Savaşlar aynı zamanda toplumların kirli çamaşırlarının da döküldüğü anlardır. Bu sadece Putin’in tüm karizma ve itibarının sarsıldığı, stratejik aklının derinliğinin sorgulandığı Rusya için değil, Batı için de geçerli… Bu çerçevede bugünkü duruma gelinmesinde Batı’nın kendi günahlarıyla yüzleşme cesareti gösterememesinin de etkili olduğunu ve bunun Batılı liberal dünya düzenine Putin gibi otokratlardan daha büyük bir tehdit olduğunu son yazımda anlatmıştım.
Konu Rusya gibi otokrasilerin siyasi ve ekonomik yönetici sınıfının ülkelerinden yolsuzluklarla çaldıkları yüz milyarlarca doları bulan paraları, Batı’nın göz yumması sonucu yine Batı finans sistemine pek zorluk çekmeden sokarak aklaması… Hassas bir konu olduğundan, Batı’da aşırı sağ ve soldan kimi çevrelerce üretilen komplo teorilerinin bataklığına düşmemek için meseleyi “ana akım” yayın organlarında çıkmış makaleler üzerinden takip etmeye, anlamaya çalışıyoruz.
2011-2016 yılları arasında İngiltere’nin Moskova Askeri Ataşeliği gibi kritik bir görevde bulunmuş, emekli Amiral Carl Scott’un bugün Financial Times gazetesinde bir mektubu yayınlandı. Scott Putin’in saldırganlığının “beklenmediğine” ilişkin değerlendirmelere karşı çıkıyor ve bu savaşın çıkmasının kaçınılmaz olduğuna ilişkin Londra’ya pek çok rapor yazmış olduklarını belirtiyor. Mektubun üslubu, İngiltere Dışişleri Bakanlığı’nda bir büyükelçinin görevden ayrılmadan önce “kim ne der” korkusuna kapılmadan içini döktüğü, “parting shots” denilen (yani giderken söylenilen iğneli laflar) değerlendirmeleri hatırlatıyor. (Bunlardan gizlilikleri kaldırılanlardan seçilmiş bir bölümü kitap haline getirilmişti, oldukça öğretici ve okuması keyifli bir eserdir. İnternette onlar dışında da gizliliği kaldırılmış kritik o türde diğer bazı değerlendirmeleri de bulmak mümkündür.)
Amiral Scott, Putin’in seçtiği yolu hiç bir zaman saklamadığını, yaptığı pek çok açıklama ve attığı pek çok adımın buna işaret ettiğini vurguluyor ve bunları şöyle sıralıyor: “Muazzam yeniden silahlanma programı; daha kompleks ve ölümcül silah talebi; toplumun askerileştirilmesi; popüler anlatı ve söylemleri zapt ederek çarpıtması; eğitim, medya ve mahkemelere hakim olarak muhalif fikirleri bertaraf etmesi; ve son olarak Rus halkı arasında, ilan ettiği hırsının budalalığını anlayanları mahvetmesi ve yabancılaştırması.”
Bu “acımasız listenin” İngiltere tarafından gözardı edilmiş olma hatasının işlendiğini belirten Scott, Brexit’in de Moskova’yı cesaretlendiren bir başka gelişme olduğunun altını çiziyor. (Dış politika ve güvenlik bürokrasisinde liyakat yerine sadakati önceleyen Putin rejimi bu gibi olayları yanlış okuyarak, Batı’nın iyice gerilediği, bölündüğü için artık Rusya’nın yayılmacı hamlelerine karşılık veremeyeceği sonucunu çıkardı.)
Peki bu hata neden yapıldı, göz göre göre gelen felaket neden ısrarla görmezden gelindi?
Scott’un buna verdiği cevap, kendi yönetici elitinin yüzüne korkusuzca ayna tutma teşebbüsü gibidir. Diyor ki: “Yıllar süren dış görevlerimden döndüğümde toplumumuzun ne denli değişmiş olduğunu anladım. Her şey Londra Finans Şehrine (the City) boyun eğmişti, her şey yolsuz (yollardan elde edilen) ve (ülkemizi) yolsuzlaştıran bir zenginliğe güvenli liman olan karlı statümüzün çıkarlarına hizmet ediyordu. Başka milletlerden talep ettiğimiz değerleri çoktandır kendimiz tatbik etmiyorduk.”
