Günlük yaşamda sarf ettikleri emek görülmeyen-sömürülen kadınlar, bilim, sanat, edebiyat gibi alanlarda da yüzlerce yıl emek sömürüsüne maruz kaldı. Aralarından birkaçı sessizliklerine yıllar sonra verse de pek çoğunun hikayesi çoktan unutuldu gitti.
Bir 8 Mart daha geldi çattı. Ve kadınlar hala dünyanın dört bir tarafında ‘hak eşitliği’ için mücadele ediyor.
Ancak bu mücadele yeni değil. Tarihte öyle kadınlar var ki, onlar resmi tarihin bile görmezden geldiği, başarılarını erkeklerin hanesine yazdığı, en yakınındaki erkeklerin emeğini sömürdüğü, bile isteye gölgede bıraktığı kadınlar.
Günlük yaşamda sarf ettikleri emek görülmeyen-sömürülen kadınlar, bilim, sanat, edebiyat gibi alanlarda da yüzlerce yıl emek sömürüsüne maruz kaldı. Aralarından birkaçı sessizliklerine yıllar sonra son verse de pek çoğunun hikayesi çoktan unutuldu gitti. Kimler yok ki listede?
DNA’nın moleküler yapısını buldu, başarısı iki erkeğe mal edildi
20’nci yüzyıldaki en büyük bilimsel başarılardan biri, DNA’nın moleküler yapısının çözülmesidir.
James Watson ve Francis Crick, 1953 yılında DNA’nın ikili sarmal yapısını ortaya çıkartarak tarihsel bir başarıya imza attılar.
Bu büyük başarılarıyla da 1962 yılında fizyoloji ve tıp dalında Nobel Ödülü’ne layık görüldüler.
Ancak herkesin bilmediği bir gerçek vardı, o da DNA’nın moleküler yapısını yeni bir deneysel teknikle görüntüleyerek o zamana kadar hiç görülmemiş netlikte bir fotoğraf elde eden Rosalind Franklin’in ismiydi.
Watson ve Crick, Franklin’in çektiği bu fotoğrafı gördükten kısa bir süre sonra DNA yapısını çözümledi ve keşiflerini 25 Nisan 1953 tarihli Nature dergisinde yayımladılar.
Ancak Franklin’in fotoğrafı henüz bilim dünyasına açıklanmamış olduğu için ondan hiç söz etmediler.
Franklin’in de zaten fotoğrafını gördüklerinden haberi bile yoktu, Franklin’le konuşsalar o zaman onu da makaleye dahil etmeleri gerekecekti.
Watson ve Crick, 1962 yılında Nobel Ödülü töreninde yaptıkları konuşmalarda Rosalind Franklin’den hiç söz etmediler.
Hatta James Watson, Rosalind Franklin’in 38 yaşındaki ölümünden dokuz yıl sonra, 1967 yılında yayımladığı kitapta Rosalind Franklin’i saldırgan bir insan olarak gösterdi ve onu cinsiyetçi ifadelerle aşağıladı.
James Watson ve Francis Crick’in dürüst olmayan davranışları, bilim dünyasında daha sonra açığa çıktı ve çok geniş çevreler tarafından kınandı.
Keşfi çalınan bir astrofizikçi: Cecilia Payne
20’nci yüzyılın başlarında bilim insanları güneşin ağır elementlerden oluştuğuna inanırken 25 yaşındaki genç bir öğrenci son derece parlak ve devrimci bir doktora teziyle çıkageldi.
20’nci yüzyılın en büyük gökbilimcilerinden biri yıldızların kimyasal bileşimini keşfetmeyi başardı.
Payne, Harvard Gözlemevi’nde Hint fizikçi Megnad Saha’nın iyonizasyon denklemini kullanarak yıldızların sıcaklığını ve kimyasal konsantrasyonlarını belirledi.
Bu öncü yaklaşımı sayesinde helyum ve özellikle hidrojenin yıldızların ana bileşenleri olduğunu keşfetti. Hidrojenin yalnızca yıldızları değil tüm evreni oluşturan ana bileşik olduğunu gösterdi.
1924 yılında Payne yıldızların çoğunlukla hidrojenden oluştuğunu keşfedince bu fikir gülünç bulundu. Dönemin ünlü astrofizikçisi Henry Narris Russell, Payne’nin yaklaşımı hakkında “Bu açıkça imkansız” diye yazdı.
Russell bu fikre radikal bir şekilde karşı çıkarak Payne’yi sonucunu sunmamaya ikna etti. Payne fikrine kimseden destek alamadığı gibi araştırması için kredi alamadı.
