Bu haftaki yazımla, yayına başladığı ilk günden beri her hafta aralıksız yazıp görüşlerimi paylaştığım Artı Gerçek‘te beş yılı tamamlıyorum. Türkiye’de yayınladığımız Ant Dergisi, 12 Mart 1971 darbecileri tarafından kapatıldığı için, beşinci yılı dolduramadan İnci de, ben de, kendimizi sürgünde bulmuştuk.
Yarım yüzyıllık sürgünümüzde tamamen kendi girişimimiz olan Info-Türk‘ün çeşitli dillerdeki haber bültenleri, kitap ve broşürleri dışında, gerek Türkiye’de, gerekse yurt dışında çok sayıda gazete, dergi veya ajansa katkıda bulunmaya çalıştık. Hepsinin mücadeleler tarihinde yeri vardı. Ancak büyük sayıda tanınmış gazetecinin ve yazarın sürgünde bir araya gelerek Artı Gerçek’e hayat vermeleri medya tarihimizin bir ilkiydi.
9 Şubat 2017’de Artı Gerçek’te yayınlanan ilk yazımda şöyle demiştim: “Tam da mücadelenin kızıştığı bu noktada demokrasi ve özgürlük savunucusu gazetecilerin, Türkiye medyasını esir almış faşizan bir iktidarın ve onun yalakalarının yarattığı karanlığı yırtmak için sürgünde Artı Gerçek’i yaratmış olmaları bir başka tarihsel dönüm noktası… Özgürlük ve demokrasi savunucusu gazeteci, koşullar ne olursa olsun, susmuyor, susturulamıyor.”
6. mücadele yılına girerken dileğim, ülkemizin üzerindeki islamo-faşist karabasanın bir an önce yok olması, sürgünde Artı Gerçek‘i yaratan ve yaşatan değerli meslektaşlarımın, katkıda bulunan akademisyen ve yazarların bir beş yıla daha gerek kalmadan mücadelelerini Türkiye’de sürdürme olanağına kavuşmaları, Artı Gerçek’i de yeni kuşakların katkısıyla demokratik Türkiye’nin yurt dışındaki sesi olarak yaşattırmaya devam etmeleridir.
Geçen haftaki yazımın yayınlandığı pazar günü, bir yandan yarım yüzyıl önce Türkiye’de yayınladığımız Ant kitaplarının Info-Türk sitesinde dijital sunuşu için tarama çalışmasını sürdürürken, gözüm aynı zamanda Belçika’nın en popüler televizyonu RTL‘in haftalık siyasal tartışma programındaydı…
Ekrana birden Türk bayrağı, yanında da Türkiye’nin Brüksel Büyükelçisi Hasan Ulusoy‘un imajı düşüyor. Türkiye’de giderek yoğunlaşan insan hakları ihlalleri, örneğin Osman Kavala ve Selahattin Demirtaş‘ın Avrupa yargısının yaptırım kararlarına rağmen hâlâ hapiste tutulması konusunda bir sorgulama mı olacak?
Dikkat kesiliyorum… Hayır, insan hakları ihlalleri değil, Erdoğan’ın direktifi üzerine uluslararası ilişkilerde bundan böyle ülkenin adı olarak İngilizce Turkey kelimesi yerine Türkiye kelimesinin kullanılmasını sağlamak için başlatılan #HelloTürkiye kampanyası konuşuluyor… Sık sık araya sokulan Türk bayrağı, dönen dervişler, camiler ve Kapadokya balonları görüntüleriyle…
Acaba İngilizce Turkey kelimesi o dilde aynı zamanda kümes hayvanı hindinin de adı olduğu için mi değiştiriliyor? Programda hindi resmine hiçbir şekilde yer verilmediği için belli ki Ankara rejiminin temsilcisini pek üzmek istemiyorlar. O da bu anlayıştan memnun, üzerinde iki tarafı nazar boncuklu Türkiye kelimesi bulunan bir afişi açarak, Türkiye kelimesinin sadece İngilizce’deki Turkey kelimesinin değil, Fransızca’daki Turquie, Almanca’daki Türkei kelimelerinin de yerini alacağını, bu uygulamanın uluslararası ticaret ilişkilerinde çoktan başlatıldığını beşuş bir çehreyle anlatıyor.
Her şey iyi hoş da, bu ismin tüm ülkeler tarafından kabul edilip yazışmalarda kullanılması için Birleşmiş Milletler genel kurulunun onayı gerekiyor. Onu soruyorlar.
Büyükelçi kendinden son derece emin… “#HelloTürkiye kampanyasını başlattık. Tüm ülkelerin ve ulusların bu deyime saygı göstereceklerini, ülkemizin adını Türkiye olarak söyleyip yazacaklarına inanıyoruz” diyor.
