Biz faniler için, yaşamın öngörülemezliği ona duyulan merakı ve kaygıyı da beraberinde getirir. İçgörünüzün yardımıyla, merakınızın içinde bulunmayı seçer ve yaşama güvenirseniz, denklemdeki kaygının dozu da seyrelir. Toplumsal olayların el verişi ve talihin yaver gidişiyle, olabildiğinizce mutlu olursunuz.
Akışın içindeyken, yani yaşarken, yaşamı sürdürürken, başa gelen trajedilerin dışında kalmayı, bir seyirci gibi, maruz kalınan şeylere “dahil olmamayı” seçmek de bir yöntem, akıl sağlığını koruyabilmek için. Yine de, bugün ekranlarda kahırla izlediğimiz çocuk, yaşlı, kadın işgal mağduru sivillerin, derme çatma tahtaları köprü bilip bata çıka, katledilmemek için evlerinden, yurtlarından kaçışlarını görüyoruz. Felaket başa gelince anlaşılıyor çoğunlukla. İçgörüsü körelmişler için aynı şeyi söyleyemeyeceğim. Sosyal medyada örtük bir işgalci desteğiyle, mağdurun hiç de işine yaramayacak bir tutum içindeler.
“Gelecek, tutkulu profesyonellere aittir” der, François Truffaut’nun Jules and Jim filminde, Jules. Bu unutulmaz replik, Gabriel’in Düşü’nü izlerken belirdi zihnimde. Suriye’den, yine savaşla milyonların yurtlarından, canları pahasına Avrupa’ya kaçışları sürüyor. Görsek de, gördüğümüz halde alışkın bir duyarlılıkla dışında dursak da… Mültecilerin intihar oranları üzerine mutlaka bir çalışma vardır. Biz evi olanlar için onlar, her şeyi göze alarak ölüm yolculuğuna çıkmış insanlar. Yine de, ölümü göze alarak çıktıkları bu yolculukta intihar oranının düşük olduğunu zannediyorum. Çaresizlik, umutsuzluk demek değildir çünkü. Jules’ün cümlesinde işaret ettiği tutku, yaşama güvenmeyi ve ona duyulan arzuyu da içeriyor.
KESİŞEN GÖÇ HİKAYELERİ
Tiyatro Dea’nın ikinci oyunu, Sema Elcim’in yazdığı Gabriel’in Düşü’nü Ahmet Sami Özbudak yönetiyor. Alan Kadıköy, isminin hakkını veren sahne plânı ile iyi bir alan tiyatrosu örneği.
Suriyeli bir mülteci çiftin, Türkiyeli bir çiftin ve İstanbul’dan 6-7 Eylül sonrası Midilli adasına göç eden aile kökeniyle Yunanistanlı bir çiftin kesişim hikâyesi, Gabriel’in Düşü… Çiftlerin kendi içindeki çatışmaları, tekerlekli bir ahşap platform üzerinde sahnelenirken, platform çevresindeki sandalyelerde, karartmada oturuyor diğer oyuncular. Platform, iskele, köprü, ev, sahil, çadır oluyor. Tıpkı afiş tasarımında dikkat çeken kırmızı kumaş gibi platform da “kılıktan kılığa giriyor”.
Suriyeli çift Mirvan (Ersin Umut Güler) ve Yana (Banu Çiçek) minik bebekleriyle Almanya’ya gitmek üzere Midilli’deki kamptadırlar. Mirvan, umutla kampta beklerken, Yana’nın aklı, yeni doğum yapmış bir anne olarak, bebeğinden çok Lazkiye’deki savaşta ölen ilk çocuğunun mezarına gitmektedir.
Adalı çift, Angeliki (Çiçek Dilligil) ve Angelos’un (Burak Tamdoğan) yaraları ise kızları Eleni’dir. Angeliki, Eleni’nin çocuğu olursa hayatını düzene koyabileceğine inanır ve bunun için girişimlerde bulunur… Angelos ise çaresizce hep karısını suçlar. Didişip dururlarken, tatil için adaya gelen Berna (Ayşegül Tekin) ve Berk (Kerem Pilavcı) onların bir diğer evine tatilci olarak yerleşir. Pek de romantik bir geliş değildir bu. İlerleyen sahnelerde aralarındaki farklılıkları da sorunları da görüyoruz her birinin.
Berna’nın adaya gelişte gördüğü mültecilerin neden orada olduklarını anlamayışı, kendi tatil programından başka hiçbir şey düşünmeyişi, vicdanında hiçbir kıpırtının olmadığını gösterir. Yaşamını yemek, içmek, kocası/karısı, çocuğuyla o tatil senin bu tatil benim gezerek, tüketimin geniş yelpazesinden bolca nasiplenmek olan yığınla insan var. Kötü değiller, sadece benciller. Öte yandan, adalıların, Türkiye’den geldiği için “Türko” diye dalga geçtiği Angelos’un aynı ırkçı tavrı kötü esprileriyle adaya gelen Türklere yansıtması ise bir zamanların göçmeni için tipik bir durum.
Üç kadının üçü de, ayrı zamanlarda adadaki manastıra giderek Aziz Gabriel’e bireysel hayatlarındaki açmazları gidermesi için yakarır.
Batur Belirdi’nin oynadığı Dimitri, evlenip çoluk çocuğa karışsa da geçmişte âşık olduğu Eleni’yi unutmamıştır. Eleni, Atina’ya gitmese, adada kalıp Dimitri ile evlense, bambaşka bir hayatı olur muydu? İşte yaşamın, hiçbir zaman yanıtlanamayacak bir çıkmazı daha.
Global köyümüz dünya, o büyük mavi mucize balon… kendini onarma yetisiyle milyonlarca yıldır var olmayı sürdürüyor. Belli süreliğine konuk ettiği toz zerresi hacmiyle insan, dünyayı taklit ederek ancak, ırk, millet, devlet, din, cinsiyet gibi kavramları bulmuş. Bu “büyük buluşları”yla da belli gücü elinde tutarak, güçsüzü yok etmeye programlanmış.
Gabriel’in Düşü, dünyalı bir metin. Türkiye’de gördüğümüz, yaşadığımız mülteci ayrımcılığına ses veren, başka türlü bir bakış açısının mümkün, herkesin kanının kırmızı olduğunu gösteren bir metin. Politika yapmadan, hiç değilse mülteci geçiş noktası demek olan Ege’ye tatile gidenler için vicdani bir sorumluluğa işaret ediyor. Burada bir insanlık trajedisi var, aç gözlerini, bil, gör diyor. Savaşın ve ırkçılığın, şu kısacık konuklukta herkesi yakacak bir ateş olduğunu gösteriyor. Onu nasıl-ne olarak görürseniz o olan bir kan kırmızı kumaş, elden ele, ortak bir sonlu yazgıyı işaret ediyor.
Kazananlarla kaybedenlerin her an yer değiştirebileceğini söyleyen 70 dakikalık oyundan çıkarken, Vehbi Can Uyaroğlu’nun dokunaklı müziğinin de etkisiyle, başta alıntıladığım Jules’ün repliğine cevap verdim. Gelecek hiç kimseye kalmıyor, canı nasıl isterse onu eyleyen yazgıya ve şansımıza yaver gitsinler diye olumlu cümleler dilemekten başka elimizde kalan pek bir şey yok. Bu, güçlülerin var kaldığı bir yaşam ve biz biliyoruz ki, dayanışmaktan başka çare yok: Güç kimdeyse suç ondadır…
Kaynak: Artı Gerçek
***Mutluluk, adalet, özgürlük, hukuk, insanlık ve sevgi paylaştıkça artar***