuk, insanlık ve sevgi paylaştıkça artar***