86 yıllık yaşamımın en duygu dolu etkinliklerinden birinin ardından, sürgündeki Ermeni dostlarımızla acıyı ve sevgiyi bir kez daha paylaştığımız, mücadele kararlılığımızı da birlikte pekiştirdiğimiz bir gecenin ertesinde düşüyorum bu notları…
Nerdeyse yarım yüzyıldır Avrupa başkentinde birlikte mücadele verdiğimiz Belçika Demokrat Ermeniler Derneği‘nin, sürgünümüzün 50. yıldönümü için geçen yıl düzenlediği, ancak salgın sınırlamaları nedeniyle ertelenen etkinlik Cumartesi günü gerçekleştirildi. Bu müstesna gecede, sadece Ermeni dostlarımızla değil, iki yıldır yine salgın nedeniyle buluşamadığımız üç kıtadan gelmiş, aynı kavgayı paylaştığımız sürgün dostlarımızla da kucaklaştık.
Belçika Demokrat Ermeniler Derneği adına Dr. Bogos Yalım‘ın yönetiminde yapılan gece, dostumuz Nazım Alpman‘ın yedi yıl önce gerçekleştirdiği Vatansız Vatansever belgeselinin Fransızca altyazılı olarak gösterimiyle başladı.
Ardından Türkiye’deki soykırım inkarcılığı ve Belçika’da 30 yılı aşkın bir süredir Türkiyeli demokratik örgütlerin hem bu inkarcılığa, hem de faşist yönetimlere karşı birlikte yürüttükleri mücadele hakkında ayrıntılı bilgi veren bir konuşma yaptım.
Dinleyicilerin sorularını yanıtlamamızdan sonra Belçika Demokrat Ermeniler Derneği adına İnci ile bana, yazar Hovsep Hayreni‘nin çeşitli dillerdeki kelimeleri kullanarak gerçekleştirdiği, tüm ezilenlerin yanında yer aldığımız için teşekkür ifade eden bir tablo armağan edildi.
Ermeni dostlarımız, sağ olsunlar, hem o geceyi düzenlemekle, hem de verdikleri son derece anlamlı armağanla sürgünde yalnız olmadığımızı bir kez daha gösterdiler, ileri yaşlarda ara vermeksizin sürdürdüğümüz mücadelemize büyük güç kattılar.
Aslında o gece yaptığım konuşma, doğup büyüdüğüm topraklarda Osmanlı Devleti tarafından katledilen, tehcir edilen, yaşadıkları korkunç trajedi Cumhuriyet yönetimi tarafından da sürekli inkar edilen Ermeni Ulusu’nun diyasporadaki mensuplarıyla bir dertleşmeydi.
Çünkü, benim Türkiye’de ve sürgünde on yıllarca militanlığını yaptığım sol hareket de, bu utanç verici inkar karşısında 2007’de Hrant Dink‘in katline kadar susmakla, inkarcı devlet yönetiminden ve medyasından hesap sormamakla, tarih önünde sorumluydu… Bu acı gerçeği tüm çıplaklığıyla öğrenip tavır almak benim için de Türkiye’deyken değil, ancak 12 Mart 1971 darbesinden sonra başlayan sürgün yaşamımızda mümkün olmuştu.
Evet, sürgünümüzün 50. yılını konuşurken, Ermeni dostlarımızla esas olarak bunu konuştum… O dertleşmeyi bugün siz okurlarımla da paylaşıyorum.
***
Değerli dostlar,
Sürgünde yarım yüzyılı aşmış olmamız nedeniyle bu geceyi organize etme inceliğini gösteren Belçika Demokrat Ermeniler Derneği yöneticilerine, militanlarına ve yine bu derneğin temsil ettiği Belçika’daki tüm Ermeni dostlarımıza teşekkür ediyorum.
Değerli dostumuz Nazım Alpman’ın yedi yıl önce gerçekleştirdiği belgeselde, İnci’nin de, benim de hareketli ve çalkantılı yaşamımız, çalışmalarımız, düşüncelerimiz hakkında ayrıntılı bilgi verildiği için o konularda konuşup değerli vaktinizi almak istemiyorum.
Hoş… Bugün bu salonda birlikte olduğumuz, 40 yıldan fazladır sıcak dostluğu ve mücadele beraberliğini paylaştığımız dostlarımız açısından zaten hiçbir gizlimiz, kapaklımız da olmadı… Mücadelenin çetin koşulları içinde birbirimizi daha yakından tanıdık, daha bir sevdik, birbirimize daha bir bağlandık.
