Kış güneşinin üşütürken ısıtan kırık ışıkları, dizimde yorgun bir kuş misali uyuyan kitabın kapağını okşarken sarsarak teselli eden sesini özlediğimi fark ettim. Fıstık çamlarının arasından görünen denizin ürpertisinde zamanın berraklığı yoktu. Hayatı değerli kılan seslerin, kelimelerin, resimlerin, mısraların, şarkıların, hikâyelerin sessiz çağrısı puslu havada asılı kalmıştı. Güneşin bulutların arasına gizlenmesiyle oluşan karanlık, huzursuzlukla kuşatılmış bir iç sıkıntısına neden oluyordu bir süre. Sonra ansızın ılık yüzünü göstermesiyle umudun her şeye rağmen vazgeçilemez olduğu gerçeğini hatırlıyordum. Hayat kısa bir an için aydınlanıyordu.
Umut, umutsuzluğu da göze alabilenler için var, diye fısıldadım kendime. O olmadığında hayatta kalma mücadelemizi kaybettiğimiz düşüncesinin tuhaf boşluğunda kayboldum.
Umudu büsbütün yitirerek her şeye yeniden başlayabilme ihtimalinde gizlenen güç, kendini en çok yazı sanatında gösteriyor ya da ben yazıyla iyileşebildiğime inandığım için umudu orada görüyorum.
Kitap John Berger’in özel bir sevgi duyduğu amcası Edgar’ın anısıyla Bologna’nın kültürel hafızasını buluşturan rüyâmsı bir anlatıydı. Okumaya ara verdiğim sayfada etkilendiği bir mekândan bahsediyordu;
“Kafanızda bir sır olabilir. Burada bir sırrı paylaşmak için birbirinizden uzaklaşırsınız, sözcükler kalabalığın arasına karışır ve sır yalnız ikiniz arasında duyulur.”
Berger’in umutsuzluğunda saklı olan “umut” titreşimlerinin bendeki tılsımlı etkisi böyle bir şey sanırım. Ne vakit bir vesileyle kitaplarıyla buluşup hakkında düşünüp yazsam, hayata kelimelerle tutunmaya davet eden bir “sırla” karşılaşıyorum.
John Berger
Yazmak cesaret istiyor
Eve dönünce raftan indirdiğim kitaplarını kucağıma koyup rastgele sayfaları karıştırmaya başladım. İlk karşıma çıkan işaretli sayfada durdum;
“Öldükten sonra epeyce şey öğrendim. Buradayken yararlanabilirsin benden. Sözlüğe bakar gibi ölülere başvurabilirsin.”
Berger, sevdiği şehirlerle, göçüp gidenlerle, ustalarıyla, akademiden arkadaşlarıyla halleştiği yazılardan oluşan kitabı ‘Buluştuğumuz Yer Burası’ kitabına annesi ve Lizbon hakkında bir deneme-öyküyle başlıyordu. Ben de onun gibi sevdiğim “ölümsüzlerin” umutlu seslerini hatırladım.
Annesiyle hayali konuşmalar yaptığı anlatıda, her zamanki gibi “her şeyin, her şeyle” incelikle bağlantısını kelimelerle örüyor ve yazarak yaşamanın umudunu sakin bir anlatımla hissettiriyordu;
“Bir şeyler yazarsın, ne olduğunu da hemen anlayamazsın. Bu hep böyle olmuştur, diyor annem. Bilmen gereken tek şey, yalan mı söylüyorsun yoksa doğruları mı söylemeye çalışıyorsun. Bu ikisi arasındaki ayırım konusunda yanılmayı göze alamazsın bundan böyle.”
Annesi bunları söylemiş miydi yoksa Berger bu “yazı buluşması” için mi kurguladı, bilemiyoruz ama bunun bir önemi yok zaten. Onun cümlelerinden yazın hayatına, dünyaya umutlu bakışına, resim sanatını “görme biçimleriyle” çoğaltan derinliğine sızan direniş inadını seviyorum. Bir de yazının karanlıkta ışıldayan umuda değerken usul akan sesini;
“Ne bulursan onu yaz yeter, dedi annem.