Amiral Scott’un sıraladığı “acımasız listeye” bir kez daha göz gezdirin. O elbisenin kalıbının büyük ölçüde Erdoğan rejimine de uyduğundan hiç şüphe yok… Putin’i yatıştırma siyaseti nasıl iflas ettiyse, Erdoğan’ı yatıştırma veya daha tumturaklı bir diğer ifadeyle, onunla “pozitif gündem” yürütme siyaseti de aynı nedenlerden çökmeye mahkumdur. Bu Erdoğan’ın da Putin gibi bir savaş çıkaracağı anlamına gelmiyor, ki bunun da garantisi yoktur, Türkiye seçim sathı mailine iyice girdiğinde anketlerde oy oranlarının düzelmemesi halinde, seçimi ertelemek veya muhalefeti daha da baskılamak hedefiyle Suriye’de bir maceracılığa girişmesi her zaman ihtimal dahilindedir. Fakat Putin’in başına gelmekte olanların onu korkuttuğu, o yüzden kendisini (ve Türkiye’yi) karşısında zayıf düşürmüş olduğu Rus liderden dayak yemeden rotayı Batı’ya kırmanın yollarını aradığı her geçen gün artık daha net anlaşılmaktadır. Biden Yönetiminin iki hafta kadar önce Ankara’ya gönderdiği Dışişleri Bakan Yardımcısı Wendy Sherman aracılığıyla ilettiği anlaşılan “Ukrayna’ya S-400’leri gönder, F-35 programına geri dön” teklifine Erdoğan’ın sözcüsünün (F. Altun) The Wall Street Journal gazetesinde verdiği cevapta kullandığı “bugün için gerçekçi olmayan teklif” ibaresi dikkat çekicidir. İktidarın yerine getirilmesi halinde Putin’in küplere binerek Türkiye’yle tüm köprüleri atması tehlikesi bulunan bu ABD teklifine kapıyı tümüyle kapatan ve “yarın” işlerin değişebileceği ihtimalini tümden dışlayan kesin bir tavır takınmaktan kaçınması çok şey anlatmaktadır.
Bu itibarla, Erdoğan Suriye’de Biden Yönetimini kızdıracak bir hamleye teşebbüs etme cür’etini artık kendisinde bulamayabilir. Hatırlanacağı üzere, üç yıl kadar önce YPG’nin Suriye’deki hakimiyetine son vereceğini ilan ederek başlattığı son askeri harekatı, önceki ABD Başkanı Donald Trump’ın “Türk ekonomisini batırırım!” şeklinde Twitter’dan savurduğu tehdit sonucu durdurmak zorunda kalmıştı. Ki Trump’la ilişkileri Biden’la kıyaslanmayacak kadar iyi olmasına rağmen Türkiye için bu rezalet yaşanmıştı. Bugün hem Türk ekonomisinin, hem de Suriye’de birlikte bir modus vivendi oluşturdukları “otokrat kankası” Putin’in hali pür melali, Erdoğan için benzer bir maceraya kalkışmaya yönelik cesaretini kırıcıdır. Yine de Putin örneği, bize otokratların her zaman rasyonel hareket etmediklerini göstermektedir.
Fakat konuya sadece “savaş çıkarıp çıkarmamak” zaviyesinden yaklaşmak yanıltıcıdır. Korona pandemisinin etkileriyle boğuşan dünya ekonomisi için Ukrayna’daki savaş adeta şok etkisi yaptı. Uluslararası ekonomik dalgalanmaların özellikle gelişmekte olan ülkelerde sarsıcı tesirler yapabileceği belirtiliyor. Dünya Bankası’nın Baş Ekonomisti Carmen Reinhart, Putin’in Ukrayna’ya saldırmasından bir hafta kadar önce, yani daha ortada savaş yokken, gelişmekte olan ülkelerin borç yükünün doğurduğu risklerin “alarm verici” boyutlarda olduğunu vurguladıktan sonra Türkiye’nin (finansal çöküşünün) “bardağı taşıran son damla” olabileceği uyarısında bulunmuştu.
