Seda TAŞKIN
+GERÇEK- Sınırsız Yayıncılık’tan çıkan Ağlayan Konak kitabı raflarda yerini aldı. Öykü kitabının yazarı Hüseyin Kete ile ‘Ağlayan Konak’ öykü kitabı üzerine konuştuk. Kete’nin çocukluğunun geçtiği Dersim’de yaşadığı anılarına odaklanan 13 öykü ayrı ayrı hikâyeleri konu alıyor. Kete kardeşleriyle, yetişkin olmaya adım atmaya başlayana kadar, bahsettiği konağı diğer evlerin çokluğuna rağmen uzun bir süre güzelliğini korumaya başardığını anlatıyor.
Kete, öykü kitabında geçen ‘Ağlayan Konak’ öyküsü için, “Gövdesinden saklambaç oynanmasına hiç kızmadı. Dalları ve yaprakları her zaman bu oyunları izlemekten büyük keyif aldı. Oyunlara dâhil oldu. Elinden geldiğince diğer evlere komşuluk etti. Bahçesindeki çiçek kokularını kimseden esirgemedi. Tulumbasından çıkan su içilsin diye çoğu zaman avlusunun kapısını kilitlemedi” diyor.
Öncelikle sizleri tanımayanlar için kendinizi tanıtır mısınız?
1979 yılında Dersim’in Pertek ilçesinde dünyaya geldim. Çocukluğum köyde geçti. DTCF Sosyal Antropoloji ve Etnoloji bölümünden mezunum. 95 yılında Adana’ya göç ettik. Yaklaşık yirmi yıl orada kaldık. Yaşadığımız mahalle bizim gibi memleketlerinden göç etmiş insanlardan oluşuyordu genelde. Öykülerimden birinin ismi bu yüzden ‘Göç’ oldu.
Öykü kitabınız doğup büyüdüğünüz yerleri ve oranın yaşamını konu alıyor. 13 öykü de yaşamınızdan izler taşıyor. Biraz öykülerinizin içeriğinden bahseder misiniz?
Kendi coğrafyamdaki insanların, yaşlıların, kadınların, çocukların yaşamlarını acılarını, sevinçlerini, üretim biçimlerini ele alıyor. Örneğin ‘Çingene Çadırı’ diye bir öykü var. O dönem bizim köylere Çingeneler gelir, çadır kurar ve bir hafta kalır sonra giderlerdi. Genelde Çingeneler için olumsuz şeyler söylenirdi. Çingeneler sizi gelip götürecek, tavuklarınızı kaçıracak diyerek bir korku yaymaya çalışılırdı.
Biz de Çingeneleri görünce saklanırdık. Onlar geldiği zaman sokakta çocuk kalmazdı. Ama diğer taraftan da bunları bize anlatan aile büyüklerimiz, fazla olan gıdaları çingenelere verirlerdi ve aynı zaman da bir hayranlıkta beslerlerdi. Göçebelerin kazanılmış bir hakları vardı ve kimse onlara bir şey demezdi. Bunu bir öykü konusu olarak değer buldum. Çünkü artık bunlar unutulan konular ve bir bellek oluşturmaya çalıştım. Bir röportajda şöyle bir şey okumuştum: Kitaplarda, filmlerde gördüğümüzde sevdiğimiz, beğendimiz Çingeneleri gerçek yaşamda neden sevmiyoruz minvalindeydi. Öyküyü yazarken hep bunu düşünerek yazdım.
Seda Taşkın ve Hüseyin Kete
Kitabınızın ortaya çıkış öyküsünü anlatabilir misiniz? Fikir nasıl doğdu, “Ağlayan Konak” ismine nasıl karar verdiniz?
Çocukken Jack London’ın Martin Eden isimli kitabını okuduktan sonra ileride bir öykü kitabı yazacağımı öngörmüştüm. “Ağlayan Konak” çocukluğumun en güzel fotoğrafıdır bu yüzden. Eski bir Ermeni konağıydı. Avlusu geniş, şarap mahzenlerinin olduğu, ahşap işlemeleri olan kapıları vardı. Bir üzüm bağının içine kurulmuştu. Bu konağın yıllar geçtikçe yok oluşuna şahit olduğum için kitabın ismini bu konağa atfettim. Ağlayan konak aynı zamanda takındığım tüm gülüşlerin de ismi. Bu konağı yazarken Eleni Karaindrou ve Erik Satie ezgileriyle eşlik etti. Konağa misafir edip gezdirdim onları.
Sizi en çok etkileyen öykü hangisi oldu?