RTL’in programında “hindi” adı ve imajı hiçbir şekilde geçirilmese de, tüm uluslararası medyada bu değişikliğin Turkey kelimesinin İngilizcede hindi için de kullanılmakta olmasından kaynaklandığı günlerdir yazılıp çiziliyor.
Programın yayınlandığı gün Belçika’daki karikatürist dostumuz İsmail Kızıl Doğan, bu yazının sunuş görselinde paylaştığımız nefis karikatürüyle #HelloTürkiye kampanyasının gerçek nedenini ortaya koyuyor. Hem de, Courrier International dergisinin bu konudaki yorumunu da paylaşarak: “Hindi’yle özdeşleştirilmekten illallah diyen Türkiye İngilizce’deki adını değiştirmek istiyor… Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın isteğine uygun olarak, resmi yazışmalarda ülkenin adı hindi kelimesiyle özdeşleşmeyi önlemek için Turkey’den Türkiye’ye dönüştürülüyor.”
Bu isim değiştirme haberini Info-Türk sosyal medyasında paylaştığımız gün okurlarımızdan Reynald Beaufort gönderdiği mesajda haklı olarak soruyordu:
“Türkiye’de yapılması gereken en ivedi reform bu muydu? Ya Hindistan? Türkler o ülkeyi hindi dedikleri hayvanın adıyla adlandırdıklarına göre, onlar da mı isim değiştirmeliler?”
Hindi’nin Türkiye’nin yakın tarihinde isim benzerliğinin ötesinde diplomatik bir misyonu da var.
ABD emperyalizminin Türkiye’ye yerleşmeye başladığı 40’lı yılların ikinci yarısını çok iyi anımsayan bizim kuşağın hiç unutamayacağı olaylardan biri 1949 yılında ABD Cumhurbaşkanı Truman‘ın kafesinde “Turkey to Turkey” yazılı 20 kiloluk bir baba hindiyi dönemin cumhurbaşkanı İsmet İnönü‘ye büyük bir dostluk nişanesi olarak göndermesiydi…
Muhalif eğilimli lise öğrencileri olarak ülkemizin adının hindiyle özdeşleştirilmesinden biz gençler belli rahatsızlık duymuştuk ama iktidardaki CHP’den de, muhalefetteki DP’den de bu konuda çıt çıkmamıştı. Nasıl çıksın ki, daha fazla Amerikan yardımı alabilmek için ülkenin ekonomik ve askeri yapılarını sonuna kadar ABD emperyalizmine açanların, sol parti, sendika ve yayınları yasaklayıp art arda “komünist tutuklamaları” düzenleyenlerin haddine değildi herhangi bir tepki göstermek…
Aşağıdaki satırları, bir solcu yazarın kitabından değil, Ümit Özdağ‘ın Yelda Ongun‘la birlikte yazdığı, geçen yıl Destek Publishing and Media Group tarafından yayınlanan Türk Dış Politikasında Hasar Tespiti adlı kitaptan alıyorum:
“Diplomatik, politik, ekonomik alanlarda artan ABD etkisi, kaçınılmaz olarak toplumsal, kültürel, akademik hayata da yansımıştır. 1946’da ABD Deniz Kuvvetleri’nin ünlü Missouri zırhlısı, 1944’te görevi başında ölen Türkiye’nin ABD Büyükelçisi Münir Ertegün’ün cenazesini İstanbul’a getirdiğinde, Türkiye’de bayram havası esmiştir. ABD’ye çok abartılı sevgi gösterileriyle teşekkür edilmiştir. ABD’nin yaptığı yardımların, yolladığı malzemelerin, hangi kredilerin karşılığında Türkiye’nin hangi yükümlülükler altına girdiği, ABD’ye olan bağımlılığın nasıl arttığı pek sorgulanmamıştır. ABD hayranlığı, o ülkenin yaşam tarzı, tüketim alışkanlıkları, harcama kalıpları övülmüş, şarkılara yansımıştır. Öyle ki, Rus salatasının adı ‘Amerikan salatası’ olarak değiştirilmiştir. ABD’nin, Cumhurbaşkanı İsmet İnönü’ye hediye olarak yolladığı hindi, özel ulakla İstanbul’dan Ankara’ya, özel araçla hava limanından Çankaya Köşkü’ne götürülmüştür.”
Üzerinden 70 yıl geçtikten sonra Turkey kelimesine böylesine büyük bir tepki gösterilmesinin, Erdoğan’ın Türk-İslam sentezi ve fütuhatı lideri olarak başlattığı uluslararası propaganda kampanyasının bir aşaması olduğunda hiç kuşku yok.