Çünkü Russell’a göre Cecilia’nın vardığı sonuç, genel kabullere dayanmakta ve zamanın doğasına aykırıydı. Bu nedenle makalesini yayımlatmasını engelledi. Ancak Russell daha sonra kredi alarak Payne’nin keşfini kendi adına yayımlattı.
Payne, daha sonra tezini, gökbilimcilerin saygıyla andığı Stellar Atmospheres adlı kitaba dönüştürdü. Birkaç yıl içinde, vardığı sonuçlarının hem temel hem de doğru olduğu herkesçe kabul edilir hale geldi.
Cecilia Payne, herhangi bir yıldızın yüzey sıcaklığını spektrumundan okunabileceğini ilk kez gösterdi.
20’nci yüzyılın en parlak ve yaratıcı gökbilimcilerinden biri olduğu tartışmasız bir şekilde kabul gören Cecilia Payne, hiçbir zaman seçkin Ulusal Bilimler Akademisi’ne seçilmedi.
Bilim çevrelerine göre adı Galile, Newton ve Einstein’la anılması gerekirken akademik kurumların erkek hakim yapısı, Cecilia Payne’in hak ettiği payeyi almasına engel oldu.
Karanlık maddeyi keşfetti, ama erkek egemenliğini aşamadı: Vera Rubin
Galaksi dışındaki yıldızların, merkezdeki yıldızlarla eş bir hıza sahip olduğunu keşfettiğinde, meslektaşları inanmamıştı.
Sonraki yıllarda karanlık maddeyi, hani evrenin yüzde 25’ini kapladığı varsayılan maddeyi keşfettiğinde de kimse dikkate bile almamıştı.
Oysa karanlık maddenin keşfi, insanlığın en büyük keşiflerinden biriydi ve Nobel almama ihtimali yoktu ama çalışması görmezden gelindi.
2006’da yani bu keşiften yaklaşık 20 yıl sonra benzer bir keşif yapıldığında, büyük haksızlıkla herkes yüzleşti. O ismin adı Vera Rubin’di.
Rubin hayatı boyunca tam 200 galaksi gözlemleyerek, merkezden uzak yıldızların merkeze yakın olanlarla aynı hatta daha fazla hızda döndüğünü tespit etmişti.
Bu çok garipti, çünkü o zaman yıldızlar savrulmalıydı. Aynen Uranüs’ün Dünya kadar hızlı dönse Güneş’in çekim alanını yenerek kaçacağı gibi.
Vera Rubin eğer yıldızlar galaksinin dışına çıkmıyorlarsa, diye düşündü. Yıldızların etrafında onları yerlerinde tutacak, ekstra çekim alanı yaratan madde olmalıydı.
Hesaplarına göre tüm galaksilerde aynı ekstra maddenin olduğunu ispatladı. Bu görünmeyen maddeye ‘karanlık madde’ dendi.
Evrenin yüzde 27’sini oluşturuyordu. Bildiğimiz atomlardan oluşan madde ise yalnızca evrenin yüzde 5’ini.
Karanlık maddenin ne olabileceğini anlamlandırmak için astrofizik ve parçacık fiziği alanlarında yepyeni dallar türedi ve evrene bakış açımız temelinden değişti.
Bakterilere bulaşan virüsü birlikte keşfettiler: Nobel’i sadece kocası aldı
Nobel’in, kadın meslektaşları yerine erkeklere verilen ödüllere dair gurur duyulamayacak uzun bir geçmişi var.
Bunların belki de en korkuncu, mikrobiyolog karısı Esther Lederberg ile yaptıkları araştırma nedeniyle 1958 Nobel Fizyoloji veya Tıp Ödülü’nü alan Joshua Lederberg.
Esther Lederberg bakterilere bulaşan bir virüs keşfetmiş ve kocasıyla birlikte bakteriyi petri kapları arasında taşımak için bir yöntem geliştirmişti.
İlk deneylerde, bakteriyi laboratuvar kabında bir yerden alıp başka yere koymak için onun pudra ponponunu kullanmışlardı. Günümüzde bilim insanları antibiyotik direncini araştırırken hala benzer bir yöntem kullanıyorlar.
Tüm bu katkısına rağmen Nobel Ödülü’ne ortak olamamış ve kocası Nobel konuşması sırasında kendisinden tek bir kere söz etmişti.