Aynı duyguları, Belçika Demokrat Ermeniler Derneği için olduğu gibi, onunla birlikte sekiz yıl önce, Vatansız Gazeteci adlı kitabımın yayınlanması dolayısıyla İnci’yi de, beni de, İnsanlık Yurttaşları ödülüyle onurlandıran Belçika Asuri Enstitüsü, Brüksel Kürt Enstitüsü, Brüksel Halkevi ve Güneş Atölyeleri’ndeki dostlarımız için de taşıyoruz, onlara da teşekkürlerimizi ifade ediyoruz.
Sürgünümüzün 50. yıldönümü dolayısıyla geçen yıl için öngörülen bu toplantı, Korona terörü nedeniyle bu yıla, yasakların büyük ölçüde kalkmakta olduğu bugüne kaldı.
Ne yazık ki, bugünkü birlikteliğimiz de, ihtiyar Avrupa kıtasının, 2. Dünya Savaşı’ndan tam 83 yıl sonra yeniden savaş cehennemine sürüklendiği bir döneme rastlıyor.
Şu anda 86 yaşındayım… 1939 yılında, daha neyin ne olduğunu yeni anlamaya başladığım üç yaşında, dünyayı Hitler faşizminin başlattığı kan banyosunun haberleriyle tanımaya başlamıştım. Demiryolcu çocuğu olarak Anadolu bozkırının köylerinde savaş bahane edilerek yoksul köylüye uygulanan jandarma zulmüne de doğrudan tanık olmuştum.
O köylerden biri de, Kayseri ilinin Muncusun köyü idi… Muncusun, tarihsel olarak bir Ermeni köyü, ama 1915 soykırımı ve tehcirinde Ermeni nüfusundan arındırılmış, yerlerine Türk muhacirler iskan edilmiş… Babamın bulunduğu ara istasyonda okul olmadığı için çocuk yaşta o köyde gurbetçi olarak yaşadım. Ama geçmişinden hiçbir iz bırakılmayan Muncusun‘un bir Ermeni köyü olduğunu ancak onyıllar sonra sürgünde öğrenebilecektim…
Bu sene 70 yılını dolduran gazetecilik yaşamımda, İnci’yle beraber, birine şahsen hedef olduğumuz üç askeri darbe yaşandı… Ve de Türk Ordusu’nun Kürdistan’daki bitip tükenmez imha operasyonları… Dahası, bölge halkları aynı ordunun Kıbrıs, Irak, Suriye ve en son geçen yıl da Karabağ topraklarını işgaline tanık olmanın acısını yaşadı.
Nazım Alpman‘ın belgeselinde gösterildiği gibi, sosyalist harekette ve gazetecilik yaşamımızda hep gerçeği yansıtma çabası içinde olduk.
Ancak bugün, Ermeni dostlarımızla birlikteyken, sürgüne çıktığımız 50 yıldan beri şuurumu ve vicdanımı hep rahatsız eden bir acıyı sizlerle paylaşmak istiyorum.
1955 yılında, genç bir gazeteciyken, 6-7 Eylül pogromunun İzmir’deki vahşetine, Türk ve müslüman olmayan İzmir’lilere yapılan saldırılara, yağmalara bizzat tantık olmuştum. Gazetemiz bu konuda tavır aldığı için sıkıyönetim tarafından kapatılmış, başyazarımız tutuklanmıştı.
Gençliğimin kenti İzmir… Hellenistik çağda kurulan, asırlarca Roma ve Bizans kenti olmuşken 15. yüzyılda Osmanlı hakimiyetine girdikten sonra da ekonomik hayatiyetini büyük ölçüde Levanten, Rum, Ermeni ve Yahudi’lere borçlu olan kent…
Ama o İzmir’de de, ne öğrenci derneğinde, ne çalıştığım muhalif gazetede, ne sendikada, ne tevkifattan geçmiş komünist dostlar çevresinde, 1915 soykırımından tek kelimeyle dahi bahsedildiğini anımsamıyorum. Karadeniz bölgesindeki 1919 Pontüs soykırımından da, Ege bölgesindeki 1922 Rum soykırımından da…
Ya İstanbul? Çalıştığım gazetelerde, militanlığını yaptığım, hattâ 1964’teki 1. Kongresi’nde Merkez Yürütme Kurulu’na seçildiğim Türkiye İşçi Partisi’nde Ermeni, Rum, Yahudi, Süryani , Kürt dostlarım, meslektaşlarım, yoldaşlarım oldu… Ama 12 Mart 1971 darbesinden sonra Türkiye’den ayrılıncaya kadar 1915 Soykırımı‘nın, bırakın ciddi şekilde gündeme alınmasını, söyleşi düzeyinde bile sözünün edildiğini anımsamıyorum.