Benzeri bir kampanyaya biz 1953 yılında, İstanbul’un fethinin 500. yıldönümü sırasında tanık olmuştuk.
İstanbul’un Bizans dönemindeki adı Konstantinopolis tarih kitapları dışında hiçbir yerde kullanılmazken birden bire Türkiye radyolarında Columbia Records‘un ABD’li dört müzisyene söylettiği Istanbul Not Constantinople (İstanbul Konstantinopolis Değil) adlı swing tarzında bir şarkı sabah akşam tekrarlanmaya başlamıştı.
O dönemde pek iz bırakmayan bu kampanyadan 68 yıl sonra, 2021 yılında, Hristiyan Konstantinopolis’in tüm izlerini silmek ve İstanbul’u yüzde yüz bir İslam kenti kılmak için tarihi Ayasofya kilisesi resmen camiye dönüştürüldü.
Recep Tayyip Erdoğan bunun için ilk adımı 2005’te Danıştay’da bir dava açarak başlattırmıştı. Mahkemenin red kararı vermesine rağmen Temmuz 2016’da, 85 yıl aradan sonra, Ayasofya‘da ilk kez Kadir Gecesi programı düzenlendiği gibi sabah namazında ezan okutturuldu. Ardından Ayasofya’nın Hünkar Kasrı bölümünde namazlar kılınmaya, minarelerinden Sultanahmet Camii ile birlikte beş vakit ezan okunmaya başlandı.
29 Mayıs 2020’de, fethin 567. yıldönümü vesilesiyle Fetih Suresi de okunan Ayasofya’nın topyekun camiye dönüştürülmesi, Danıştay 10. Dairesi’nin 10 Temmuz 2020 tarihli yeni bir kararı üzerine, kilisenin Diyanet İşleri Başkanlığı’na devrini emreden Cumhurbaşkanlığı kararnamesiyle kesinleştirildi.
Diyanet İşleri Başkanı’nın minberde kılıçlı hutbe okuduğu, Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın da fiilen imamlık yaptığı bir törenle tamamen camiye dönüştürülen Ayasofya, tüm minarelerinden her gün beş vakit okunan ezanlarla İstanbul’un Konstantinopolis olmadığını yedi düvele ilan ediyor, hem de 1953’teki Istanbul Not Constantinople swing şarkısından daha etkin şekilde…
RTL Televizyonu’nda Türkiye Büyükelçisi’nin #HelloTürkiye şovu yaptığı günün ertesinde, 31 Ocak 2022 tarihli Le Soir’da, gazetenin Türkiye muhabiri Anne Andlauer‘in “Birbuçuk yıl sonra Ayasofya ne alemde?” başlıklı alarm verici bir yazısı yayınlandı.
Gazetecinin gözlemlerine göre, Ayasofya’nın içinde artık kadınlar ve erkekler bir arada bulunamıyor. Kubbedeki 9. yüzyıldan kalma, biri çocuklu Meryem Ana’yı temsil eden üç mozayık, daha önce verilen sözlerin aksine, perdelerle tamamen örtülmüş bulunuyor. Gazetecinin bu tutumu eleştirmesi üzerine İmam Ferruh Muştuer, perde altına alınan mozayıkların Mekke istikametinde bulunduğu ve Müslümanların namaz kılmasına engel teşkil ettiği için örtülerinin asla kaldırılamayacağını söylüyor.
Ayasofya‘nın üst galerisinde iki yıl önce restorasyon gerekçesiyle üstleri örtülmüş bulunan mozayıklar da ziyaretçilere bir türlü açılmıyor.
Anne Andlauer, görüştüğü HDP milletvekili Garo Paylan‘ın Ayasofya konusundaki şu isyanını da yansıtıyor: “Ayasofya’ya artık hiç gitmek istemiyorum. Benim için çok acı, üzücü bir gerçek bu… Ayasofya’yı camiye dönüştürmekle söylenen şu: Burası Türkler, Müslümanlar tarafından fethedilmiştir. Fatihler istediklerini yaparlar, kimse karışamaz… İşte, Türkiye’yi yönetmekte olanların demokratik kültürden yoksunluğunun kanıtıdır bu…”
Evet, bu sözler, artık hindiyle adaş olmaktan kurtarılmak istenen Türkiye’nin hindi beyinliler tarafından sürüklendiği durumun da veciz ifadesidir…
Ayasofya camiye dönüştürülürken kıllarını kıpırdatmayan CHP ricali…
Duyuyor musunuz?
Sevgili Artı Gerçek okurları, daha nice yıllara..
Kaynak: Artı Gerçek
***Mutluluk, adalet, özgürlük, hukuk, insanlık ve sevgi paylaştıkça artar***