Her bir öykü benim için çok önemli ancak öyküler içinde beni en çok etkileyen ise gözleri görmeyen Muşlu yaşlı Emoş’un öyküsü. Gözleri görmeyen bu kadının çocuklarla çok derin bir ilişkisi vardı. Çocuklar Emoş’u çok severdi. Emoş’un bir su bidonu vardı ve çocuklar o bidonu çeşmeye götürüp doldurdu. Emoş’un bidonu dolu olduğu zaman çocukların morali bozulurdu. Çünkü çocuklar onu çok seviyordu. O su bidonunu doldurmak için çocuklarla adeta yarışırdık. Bidonu doldurduğumuzda ise Emoş bize küp ya da toz şeker verirdi.
Emoş hep evinin eşiğinde oturur, tüm gün orada görmeyen gözleriyle bizi izlerdi. Bize seslendiği zaman nerede olduğumuzu bilir gibi konuşurdu. Akşam onunla kalanlar çok şanslı olurdu. Ailemiz onunla kalmamıza izin verdiği zaman çok mutlu olurduk. Sabah kahvaltı yapar, sonra okula giderdik. Bu unutamadığım ve benim için önemli olan anılardan bir tanesiydi. Maalesef Emoş şimdi hayatta değil.
‘Garip bir gece’ isimli öykünüzde Alevi olduğunuzu ilk anladığınız ana odaklanıyor. Neden ismini ‘Garip bir gece’ koydunuz?
Çocukken cem törenleri yapılırdı. Bizim evde bir cem yapılmıştı ve oda tıkış tıkıştı. En az yüz kişinin olduğu odada bu kadar insanın yan yana olmasını anlamamıştım. Her gelen elinde bir şeyler getiriyordu. Daha sonra çocukları uyutmuşlardı. ‘Bir gece uyanınca’ neden bu kadar insanın bu evde olduğunu anlamıştık. Gece uyandığımızda birileri saz eşliğinde deyiş söylüyor ve insanlar ağlıyordu. Hatta köyde herkesin görünce korktuğu bir adam bile gözyaşları içindeydi. O garip gece aslında Alevi olduğumu öğrendiğim gündü. O ‘garip gece’ bizi bugüne kadar getirdi.
‘Ağıtçı’ öykünüzün bir dönemi yansıttığını ve bunun unutulmaması gerektiğini söylüyorsunuz. Biraz açar mısınız?
Unutulmaması gereken hikâyelerin kaydedilmesi gerekiyor. Bu yaşananların bir bellek oluşturması gerekiyor. İnsanlar beklemediği olaylar karşısında bir acıya boğulurlar ve bazen ağlayamazlar. Ağıtçı bu işi yapardı, ağlamayan insanları ağlatırdı. Ağıt ile birlikte insanlar ağlar ve rahatlardı. Acını boşaltamazsan, bu acı hayatının her alanında peşinizde olur. İlk mezar başındaki ağlama seni rahatlatıp, hayatın diğer kısmında yaşama adapte olmaya neden olur. Bir dönem ağıtçılar bu görevi görüyordu. Ağıtçı halay başı gibidir. Yanındaki kişileri yönlendirir. Şimdi bununla karılaşmak biraz zor. Bunu yazmamın nedeni ise bu bir dönemi anlatıyordu. Bu yaşanılanların unutulmasını istemiyordum.
Yazma sürecinizi anlatır mısınız?
Bunlar genelde anıların mı diye soruyorlar. Anı olduklarını söyleyemem. Gördüğüm, şahit olduğum duyguların kurgusu dersek daha doğru olur. Köklerime bağlı bir insanım. Kültürü önemseyen biriyim. Doğduğum kültürün kıyafetlerini üzerimden çıkarmam asla. Kültürün yok olması beni kaygılandıran bir durum. Bir şeyleri unutmamak için de yazdım. Buradaki başlıkların hepsi bir halkbilim aslında. Deneyimlediğim anılarımı unutmak istemiyorum. Köklerinizi unutursanız yok olursunuz. Ben yok olmak istemedim.
Eskiye bir özlem mi var?
Melankolik bir özlemden bahsetmiyorum. Bir döneme anlam yükleme desek daha doğru olur. Çünkü bu hala benim için devam eden bir süreç. Köye gittiğim zaman aynı duyguları yaşıyor, konakları geziyor, insanlarla sohbet ediyorum. Çok sevdiğim bir yaban çeşmesi var mesela. Memlekete gider gitmez ilk yaptığım şeylerden biri buradan su içmek. Bu kitabı yazarak geçmiş ile şimdiki yaşam arasındaki boşlukları doldurdum gibi bir hisse kapılıyorum. Bu beni mutlu ediyor.
Dersimli biri olarak kitabınızın dilini Türkçe olarak yayınladınız. Öykü kitabınızın Kürtçe çevirisi de olacak mı?
Böyle bir düşüncem var tabi ki. İlerleyen zamanlar nasıl bir yol haritası çizmemiz gerektiğini gösterecek. Bununla ilgili çalışmalarımız devam ediyor.
***Mutluluk, adalet, özgürlük, hukuk, insanlık ve sevgi paylaştıkça artar***