O yıllarda sosyalist ülkelerde bulunan, Bizim Radyo ve Yeni Çağ dergisi gibi yayınlarını ilgiyle izlediğimiz Türkiye Komünist Partisi’nden de, merkez yönetiminde Ermeni kökenli üyeler bulunduğu halde, 1915 Soykırımı konusunda herhangi bir açıklama ya da eleştiri duymadık,
50. yıldönümünde, çeşitli ülkelerde 1915 Ermeni Soykırımı’nı anma etkinlikleri düzenlendiğinde bile konu gündeme gelmemiş, bu konuda yurt dışından gelen haberler “1. Dünya Savaşı yıllarında emperyalistlerin kışkırtmasıyla halkların birbirine kırdırıldığı” yorumlarıyla hasır altı edilmeye çalışılmıştı, İttihat ve Terakki’nin can alıcılığından, katillerden çoğunun da cumhuriyet döneminde iktidar kadrolarına yerleştirildiğinden bahseden de olmamıştı.
Benim için bu konuda hiç unutmadığım bir dönüm noktası… Bir Belçika anısı…
1971 darbesinden sonra, sürgünde Türkiye’deki rejime karşı protesto kampanyası düzenlediğimiz günlerdi. Bir akşam Belçika Radyo-Televizyonu’nun sanat redaktörü Marcel Croës’un evinde Belçikalı başka bir gazeteciyle birlikteydik. Türkiye’deki insan hakları ihlalleri hakkında anlattıklarımızı dinledikten sonra bir soru sormuştu: “1915’te Ermenilere yönelik soykırım hakkında ne düşünüyorsunuz?”
Ne acıdır ki, verecek yanıt bulamamıştım, onun ezikliğini yıllarca taşıdım.
1915 soykırımı ve tehcirinin Türkiye çıkışlı sol sürgünün gündemine girmesi, ancak 70’li yılların sonlarında başlayan kitlesel Asuri, Ermeni ve Kürt göçünün yerleştiği ülkelerde örgütlenmesi, daha önce bu ülkelerde oluşmuş diyasporalarla ilişki kurarak güçbirliği yapması sayesinde gerçekleşebildi.
70’li yılların ikinci yarısında Türkiye İşçi Partisi’ni desteklemek üzere Avrupa’da kurduğumuz ve başkanlığını üstlendiğim Demokrasi İçin Birlik, sonradan Brüksel Kürt Enstitüsü adını alacak olan Kürt işçi-öğrenci örgütü Tekoşer ile sürekli güç ve eylem birliğindeydi. İlk kez o birliktelik sayesindedir ki Kürt, Ermeni, Asuri soykırımları konusunda Kürt dostlardan çok şey öğrendik.
12 Eylül darbesinden sonra Demokrasi İçin Birlik Avrupa Komitesi’nin yayın organı olarak Belçika’da Tek Cephe adında bir gazete çıkartıyorduk. 1981 Mart’ında Asala örgütü Paris’te iki Türk diplomatını öldürmüş, ardından da Ermeni soykırımının Türkiye tarafından tanınmasını isteyen bir bildiri yayınlamıştı.
Bu olay üzerine Demokrasi İçin Birlik Fransa Komitesi Ermeni soykırımı ve Asala eylemleri konusunda hayli uzun bir analiz yazısı hazırlayıp Avrupa komitesine göndermişti. Yazıda Asala eylemleri eleştiriliyor, ancak Ermeni soykırımının Türkiye tarafından tanınması gerektiği de vurgulanıyordu.
İki sayı sürecek yazının birinci bölümü yayınlanınca o sırada Brüksel’de konuğumuz olan parti liderleri büyük tepki göstermişti. Buna rağmen Demokrasi İçin Birlik Avrupa Komitesi başkanı olarak Fransa Komitesi’nin yazısına sahip çıkmış, ikinci bölümü de Nisan 1981 tarihli sayıda hiçbir değişiklik ve kısaltma yapmadan yayınlamıştım.
Tek Cephe’nin ulusal baskılara karşı mücadele tavrını sonraki yıllarda da İnfo-Türk bültenleriyle ve kitaplarıyla sürdürdük. O sırada yakın ilişkide bulunduğumuz Avrupa Parlamentosu Sosyalist Grup Başkanı Ernest Glinne, 20 Eylül 1983’de Türk Hükümeti’ni 1915 soykırımını tanımaya çağıran bir önergeyi parlamento başkanlığına sundu.
3 Ocak 1985’te de Fransa’nın A2 Televizyonu, “Çizmeler altında Türkiye” adlı bir belgesel yayınlandı. Belgeseli izleyen tartışma bölümünde Paris Kürt Enstitüsü adına Nezan Kendal, İnfo-Türk adına da ben, Türkiye’de Kürtlere, Ermenilere, Asurilere, Greklere ve demokrat düşünceli Türklere yapılan yeni baskılar hakkında ayrıntılı bilgi vererek Avrupa’yı bu baskılar karşısında sesini yükseltmeye çağırdık.
