Akademisyen Cengiz Aktar ile AKP sonrasını, Türkiye’nin hızla toparlanmasının ne derece mümkün olduğunu ve “hasarın” boyutlarını konuştuk. Aktar’a göre, AKP gittiği takdirde hızla bir yükselişin yaşanması zor, dahası muhalefet partileri henüz “enkazın bilançosunu” yani zarar ve ziyanın tespiti yapmış değil.
AKP yarın “gitse”, nasıl gittiği önemli değil, gitti diyelim, toparlanır mı Türkiye hızla?
İhtimallerin en pembesini varsayalım: seçim bir şekilde yapıldı, rejim partileri ve reis kaybetti ve saltanatı suhuletle devrettiler. Siyasî partiler açısından ve değişim beklentisi olan halk için bundan sonrası gayet kolay. Bir düğmeye basarak normale dönme hayali çok güçlü.
Oysa iktidarın patırtısız devredileceği bu senaryoda dahî memleketin normale dönmesi pek kolay gözükmüyor zira devlet kurumlarındaki tahribat çok derin ve vahim. Ve belki tahribatın ötesinde, memleketteki paradigma değişikliğinin boyutları eski normale dönüşü neredeyse imkânsız kılıyor.
Unutmayalım, memleketin kafa yapısı, DNA’sı değişti, değiştirildi. Kadrolar artık eski kadrolar değil; fıtratları, dünya görüşleri aynı değil. Türkiye planlı, programlı ve esas, gönüllü şekilde batısızlaşıyor.
Erdoğan ve AK giderse ülkenin hızla normale gideceği fikrini paylaşanlar oldukça çok. Onlara haksızlık mı ediyorsunuz?
Rejim gittiğinde eski normale hızla geri dönülebileceğini düşünenler kurumsal tahribatın boyutlarından genel itibariyle bihaber. Partilerde enkazın bilançosu, zarar ziyan tespiti yapılmış değil. Sezgin Tanrıkulu’nun hukuk ve adalet sisteminin çöküşü konusunda yayımladığı yıllık hak ihlalleri raporları var. Güvensiz koşullarda çalışma sonucu ölen işçilerin çetelesini tutan İSİG Meclisi raporları var. Ama tahribatın kapsamlı ve düzenli bir tespit çalışması yok. Siyasî partilerde bu çeşit çabalar olmadığı gibi toplum seviyesinde kapsamlı bir çaba yok.
Güçlü devlet geleneği, memleketin yani mülkün teminatı olarak tecelli eder. Teminatın yapı taşları Adliye, Askeriye, Hariciye, İlmiye, Maliye ve Mülkiye’dir. Bugün bu kurumların hızla itibarsızlaştırıldığı, kurumsal hafızalarının boşaltıldığı ve kurum olmaktan çıkarıldığı bir evredeyiz. Bu kurumlar çağın ve dünyanın eğilimlerini içselleştirerek dönüşmek, diğer deyişle demokratikleşmek yerine, mevcut iktidar tarafından lağvediliyorlar ya da vasallaştırılıyorlar. Kurumsal tahribatı ilk kez Şubat 2014’te “Devletin çöküşü” başlıklı bir yazıyla anlatmıştım.
Orada da yazmıştım. Bugünden tezi yok bu gidişatın her uzmanlık, her meslek, her hak, her özgürlük zemininde yarattığı derin tahribatın, konuların uzmanlarınca kayıt altına alınması gerekiyor. Her gün torba yasaların içine doldurulan yeni bir düzenleme, mahkeme kararlarının infaz edilmemesi yoluyla yaratılan emsaller, tamamen iktidar kontrolündeki yasama ve yargının verdiği kararlar ve bilumum keyfî uygulamanın kaydını, bilgi ve haberin açıkça tahrif edildiği bir ortamda düzenli olarak tutmak ancak uzmanlarca yapılabilirdi.
Buna koşut olarak siyasî partiler, bir nevî ‘gölge kabine’ mantığıyla enkazın envanterini oluşturmalıydılar. Devran döndüğünde AKP’nin halefi olacak hükümet enkaz devralacak. Şimdiden enkazı anlamak ve anlatmak gerek.”
Yapılmadı böyle bir çalışma, değil mi?
Elbette böyle bir çalışma yapılmadı. Partilerden hiçbir beklentim kalmadı, rejimin darbeleriyle serseme dönmüş vaziyetteler. Zevahiri ve günü kurtarmak için iktidar hesapları yaparak avunuyor ve avutuyorlar. Ama toplum, her ne kadar çok darbe almış olsa da, uzmanlıklar çerçevesinde zarar ziyan tespitine hâlâ başlayabilir, enkazın kapsamlı bilançolarını çıkarmaya girişebilir.
Tamiratın, tadilatın günü geldiğinde başlayabilmesi için bilançoların çıkarılması elzem. Zira rejim sonrası dönem, demokratik ülkelerde olduğu gibi basit bir devir teslim töreni ile başlayacak durumda değil. Kurumlar çok tahrip edildi. Kadrolar kovuldu, kızağa çekildi ya da, kimisi yurtdışına, küsüp gittiler. Kurumsal hafızalar böylece yok edildi.
Kurumsal hafıza yok edilince ne oldu?
Kurumların işlevsiz hâle getirilmeleri yapıları çürüttü. Kurumlar içinde sadece, biat eden, umumiyetle vasat ve çapsız memurlar kaldı. Saraydaki hakiki hükümetten gelen talimatları uygulamaktan başka bir görevleri yok.
