Geceleri geç bir saatten sonra eve döndüğünde, o derin, o gizli suçlarını bastırabilmek ve saf bir sevgiyi yaşayabilmek için mutlaka oğlunun odasına sessizce girer, üzerindeki yorgan kaymışsa düzeltir, üzerini sıkıca örterdi. Sonra o tütün kokan yıpranmış parmaklarıyla
saçlarını hızlı hızlı, sevgiyle, acıyla okşardı. O ise böyle zamanlarda babasıyla konuşmak istemezdi.
Gözlerini sıkıca yumar, ona uyuduğunu hissettirirdi. Ama uyumak, asla! Çünkü babasıyla, o çok sevdiği arkadaşıyla en yoğun beraberliği böyle gözleri yumulu yatarken; babasının titrek parmaklarını saçlarında gezdirdiği, alnını okşadığı, yüzüne sıcacık dokunduğu anlarda yaşıyordu bir tek.
Acaba babası farkında mıydı uyumadığının; gözlerini heyecanla yumduğunun, ürkek bir saygı ve sevgi coşkunluğuyla her şeyi hissettiğinin? Kim bilir?
Hiç sormadı, soramazdı zaten. Hep gizli bir suç ortaklığıyla yaşadı, babasına olan sevgisini.
Hiçbir şey söze dökülemezdi zaten. Duygular gömülebildiği kadar gömülürdü içine. Duygular açıkça gösterilirse, uçup gidecekti sanki, anlamı saklanırdı. Gözyaşları en büyük günahlar gibi saklanırdı.
Sanki, gösterilse, her şey; bu gizlilik, bu yoğunluk, her şeyi, gizliden gizliye sürüp giden bu zarif acıları ve sevgiyi parçalayacak, onarılmaz bir biçime sokacaktı…
Kimi geceler babası sadece üzerini örtüp saçlarını, yüzünü, alnını okşamakla yetinmezdi. Yatağının bir kenarına ilişir gizli gizli bir şeyler fısıldardı. Sanki ona yattığı yerde nasihat ederdi. Pişmanlıklarını, görüp geçirdiklerini anlatırdı Hayatın, çok ama çok ağır, taşıması çok
zahmetli bir yük olduğunu anlatırdı sanki. Oğlu bu fısıltıları duymak için bütün dikkatini harcardı ama nafile, duyamazdı.
Babası daha sonra kalkar, yüzünü seyrederdi oğlunun. Babasının alkollü nefesini hissederdi. Buruk, öksüz, kaybetmiş bir insanın kokusuydu bu. Yaralanmış umudun kokusuydu. Ve bazen oğlanın yüzüne ılık ama içini dağlayan damlalar düşerdi. Yüreği acıyla ve coşkuyla açılır, gözlerini daha sıkı yumar, kalbi daha hızlı atardı. Babası yüzüne bakıp bakıp ağlar, gözyaşları oğlunun yüzüne damlardı… Gizli tören, bu gözyaşlarıyla biterdi.
Babası ise kırgın, sevgi dolu bir yürek hâlinde odasına yönelirdi. Ertesi gün ise her şey olduğu gibi akmaya devam ederdi. Ciddi, mesafeli, tutuk, biraz da tekdüze. Geceleri yaşanan o sevgi ayininden, o gizli dertleşmeden bahsetmek kimin haddine düşerdi?
Sonra çocuk büyüdü. Sevgilileri oldu, sevgileri. Onlara bağlandı. Tutkuları kalbine sığmaz oldu. Dünyayı karşısına alacak kadar sevdi kadınlarını. Ama her defasında yürümeyen bir şeyler vardı. Kadınlar hep ona aynı şeyi söylüyorlardı: “Sevginden emin değiliz. Sevgini yeterince hissetmiyoruz.” Hatta daha ileri giderek, “sen kendine âşıksın. Kendini seviyorsun. Bencilsin!”
İşte böyle anlarda yıkılıyordu. Ne yapacağını bilemiyordu. Onun için dünyayı karşısına aldığı o güzelim, o tatlı sevgilisi nereye gitmişti? Ve ne olmuştu da böyle acımasızca konuşabiliyordu?
Her şeyi içine gömmeyi, duygularını belli etmemeyi, gizli gizli ağlamayı, gizli gizli dertleşmeyi hep babasından öğrenmişti. Yalnız içki içip sevgilisinin o sancılı, o derin hüznüyle, o haz veren güzelliği ile kendince konuşmayı. Ama sevgilisine bunları hiç anlatmazdı. “Seni düşünüp seni konuşup bir başıma içtim,” demek hem anlamsız hem bayağılık hem de saygısızlıktı…
Bir erkeğin nasıl sevmesi gerektiğini babasından öğrenmişti. Her şeyin doğrusunu, ondan edinmişti. İçine atarak, gömerek, saklayarak ve hiç unutmayarak! Zarafet ve büyü ancak böyle korunabilirdi, ona göre. Artık değişmez sanıyordu. Kendini böyle kabul ediyordu…
Çünkü yıllar sonra çocuk büyüyüp bir yazar olduğunda, duyarlığının dokusunda babasının o hiç kendini belli etmeyen esrarlı ve trajik sevgisini hissediyordu. Duyguları daha ortada olan, sevgiyi açık açık talep eden annesinden o denli etkilenmemişti.
Sonra feminizm girmişti hayatına. Erkeklerin, kadınlara, sevgi, duygu, sıcaklık anlamında bir şeyler vermeyeceği açık açık tartışılmaya başlanmıştı. “Kadının, kadından başka dostu yoktu.” Duygu, sevgi, bağlılık her zamankinden çok kadınların tekelindeydi artık…
Sonra bir arkadaş meclisinde, çocuğun sevgilisi, feministliği kişiliğine kalkan yapmış kadın arkadaşlarına, “O bana hiç sevgisini belli etmez. Bugüne kadar ‘Seni çok özledim, sensiz olamam!’ hiç demedi,” diyordu. Bu söz çocuğu çok yaralıyordu. “Yoksa o bütün acılar,
bekleyişlerim, tek başıma dert çekip hüzünlenmelerim, dünyayı karşıma almalarım, boşa mı gitti?” diye içi yanıyordu.
Sonra babası aklına geliyordu. Babasının, yüzüne damlayan, gizli, suçlu ama sevgi dolu gözyaşları geliyordu aklına. “Yok!” diyordu kendi kendine. “Yaşanan hiçbir acı, hiçbir güzellik, hiçbir anlam kaybolmaz. Yazı olur, şiir olur, anı olur, kâğıtlara dökülür. Tıpkı, şimdi olduğu gibi!”
Bu, kimsenin kimseyi anlamaya çabalamadığı dünyada, yalnızca sözcüklere, şiirlere, yazılara, biraz da şarkılara bağlanacak, yaşayıp gidecekti işte…
Kaynak: Artı Gerçek
***Mutluluk, adalet, özgürlük, hukuk, insanlık ve sevgi paylaştıkça artar***