Ne bulduğumu hiçbir zaman bilemeyeceğim.
Doğru, bilemeyeceksin.
Cesaret istiyor yazmak, dedim.
Cesaret gelir. Sen bulduğunu yaz, bizi gözden ırak tutmama cömertliğini de esirgeme bizden.”
Berger, roman, deneme, senaryo, şiir, sanat eleştirisi yazarken önce baktığı yerin, insanın, tabiatın, eşyanın derinliğini, zamansızlığını, sınırsızlığını önemsedi. Ona atfedilen kimliklerin ötesinde dünyayı kendi algı ve kabullenme biçimleriyle yorumlamayı sevdiği için, cesaret ve umut “bulduklarına” kendiliğinden yerleşiyordu. Bakışın estetik ve içten bütünlüğünün hayatın biricikliğini tamamladığına inanıyordu muhtemelen.
Berger’in yoldaşları
Sanat ve sanatçılar için yazdığı “Portreler” kitabının ilk cümlelerinde her yaştan ressamın, sanatçının hayata tutunabilme ve sanatını icra edebilmek için mücadele ettiği bir dönemden ve çevreden söz eder;
“Maharetliydiler, yüksek standartları vardı, alçakgönüllüydüler, dostları eski ustalardı, birbirlerini kardeşçe eleştirirlerdi ama sanat piyasasını ve simsarları umursamazlardı. Aralarında siyasi mülteciler çoğunluktaydı; bu yüzden doğal olarak kanun dışıydılar. Beni eğitenler, esinlendiğim kadınlar ve erkekler bunlardı işte. Uzun ömrümde bir yazar olarak zaman zaman sanat hakkında yazılar yazmam, sanatçılardan aldığım ilham sayesindedir.”
Berger’in yazarlık macerasına da eşlik eden en sarsılmaz duygu, bizden önce yaşamış olanlarla kurduğu sağlam ilişki. Kendi deyişiyle “Yoldaşlık”. O yoldaşlık, düz ve sıradan bir tarihsellikten ziyade katmanlarıyla derinleşen, değişen anlama biçimlerine göre yeniden konumlanmayı ve geçmişten miras aldıklarımızla direnme cesaretini de içeriyor.
Ben yazarak direnenlerin en karanlık bakışında bile bu devamlılığı görüyorum. Koskoca bir edebiyat-sanat geleneğinden süzülenlerin farklı direniş biçimleri, insanı boyun eğmeye zorlayan muktedirin zehirli gücüne karşı umudu her daim canlı tutuyor çünkü.
Rönesansın ortasında aşırı itaatkârlık üzerine yazılan ilk eserden Montaigne’nin denemelerine, Woolf, Tolstoy, Orwell, Galeano, Fallada, Zola, Primo Levi, Sebato, Bloch, Luxemburg ve kelimelerle “direnen” bütün yazar ve felsefecilere uzanan o sağlam zincire eklenen her halka, bugün umudun ne anlama geldiğini farklı yönleriyle hatırlatıyor.
La Boétie kısacık hayatına sığdırdığı manifestoda -‘Gönüllü Kölelik Üzerine Söylev’- iktidar ilişkilerinin nasıl sürdürüldüğünü ve tahakküm karşısında direniş ve sivil itaatsizliğin hayata geçişini anlatıyordu;
“Boyunduruk altında bir milyon insanın kendinden daha üstün bir gücün zorlamasıyla değil de, sanki tek bir kişinin adıyla büyülenerek sefilce hizmet etmesini görmek öylesine olağan bir şey ki, buna şaşırmaktan çok üzülmek gerekir.”