Stanford Üniversitesi’nden Stanley Falkow, ilgililere bu durumla ilgili bir e-posta attı. E-postada, “Bakteriyel virüsün bakteri çeşitlerine etkisi hakkındaki çalışması için Esther Lederberg’e hak ettiği verilmelidir” diye yazdı; ama bu önerisine asla yanıt alamadı.
Hem yeteneği hem sömürülen bir yazar: Colette
“Evi istediğin gibi dekore edebilirsin hayatım. Siz kadınlar böyle şeyleri seversiniz.”
Bu sözler, dolandırıcılığı ile nam salmış olan yazar ve müzik eleştirmeni Henri Gauthier Willars’e ait.
Sözlerin muhatabı ise Colette adıyla bilinen, Sidonie Gabrielle Colette.
Paris’in sanat çevrelerinde geçirdikleri süre zarfında Willy, Colette’teki yazma yeteneğini “keşfetti.”
Willy, Colette “odaklansın” diye ve kendisini tatmin edecek kadar sayfa yazana kadar onu bir odaya kilitledi. Sonuçta ses getiren Claudine serisi ortaya çıktı.
Villars karısının emeğini ve yaratıcılığını sömürürken, ona saygı da duymadı, psikolojik şiddetin en acımasızını yaşattı.
Henri Villars, yıllarca Colette’nin bir okyanus gibi olan kaleminin yarattığı şöhretle yaşadı, o kalemle kazandığı paraları har vurup harman savurdu. Ta ki bir gün Colette bu gidişata dur diyene kadar.
Colette, 1906’da Willy’den ayrıldı ve kitaplarından Willy ismini sildirdi. Bu elbette kolay olmadı; Colette’in itibarsızlaştırıldığı ve yoksullaştığı bir dönem yaşamasına sebep oldu.
Boşandıktan sonra altı yıl boyunca müzikhollerde şarkıcılık yaptı; Moulin Rouge’da sahne alırken kıyafetinin açılması, “Skandallar Kraliçesi” olarak anılmasına sebep oldu.
Colette, 1944 yılında ise en başarılı sayılan romanı sayılan Gigi’yi yayımladı. Parisli koket bir genç kızın öyküsünü anlatan Gigi büyük bir başarı elde etti, daha sonra hem filmi çekildi hem de Broadway sahnesine müzikal olarak taşındı.
Einstein’in unutturulan ve onun kadar dahi olan ilk eşi: Mileva Mariç
Ünlü fizikçi Einstein’in önce çalışma arkadaşı sonra eşi olan Mileva Mariç, tarihin gölgede bıraktığı kadınlardan. Yıllarca unutuldu, ta ki 1986 yılında, ikili arasında öğrencilik günlerinde başlayan yazışmalar keşfedilene kadar.
Einstein’le yolları ayrıldıktan sonra kesif bir yoksulluğa mahkûm olan Mileva’nın öyküsüne dair şaşırtıcı iddialar var.
Bu iddiaların en önemlisi; onun kocasının dehasının ötesine geçen parlak bir matematikçi olduğu ve 1905’te görelilik üzerine yazdığı makale de dahil olmak üzere Einstein’ın ardındaki asıl dehanın Mileva olduğu yönünde.
Mileva’nın hayatını araştırmak için 50 yılını harcayan Ljubljana Üniversitesi’nde eski bir fizik profesörü olan Dord Krstic “Mileva & Albert Einstein: Aşkları ve Bilimsel İş birlikleri” adını taşıyan kitabında, aslında Mileva’nın olabilecek bazı çalışmaların yalnızca Albert Einstein imzasıyla yayımlandığını öne sürüyor.
Bir başka Mileva biyografisi yazarı Senta Trömel-Plötz şu iddialı vurguyu yapıyor:
“Mileva Mariç’le yolları kesişmeseydi, Einstein Einstein olabilir miydi? Doktorasını yazabilir miydi?
Bern’de araştırma bürosunda çalışabilir miydi? Olimpiya Akademisi’ne girebilir miydi?
Mileva’nın yeteneği ve zekası olmasaydı, bu kadar yaratıcı olabilir miydi? Bir dahi olabilir miydi?”
Resimleri yıllarca kocasının sanıldı, gerçeği bir mahkeme salonunda kanıtlayabildi
Her şey, 1950’lerde Walter Kean’le San Fransisco sokaklarında karşılaşmasıyla başladı.
O karşılaşma olmasaydı, belki de dünya Margaret Keane’i daha erken keşfedecekti. aşık olur olmaz evlendiler. Margaret önceleri Walter’i “tanrının bir lütfu” olarak gördü.