Örnekler. Alalım kuruluşu 1840’a dayanan Hariciye’yi. Muhatabı olduğu diğer diplomatik yapılarda alay konusu bugün. Ne diplomatik teamül kaldı, ne imlâ ve içerik hatası içermeyen basın bilgi notu…
Bakanlığın dış ilişkilerle ilgili görüşlerinde “sözüm ona”, “yok hükmünde”, “misliyle cevap verilecek” gibi tamamen teamül dışı hakaretamiz ifadelerden geçilmez oldu. Zaten kimsenin bu görüşleri ciddiye aldığı yok. Sonuçta Hariciye dış askerî harekâtların avukatı konumuna indirgendi ve tamamen MİTleşti.
Alalım Mülkiye’yi. AKP’li olmayan ya da sarayın kapıkulu olmayan vali, kaymakam kalmadı. Tayinler sadece sadakat zemininde gerçekleşiyor.
Alalım Maliye’yi. Birkaç örnek: Ekonomi kurumları altüst; Hazine ile Maliye birleştirildi; işler tamamen gayrişeffaf biçimde bitiriliyor; Sayıştay işlevsiz; devletin kasası sarayın kasası gibi çalışıyor; Merkez Bankası sarayın talimatlarıyla yönetiliyor; TÜİK verilerinin inandırıcılığı kalmadı; çalışma politikaları sadece işvereni kayırıyor; kamu ihaleleri sadece yandaşlara hediye ediliyor; büyük altyapı projelerinin ve maden arama projelerinin hiçbir çevresel ve toplumsal hesapverebilirliği yok; düzenleyici kurulların özerkliği lağvedildi; Varlık Fonu ve tüm diğer fonlar rejimin kullanımına açık şekilde çarçur ediliyor.
Alalım Askeriye’yi. TSK ülkenin değil rejimin ordusu hâline geldi. Şaşkın muhalefetin koşulsuz desteğiyle her dış macera millî damgasıyla meşruiyet kazanıyor.
Alalım İlmiye’yi ya da Akademi’yi. Rektörler kapıkulu; öğretim sisteminin her kademesi dökülüyor; tedrisatın millîleşmesi ve dinîleşmesiyle içerik hızla tektipleşmek ve çağdışılaşmakta.
Alalım Adliye’yi. Hukuk devleti lağvedildi; rejim kendine özgü bir hukuk sistemi uyguluyor; millî iradeyi temsil etme iddiasında olan bu sistemde gayrimillî olanlara düşman hukuku uygulanıyor; adalet sistemi tepeden tırnağa rejimin atamalarıyla şekilleniyor.
Bu enkazdan kolayca kurtulmak mümkün olamayacak diyorsunuz kısaca. Kötü bir tablo ile karşı karşıyayız.
Türkiye’ye gereken 1945 sonrasında Almanya ve Avusturya’ya uygulanan Nazisizleştirme, “Denazifizierung”. Resmen altı yıl süren bu kapsamlı çalışma savaştan sonra Almanya’yı işgal eden dört ülke ABD, Britanya, Fransa ve SSCB tarafından uygulandı. Almanya bu sayede bugünkü Almanya olabildi. Türkiye’de böyle bir arınmayı gerçekleştirecek irade ufukta olmasa da aklımızda olsun.
28 Şubat ortak beyanı kuvvetler ayrılığının feshinden söz ediyor. Güçlendirilmiş parlamenter sistem neredeyse sadece bundan ibaret. Yani kurumsal anlamda yasama ve yargının yürütme karşısında yeniden parlamenter sisteme uygun olarak gerektiği gibi yerlerini alacakları anlatılıyor.
Yasamayı biliyoruz bütün metin bununla ilgili neredeyse, yargı içinse: “Hâkimler ve Savcılar Kurulu yeniden yapılandırılacak, yüksek yargı kurulları ile yüksek yargı organlarının yapıları, bağımsızlıkları ve demokratik meşruiyetleri güçlendirilecek ve yürütme organının müdahalesini engelleyecek tedbirler alınacaktır”
Alıntılarda bakın neler deniyor:
“Üst düzey kamu görevlilerini atama ve görevden alma yetkilerinin tamamı Cumhurbaşkanı tarafından kullanılmaktadır. Bu durum, yürütme yetkisinin Cumhurbaşkanının şahsında toplanarak merkezileşmesine, kurumların geri planda kalmasına…”
“Buna bağlı olarak da silahlı kuvvetler başta olmak üzere, bazı bürokratik kurumlara demokrasi ile bağdaşmayacak yetkiler tanımış, dolayısıyla bürokratik vesayet düzenine sebep olmuştur…”
“Tüm kamu kurumları, fonksiyon ve etkinlikleri gözden geçirilerek ihtiyaçlar doğrultusunda yeniden yapılandırılacaktır…”
“Denetleyici kurumların bağımsızlıklarının sağlandığı, yükseköğretim kurumlarının demokratikleştirildiği, adil ve tarafsız bir sistemdir…”
Bunlar genel tespitler ve temenniler, “bağımsızlık, tarafsızlık, liyâkat, düzenleyici kurumlar için idarî ve malî özerklik” enkazın envanteri değil… Durum bu.
Kaynak: Artı Gerçek
***Mutluluk, adalet, özgürlük, hukuk, insanlık ve sevgi paylaştıkça artar***