Umudun ne olmadığını söylemeli
Birkaç sen evvel denemeci Rebecca Solnit’in durgunlaşan umudu harekete geçiren deneme kitabını -‘Karanlıktaki Umut’- okumuş ve değerlendirmiştim. O yazıların bel kemiğini oluşturan umut tarifi iz bırakanlardandı;
“Umudun ne olmadığını söylemek gerek: Umut, eskiden veya şimdi her şeyin iyi durumda olduğuna ya da ileride iyi durumda olacağına inanmak değildir. Dört bir yanımız büyük acıların, büyük yıkımların kanıtlarıyla dolu. Benim ilgimi çeken umut, özgün olanaklar sunan geniş perspektiflerle, bizi eyleme geçmeye davet eden, bizden bunu talep eden bakış açılarıyla ilgili. Bu, her-şey-daha-iyi-olacak diyen tasasız bir anlatı olarak değil, her-şey-daha-da-kötü-olacak diyen anlatıya bir karşılık olarak görülebilir.”
Gücünü umutsuzluktan da alan umut, insanı hem güçsüz hem de zayıf kılan menevişli bir duygu. Birbirine karışan puslu rüyalar gibi karmaşık bir ruh iklimi var. Belirsizlik, beklenti, umut edilen gerçekleşmediğinde hissedilen pişmanlık, suçluluk duygusu, hayal kırıklığı, keder, benliğin parçalanması ve yenilgi hissiyle birlikte iyimserlik, inat, direniş, rahatlama gibi insanlık hallerinin iç içe geçtiği tuhaf bir sarmal umut.
Belirsizliği temsil eden umudun yazı sanatındaki karşılığının ürkütücü olmasına şaşmamalı. Virginia Woolf 1915’te günlüğüne “Gelecek karanlık ve eni iyisi de bu, geleceğin karanlık olması sanırım” yazmış. O gizemin çekiciliğine karşı koymak da güç. Yazma düşüncesine tutunarak direnmenin sırrı o karanlıkta saklı bana göre.
Solnit’in “Sonuç alma umudunu taşırsınız ama sonuca bel bağlamazsınız” deyişindeki genişlik yazıyla direnerek geleceğe kalmanın bir yaşam biçimi olduğunu imâ ediyor. Eğer kişisel mücadelelerimizde belirleyici olan yaşamanın risk almak olduğu gerçeğiyse, yazmak veya dünya ağrılarına sanatla itiraz etmek de onun ayrılmaz bir parçası kuşkusuz.
Benjamin’in bu mesele hakkındaki tespiti isabetli; “Bugün yayımlamayı başardığımız her satır – onu emanet ettiğimiz gelecek ne kadar belirsiz olsa da – karanlığın güçlerinin elinden koparılmış bir zaferdir.”
Mitler, masallar, romanlar, hikâyeler, bildik trajedilerin gerisindeki ayrıntılar, sokağın gücünü, sıradan insanın, toplumun değişim inancını, yaratıcı direniş eylemlerini de doğrudan etkiler bazen.
Yazar Primo Levi, Auschwitz’de bir gün arkadaşına Dante’nin Inferno’sundaki bir kantoyu okur ve cehennem hakkındaki bu şiir, altı yüz yıl geriden uzanarak Levi’nin çaresizliğini ve insanlıktan çıkarılışını geçersiz kılar. Okuduğu kanto Ulysses hakkındadır ve trajik bir şekilde sonlansa da, yanında yürüyen arkadaşına o unutulmaz mısraları tercüme eder; “Hayvanlar gibi yaşamak için değil / erdemin peşine düşmek ve dünyayı bilmek için yaratıldınız.”
Solnit’in yorumu, yazmanın müphem umudunu sade bir ifadeyle parlatıyor; “Levi hayatta kalmış, müthiş kitaplar kaleme almış ve tam anlamıyla Auschwitz’ten sonraki şiiri yazmıştır.”
Acı paylaşma iradesi
Berger notlarında onu yazmaya iten dürtünün, yazılması gerekenleri eğer o anlatmazsa eksik kalacağı hissinden kaynaklandığını söyler. Yazılarını, kitaplarını okurken ona fazlasıyla hak veriyorum. Kültürel tarihle beslenen çok katmanlı bir incelemesinden sonra sanatın umudu canlı kılışını onun bakışıyla kavramak beni her defasında umudun belirsizliğinden kurtarıp daha güvenli bir geleceğe davet ediyor, hayatın hırpalayan tekinsizliğine rağmen.