Öyle ki, Walter onu bir kadının yaptığı sanat eserlerinin bir erkeğinki kadar çok satmayacağına hemen ikna etti.
Ve Margaret’in yaptığı büyük gözlü çocuk tabloları bu ikna sürecinden hemen sonra Walter’in imzasıyla satılmaya başladı.
İlk olarak 1957’de New York’taki bir sanat etkinliğinde sunulan tablolar, Walter’a hemen büyük bir ün ve popülerlik kazandırdı.
Margaret’in resmettiği tablolara imza atan Walter Keane bir anda sanat dünyasının en yaratıcı ve yetenekli ressamlarından biri olarak anılır oldu. Bu popülerlikten sonuna kadar faydalandı.
Karısının resimlerini kartpostallara, hediyelik eşyalara, posterlere bastırarak her mecrada satmaya başladı.
Tam 10 yıl boyunca Margaret, kocasının gölgesinde yaşadı, buna boyun eğdi. 1965’te Walter’ın Life Magazine’e verdiği abartılı röportaj ve büyük gözlü çocuk resimleri için esin kaynağının İkinci Dünya Savaşı olduğunu açıklaması Margaret için, o boyun eğiş yıllarının sonu oldu.
Boşandı ama 5 yıl boyunca yine ağzından tek bir sözcük çıkmadı. Kendi eserlerinin etrafında kurulan finans imparatorluğunun zarar görmesini istemedi.
Nihayet 1970’te bütün dünyaya bu resimlerin asıl ressamının kendisi olduğunu ilan etti. Artından davalar, mahkemeler, duruşmalar geldi. Ta ki bir mahkeme salonunda yargıcın ikisinden de aynı resmi yapmasını istediği ana kadar.
Davayı kazandı, Walter’ın Margaret’e 4 milyon dolar tazminat ödemesine hükmedildi. Artık bütün dünya büyük gözlerin gerçek sahibini resmi olarak da tanımıştı.
Dehası Rodin’i bile gölgede bıraktı, sonu akıl hastanesi oldu: Camille Claudel
Aslında küçüklüğünden beri taş ve çamurla oynamayı seven bir çocuktu, Camille. Ailesi de onu destekledi, bu destek sayesinde dönemin ünlü heykeltıraşı Rodin’le tanıştı. Çok geçmeden sevgili oldular.
Camille öyle yetenekliydi ki, Rodin’e hem ilham kaynağı oldu hem de birlikte çalıştılar. Ta ki Rodin, onun kendisinden bile yetenekli olduğunu fark edene kadar.
Öyle ki, Rodin’in ünlü eseri “Cehennemin Kapıları”nda bile Camille’in izlerinin çok açık olduğunu söyleyen bazı eleştirmenler, eserin büyük çoğunluğunun Camille Claudel’e ait olduğunu ileri sürüyor.
İlişkileri Rodin’in ona kaba davrandığı, onu ezdiği, başka kadınlarla aldattığı bir çıkmaza dönüşünce Rodin’den ayrıldı.
Bu ayrılığın sonrasında ünlü Vals, Clotho, Olgunluk Çağı, Kayıp Tanrı, Geveze Kadınlar gibi eserlerini yaptı. Rodin’in şekil veremediği, en zor ve ince narin yapılı mermeri bile işleyebilmişti.
Ünlü sanat eleştirmeni Octave Mirbeau onun için “Kadın bir dahiydi” der. Ancak dehasına rağmen yalnız bırakıldı ve ömrünün 30 yılını akıl hastanesinde geçirmek zorunda kaldı. 1943 yılında trajik bir şekilde tıkıldığı akıl hastanesinde bu dünyadan göçtü.
Yaşadığımız yüzyılda bile Rodin’in adı her zaman Camille Claudel’in önünde yer alıyor. Heykele ruh veren sanatçı olarak tanınan Camille için tüm kıskançlığına ve o çok güçlü egosuna rağmen Rodin şöyle demişti:
“Ona altını nerede bulacağını söyledim. Ama bulduğu altın kendi içindeydi.”
Nazi işbirlikçisi kocasını terk eden Holywood starı: Wi-Fi’in fikir annesi
Hedy Lamarr, 1930’lu yılların ünlü aktristi olarak bilinir; ancak o çarpıcı koyu renkli bukleler, yarı saydam açık ten ve ışıltılı yeşil gözlerden daha fazlasıydı.
Wi-Fi, Bluetooth, GPS, kablosuz telefonlar ve cep telefonları dahil günümüzün en yaygın teknolojilerinin çiçek açmasını sağlayan dahiyane bir mucitti.