Ertesi gün Hürriyet gazetesi beni manşetten Türkiye düşmanlığı yapmakla suçladı.
Ekim 1987’de yine Info-Türk olarak Türkiye’de tüm baskı ve zulüm uygulamalarının yanı sıra Kürtlere, Ermenilere, Asurilere uygulanan soykırım ve baskılar konusunda da ayrıntılı bilgi veren İngilizce Kara Kitap’ı yayınladık.
O dönemdedir ki Belçika Demokrat Ermeniler Derneği, Belçika Asuri Enstitüsü ve Avrupa-Ermeni Federasyonu’nun kurulması da 1915 soykırımın tanınması için Ermeni ve Asuri diyasporalarının onyıllardır sürdürdüğü mücadeleye de yeni bir güç kattı.
Belçika Demokrat Ermeniler Derneği, Belçika Asuri Enstitüsü, Brüksel Kürt Enstitüsü, İnfo-Türk ve Güneş Atölyeleri‘nin oluşturduğu kollektif, Ermeni soykırımının 90. yıldönümü olan 2005’te, 12 Mart darbesinin 35. yıldönümü olan 2006’da, Hrant Dink’in katledildiği 2007’de yaptığı etkinliklerle, her yıl 24 Nisan’da soykırım anıtı önündeki anma toplantılarına yaptığı katkılarla soykırımın tanınması mücadelesine büyük katkılarda bulundu.
2015’teki 100. yıldönümünde ortak bir bildiriyle 1915 soykırımının tanınmasını birlikte isteyen örgütlerin sayısı ise, Kollektif üyesi örgütlerin yanı sıra ATİK‘in, Alevi, Ezidi, Kürt ve Süryani örgütlerinin katılımıyla 10’u aşacaktı.
Hiç kuşku yok, bu konuda daha ileri adımlar atılması, ancak Türkiye’nin demokratikleşmesi için verilen mücadelede gösterilecek başarıya bağlı…
Evet, Türkiye’de bugünlerdeki gelişmeler hem acılı, hem umut verici…
İslamo-faşist baskılar gün geçtikçe daha da azgınlaşırken, en geç 2023’te, belki de erken bir seçimle 2022 yılında ,genel seçime gidilecek olması, muhalefet cephesinde bir hareketlenme yaratmış bulunuyor.
Bir yanda altı siyasal partinin kurduğu ittifak “güçlendirilmiş parlamenter sistem”e geçiş vaad ederken, HDP ile bazı sol parti ve kuruluşlar bütün kimliklerin ve farklılıkların özgürce, bir arada, eşit ve ortak bir şekilde yaşayacakları “Demokratik Cumhuriyet” çağrısı yapıyor.
Ancak böylesi bir demokratik cumhuriyet gerçekleştirebildiği takdirdedir ki, Türkiye’de olduğu gibi göç alan ülkelerde de Türk ırkının ve İslamın yüceliğine koşullandırılanların Asurilerin, Ermenilerin, Ezidilerin, Greklerin ve Kürtlerin kültürlerine mesafeli, hattâ düşmanca davranmaları son bulabilir.
Bu planda Demokratik Cumhuriyet iktidarının ilk görevlerinden biri, 1915 Soykırımı’nı ve onu izleyen tüm soykırım ve tehcir operasyonlarını tanımak, siyasal sürgünler üzerindeki tüm baskılara, hayatlarına kasdetmeye kadar varan tehditlere, rengarenk arama bültenlerine son vermektir…
1974’te Yunanistan’da faşist cuntanın devrilmesinden sonra yapıldığı gibi, tüm siyasal sürgünlere vatandaşlık haklarını eksiksiz tanımak, ülkelerine özgürce dönmelerinin, mesleklerini ve de siyasal çalışmalarını Türkiye’de sürdürmelerinin önündeki tüm engelleri ortadan kaldırmaktır.
Bunun için de yıllardır yurt dışında bu konularda mücadele yürüten demokratik göçmen örgütleri, Asuri, Ermeni, Ezidi, Grek ve Kürt diyasporalarını temsil eden kuruluşlar, Demokratik Cumhuriyet iktidarını oluşturmaya aday partiler tarafından şimdiden muhatap alınmalıdır.
Avrupa Sürgünler Meclisi‘nin son genel kurulunda söylemiştim…
Tekrarlıyorum:
Türkiye’nin gerçekten demokratikleşmesi isteniyorsa, sandığa sürgünlerin, diyasporaların iradesi de mutlaka yansımalı, sürgün tarihe gömülmelidir.
Sürgün dostlarım,
Hepinizi sevgiyle selamlıyorum.
Kaynak: Artı Gerçek
***Mutluluk, adalet, özgürlük, hukuk, insanlık ve sevgi paylaştıkça artar***