Hakkındaki onca eleştiri ve popüler kültür ürünlerinden sonra Frida Kahlo yazısının son cümleleri bakışındaki nüanslarını gösteriyor;
“Dünya çapında bir efsane olmasının bir sebebi de, yeni dünya düzeni altında yaşadığımız bu karanlık çağda, acıyı paylaşmanın, onur ve umudu tekrar bulmanın olmazsa olmaz ön koşulu olmasıdır. Çoğu acı paylaşılmaz. Ama acıyı paylaşma iradesi paylaşılabilir. Bu yetersiz paylaşımdan da direniş doğar.”
Berger’in “acıyı paylaşma iradesi” diye vurguladığı mesele umudu diri tutan hikaye etme sanatının da vazgeçilmez unsurlarından.
Berger, “Korkusuz, kırılmaz, tutkulu ve kibar bir kadın. İşçileri ve kuşları severdi. Aksayan ayağına rağmen dans ederdi. Onunla ilgili her şey büyüleyici ve gerçek” diye tarif ettiği Rosa Luxemburg için mektup formunda yazdığı denemeye ona seslenerek başlıyor;
“Rosa! Seni çocukluğumdan beri tanıyorum. Karl Liebknecht’le birlikte Alman Komünist Partisine dönüşecek oluşumu kurmanızdan birkaç ay sonra, 1919’un Ocak ayında seni döve döve öldürdüklerinde olduğun yaşın iki misli yaştaydım. Sık sık okuduğum bir sayfadan gelirsin – bazen de yazmaya çalıştığım bir sayfadan – ve başını geri atarak gülümsersin. Ne tek bir sayfaya sığarsın ne de seni tekrar tekrar koydukları hapishane hücrelerine.”
Hapishaneye yazılmış mektuplardan oluşan ‘A’dan X’e romanında, A’ida zihninin kıvrımlarını mahpustaki sevgilisine gösteriyordu:
“Umutla beklenti arasında büyük fark var. İlk başta süreyle ilgili olduğunu düşünmüştüm, umudun daha uzaktaki bir şeyi beklemek olduğunu. Yanılmışım. Beklenti bedene ait, umutsa ruha. Fark bu. İkisi birbiriyle temas ediyor, birbirini tetikliyor ya da yatıştırıyor ama her birinin hayali farklı.”
Umutlu ya da umutsuz, sıradan görünen basit eylemlerin dünyayı nasıl değiştireceğini, geleceğin belirsizliğine fırlatılan yazının ne zaman kime nasıl dokunacağını bilmek mümkün değil. Ama yazmak, umut etmenin, beklemenin, sözle insana ulaşmanın ve başka bir hayat imkânını tahayyül etmenin en güçlü yöntemlerinden biri. Bu kadarını biliyorum.
Berger asırlar boyu üst üste yığılan hikayelerle inşa ettiği yazı dünyasından bugün hâlâ inatla bizlere sesleniyor;
“…Geçmişten gelen mirasımız ve tanık olduklarımız sayesinde, direnecek cesareti bulacak ve şimdi hayal edemediğimiz koşullar altında direnmeyi sürdüreceğiz. Dayanışma içinde beklemeyi öğreneceğiz.”
Onun sesi Zweig’ın sözleriyle buluştuğunda yazıyla direnişin evrensel umudu hakiki anlamına kavuşuyor;
“Şiddete başvurmak her dönemde başka şekillerde tekrarlanıyorsa, o zaman ona karşı mücadele de entelektüeller tarafından sürdürülmek zorundadır; o esnada zorbalığın fazla güçlü, karşısına sözlerle çıkmanın anlamsız olduğu bahanesinin arkasına saklanılmamalıdır asla. Zira gerekli olan şeyler hiçbir zaman fazladan, hakikatler de boşuna söylenmiş sayılmaz. Söz, galip gelmese bile, hakikatin ebediyen baki olduğunu göstermiş olur.”
* John Berger – Bütün eserleri / Metis Yayınları
Kaynak: Artı Gerçek
***Mutluluk, adalet, özgürlük, hukuk, insanlık ve sevgi paylaştıkça artar***