19 yaşına geldiğinde, ailesi onu Fritz Mandl adlı Avusturyalı bir silah imalatçısıyla evlendirdi. İkili zaman içinde, Hitler ve Mussolini gibi isimlerin de bulunduğu, genelde silah teknolojilerinin konuşulduğu, davetlerde sıkça boy gösterir oldu.
Baskıcı bir eş olan ilk eşi Mandl, Lamarr’ın filmlerde oynamasını yasaklayarak onu kendi işinde çalıştırmaya başladı. 1937 yılında tüm mücevherlerini çantasına doldurup Nazi hayranı eşine uyku ilacı vererek, hizmetçisinin kılığına girip kaçtı.
Lamarr arkadaşı Antheil ile, İkinci Dünya Savaşı’nın ilk yıllarında, düşman gemilerinin torpido yönlendirme sinyalini karıştırmasını engellemek için cihaz icat etmeye çalışarak ilk büyük atılımını yaptı.
Bu yaklaşım “frekans atlama” olarak bilindi. 1950’lerin ortalarında hafif transistörlerin ortaya çıkmasıyla Deniz Kuvvetleri, Lamarr’ın konseptini aldı ve denizaltıları tespit etmek üzere uçaktan suya bırakılacak şamandıra tasarlamak için kullandı.
Patentler 1959’a kadar teknik olarak Lamarr ve Antheil’e ait kalmıştı ancak ikili hiçbir zaman icatlarının kullanımından dolayı tazminat talep etmedi.
1962’deki Küba Füze Krizi’nde, Küba çevresindeki tüm ABD gemileri bu “frekans atlama” sistemi tarafından yönlendirilen torpidolarla donatıldı. Lamarr ve Antheil’in frekans atlamadaki çığır açan çalışması yıllar sonra Bluetooth, Wi-Fi ve GPS’in önünü açtı.
Nükleer füzyonun mucitlerinden biriydi; Nobel onu da yok saydı
Nükleer fiziğin annesi olarak bilinen Lise Meitner’in hayatındaki en büyük gölge uzun yıllar birlikte çalıştığı Otto Hahn oldu.
1944 Nobel Kimya Ödülü, nükleer füzyonla ilgili çalışmalarından dolayı Otto Hahn’a verildi ancak o bu ödülü alırken, Meitner’den hiç bahsetmedi.
Meitner ve Hahn, 1908 ve 1909 yıllarında birlikte çalışırken, bozunuma uğradıklarında beta parçacıkları salan radyoaktif elementler üzerine makaleler yayımladı.
Hahn’ın askerlik yaptığı yıllarda Meitner, uzun ömürlü radyoaktif element olan protaktinyumu buldu. 1919’da da enstitüde profesör unvanını elde etti.
Fakat daha sonraki yıllarda artan Nazi baskısı karşısında Meitner 1 Ağustos 1938’de İsveç’e sığınmak zorunda kaldı. İsveç’teki çalışmaları sırasında Meitner, fizikçi yeğeni Otto Frisch ile uranyumun bölünme süreci üzerine düşüncelerini geliştirdi ve nükleer füzyonla ilgili ünlü makalelerini 1939 yılında Nature dergisinde birlikte yayımladı.
Ancak 1944’te Nobel Kimya Ödülü nükleer füzyon buluşundan dolayı tek başına Otto Hahn’a verildi. Bilim tarihçileri; nükleer füzyonla ilgili keşfinden dolayı Nobel Ödülü’nü Meitner’in alması gerektiği konusunda görüş birliğindedir.
Meitner, bu haksızlık karşısındaki düşüncesini şöyle açıklamıştı:
“Hahn, elbette Nobel Kimya Ödülü’nü hak ediyor. Buna hiç kuşku yok gerçekten. Ama uranyum füzyonu sürecinin açıklığa kavuşturulmasına Frisch’le birlikte yaptığımız katkının hiç de önemsiz olmadığı kanısındayım. Sürecin nasıl ortaya çıktığına ve bu kadar büyük enerjiyi nasıl yarattığına ilişkin bu katkı, Hahn’ın çok uzak olduğu bir şeydi.”
Buna rağmen Otto Hahn da uranyum füzyonuyla ilgili buluşunu, çeşitli konuşmalarında, sadece kendisinin eseriymiş gibi sundu. Hatta Nobel Ödülü töreninde yaptığı konuşmada da Meitner’ın katkısından hiç bahsetmedi.