Reinhart’ın kullandığı, benim “bardağı taşıran son damla” olarak çevirdiğim İngilizce deyimin aslı “Devenin belini kıran saman çöpü” (the straw that broke the camel’s back) şeklindedir. Yani devenin yükü zaten ağırken, onun üzerine eklenen yeni bir yük belinin kırılmasına yol açar. Reinhart’ın dünya ekonomisinin “belinin kırılmasına” yol açacak tetikleyici krizin çıkacağı yer olarak sadece Türkiye’yi işaret etmesi dikkat çekiciydi. Aynı raporda Türkiye’deki “muhtemel çöküşün” çıkış noktasına ilişkin de bir ipucu veriliyordu: Hatırlanacağı üzere Erdoğan hükümeti, Türkiye’nin dış borcunun önemli bölümünün kamunun değil özel sektöre ait olmasının daha öncekiler çapında ekonomik/finansal krizlerin yaşanmamasına yol açacağını iddia ediyor. Dünya Bankası Başkanı David Malpass ise genel olarak yaptığı değerlendirmede, geçmişte yaşanan krizlerde özel sektörün borcunun birdenbire kamu sektörünün borcu haline dönüşebildiğini belirtiyor. Nitekim pek çok ekonomist Türkiye’de özel sektörün kendi borç riskini kamunun üzerine atarak azaltma çabası içerisinde olduğu tespitini yapıyor.
Bugün The Wall Street Journal’da yayınlanan bir analizde, ABD Merkez Bankası’nın (Fed) geçmişte faizleri arttırmasının gelişmekte olan ülkelerde (veya başka bir tabirle “yükselen piyasalarda”) finansal krizlere yol açtığı hatırlatılarak, Fed’in bu yıl kademeli olarak yapması beklenen faiz artışlarının yine aynı etkiyi yapabileceği belirtiliyor. Bu çerçevede yabancı yatırımcıların kara listesinde yer alan ülkeler olarak ise Türkiye ve Arjantin gösteriliyor.
Dünya Bankası yetkililerinin açıklamalarından ve yayınladıkları rapordan dört ay kadar önce yazdığım yazıda işin böyle bir noktaya doğru gitmekte olduğunu şöyle belirtmiştim: “2001 Krizi sırasında Türk ekonomisinin uluslararası finans sistemi içerisinde bugünküne nazaran işgal ettiği yerin çok daha küçük olmasına rağmen, o krizin dünyada yol açtığı dalgalanma hatırlandığında, olası bir ekonomik çöküşten (Batılıların) kendilerini koruyabilmelerinin o kadar da kolay olmayacağını beklemek gerekir. 2006-2008 arasında görev yaptığım Brezilya’da dönemin Dışişleri Bakanı’nın (Celso Amorim) şöyle dediğine şahit olmuştum: “Biz Türkiye’yi önemli bir ülke görmezdik. Ne zamanki 2001’deki ekonomik kriz Brezilya’yı da etkiledi, o zaman ne kadar kritik bir ülke olduğunu anladık.”
Sanırım o kaçınılmaz an geldiğinde Batı’da şimdi Putin için yapılana benzer tartışmalara ve şu tür sorgulamalara yeniden şahit olacağız: Erdoğan’ın hukukun üstünlüğünü, temel insan haklarını, ifade ve basın özgürlüklerini bu denli çiğnemesine daha tepkili olmak gerekmez miydi? Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi’nin bu denli hukuku ve insan haklarını ayaklar altına almış bir rejim karşısında daha aktif bir tutum takınması, idare-i maslahatçılıktan kaçınması daha doğru olmaz mıydı? Batı sistemi içerisinde olduğu halde bu kadar otoriterleşmesine göz yumulmuş bir rejimin dünyanın başına ekonomik (veya askeri) kriz şeklinde ciddi bir bela açmasının neredeyse kaçınılmaz olduğunu kabullenerek, ona göre ön alıcı siyasetler izlemek daha makul ve basiretli bir yaklaşım olmaz mıydı? Erdoğan ve ortaklarının Türkiye’de büyük yolsuzluklarla kazandıkları servetleri Batıda offshore hesaplara aktararak güvence altına almalarına seyirci kalmak bir nevi ona suç ortaklığı yapmış olmak değil miydi?
Ne demişler? Ba’de harabi’l-basra… (“Basra harap olduktan sonra…” İş işten geçtikten sonra dövünmenin faydasızlığını vurgulayan bir deyimdir.)
- Ömer Murat, Dış Politika ve Siyaset Uzmanı, Eski Diplomat
Kaynak: Kronos
***Mutluluk, adalet, özgürlük, hukuk, insanlık ve sevgi paylaştıkça artar***