Meitner bir arkadaşına onun bu tutumuyla ilgili olarak şunları söylemişti:
“Hahn’ın yaptığı söyleşilerde benden tek bir kelimeyle bile söz etmemesi, birlikte 30 yıl yürüttüğümüz çalışmalara hiç değinmemesi hayli ağrıma gitti.”
Kuyruklu yıldızı o keşfetti; kocasının adıyla tescil edildi
Maria Winkelmann Kirch, Alman astronomisinde öncüydü. 1670 doğumlu Maria Winkelmann da araştırmalarını sürdürebilmek için astronom Gottfried Kirch ile evlenmişti ve Almanya’nın tek kadın astronomu olarak bir gece yarısı kocası uyurken bir kuyrukluyıldız keşfetti.
Böylece yeni bir kuyrukluyıldız keşfeden ilk kadın oldu. Ancak Latince bilmediği için raporu kocası yazdı. Ve elbette ki gökcismi de onun buluşu olarak kabul edildi.
Ne yazık ki kocası Gottfried Kirch, yıllar sonra bile kuyruklu yıldız keşfinin gerçek kaynağını kamuya açıklamadı.
Maria Winkelmann, zamanında başarılı bir bilim insanı olarak tanınmıştı ve güneş lekeleri, kutup ışıkları ve kuyruklu yıldızlar hakkındaki araştırma ve gözlemleri büyük saygı gördü.
Ayrıca kocasının baş gökbilimci olarak görev yaptığı Berlin Bilim Akademisi’nin geliştirilmesinde aktif bir rol üstlendi.
Maria Kirch, kocasının ölümünden sonra Berlin Akademisi’nden ayrıldı. Kocasının ölümü üzerine akademiye kaydolmak için müracaat ettiği halde kabul edilmedi.
Akademi’nin başkanı olan Gottfried Wilhelm Leibniz, Winkelman’ın çalışmalarını bildiği ve kabulünü istemesine rağmen diğer üyeler, akademiye kadın alınmasına itiraz etti.
Akademi kurucusu Leibniz onun gidişini, “Bu kadının bilimde kendisinden daha üstün birini bulabileceğini sanmıyorum” diye yorumladı.
Cinsiyeti belirleyen kromozomu keşfetti, Nobel inkarcı danışmana gitti
Eskiden çevresel etmenlerin bebeğin cinsiyetine etki ettiğine inanılırdı. Ta ki Nettie Stevens 1905’te nihayet bilimi doğru yola getirene kadar.
Döllenme sırasında bebeğin cinsiyetini belirleyen şeyin; sıcaklık, diyet veya yatağın hangi tarafından kalktığınız değil, kromozomlar olduğunu ilk o ortaya koydu.
Artık kromozomlar hakkında çok şey bilinmiyor olsa da en azından cinsiyetimizin 23. kromozom çifti X ve Y tarafından belirlendiği biliniyor. Ancak çoğu ders kitabı, bu büyük keşif için Thomas Morgan adlı bir erkeği işaret ediyor.
Gerçekte Neti Stevens, un kurtlarındaki cinsiyet ayrımını inceledi ve cinsiyetin X ve Y kromozomlarına bağlı olduğunu fark etti.
Stevens, cinsiyet belirlenimiyle ilgili makalesini yayımladığında, danışmanlarından biri olan Morgan en azında başlarda, cinsiyet belirlenimini çevreyle ilişkilendiren hakim düşünceye sıkıca bağlıydı.
Oysa Stevens, bulduğu şeyden emindi. “Burada kesin bir şekilde görülüyor ki daha büyük boydaki heterokromozomu içeren sperm hücresinin döllediği yumurta, dişi canlıya evrilmektedir” diyordu.
Stevens, gözlemlerinin neredeyse tamamını tek başına yapmasına rağmen, tüm emekleri çalışma arkadaşı Morgan’a mal edildi ve Nobel Ödülü’nü Morgan aldı.
Morgan, ödülü almış olsa da öfkesini bastıramadı ve Stevens’ı küçük düşürmek için, Science dergisinde bir makale yayımladı.
Bu makalede Stevens’in tüm deney boyunca gerçek bir bilim insanından çok bir teknisyen gibi davrandığını söyledi, ancak keşfin sahibi yıllar sonra geç de olsa anlaşıldı.
KAYNAK: INDEPENDENT TÜRKÇE – MÜJGAN HALİS
***Mutluluk, adalet, özgürlük, hukuk, insanlık ve sevgi paylaştıkça artar***