Pandemi hayatın önemini fark etmemiz için yeterli olmadı. Tanıdığımız birçok insan bu süreçte hayata veda etse de, hastalık endişesiyle evden dışarı adım atmaktan korkar olsak da, yine de hayata karşı duyarsızız. Özellikle başkalarının hayatını önemsemiyoruz. Hayatın korunması görevini tamamen devlete terk edip, her şeyi devletten bekliyoruz. Toplumsal dayanışma, diğer insanlara karşı ahlaki sorumluluklarımız hatırımıza bile gelmiyor.
Hayatımızı korumakla görevli olduğunu düşündüğümüz devlet, hayatın en büyük düşmanı haline gelmiş. İnsanları kaçırıyor, işkence ediyor, bebekleri hapishanelere doldurup, hamile kadınları tutuklayabilmek için doğumhane kapılarında bekliyor. Devletin hoyratlığına dayanamayan bazı hassas ruhlar canına kıyıyor ya da ölümü göze alıp denizleri, nehirleri aşıp ülke dışına kaçmaya çalışıyorlar. Bir insanın ölümü göze alarak ailesi ile birlikte vatanını terk etmek istemesi kadar büyük bir acı olabilir mi? Ancak her gün aynı acıyı birçok aile yaşıyor.
Ülkeye eşkiya hükmetse bir ahlakı olur. Tamamen işgale uğramış olsa yine bir nizam olur, işgalciler kendilerine uygun bir düzen kurmak isterler. Vatandaşlar da işgal altında olduğunun bilinciyle davranırlar. Ancak şu an ülkeyi yönetenlerin ahlaki bir ilkesi ya da sınırı olduğunu gösteren herhangi bir işaret yok. Toplumsal dayanışma o kadar bozulmuş ki, kimin kimi ispiyonlayacağını kestirmek mümkün değil. En özgürlükçü görünenlerin bir anda despota dönüştüğü, din adamlarının muhbirlik yaptığı, akrabaların ispiyoncu olduğu, iş arkadaşlarının en önce kim kimi ihbar edecek diye birbiriyle yarıştığı karanlık ve kasvetli bir dönem yaşıyoruz.
Bediüzzaman, 31 Mart olaylarından sonra çıkarıldığı savaş mahkemesinde, fütursuzca idam edilen insanları görünce, “Bu hükümet istibdat zamanında akla husumet ederdi. Şimdi de hayata adavet ediyor” diye haykırır. Herhalde hem akla hem de hayata beraber düşman olacak bir dönemin geleceği onun da hatırına gelmezdi.
Bir grup, bir çete devleti esir aldı. Şimdi topyekûn milleti köleleştirmek istiyor. Körpe vicdanlar isyan ediyor bu hoyratlığa. Ancak hala kimsenin umurunda değil olup biten. Her şeyi devletten bekleyen, maaş artışlarına ve nereden ne fayda sağlayacağına odaklanmış halk, ekmek kuyrukları ve ucuz hayat peşinde. Hayatı karartılan insanlarla, cehenneme dönüşen hapishanelerdeki masumlarla, kadınlara yapılan çıplak arama gibi yüz kızartıcı suçlarla mücadele arzusu neredeyse hiç yok. Hatta tam aksine başına bir şey geliyorsa vardır bir suçu, diye düşünüyor halkın çoğu. Devletin istediğine istediğini yapabileceğine inanıyorlar. Devlet adamları bir şey yapıyorsa vardır bir bildikleri, bir hikmeti diye düşünüyorlar. Devlet’in emniyet ve adaleti sağlamakla görevli kurumlarının gözü dönmüş bir katile dönüştüğünü görmezden geliyorlar.
Kuvvete tapınma, kim güçlüyse onun yanında yer alma, asla riske girmeme gibi kalıtsal mirasa dönüşmüş niteliklere bir de ispiyonculuk eklendi. İspiyonculuk var olan toplumsal dayanışma duygusunun kalan son kırıntılarını da temizliyor. Toplum bireylerin birbirinin düşmanı haline geldiği, cemaat yapılarının düşmanlık ürettiği, adil bir rekabet ve dayanışmanın tamamen terk edildiği ilkel bir topluluğa dönüştü.
Halbuki toplumsal dayanışma ihtiyacı kurumsal devlet yapısını ortaya çıkarmıştır. Devletin üzerine dayandığı temel fikri yok ederseniz, devleti nasıl ayakta tutacaksınız. Şiddete ve ispiyonculuğa dayanarak devletin ayakta duramayacağının birçok örneği var yakın tarihimizde. Sosyolog Niklas Luhmann toplumun ahlakla oluştuğunu söyler. Ahlaki değerler toplumsal yapının temelidir. Ahlaki değerleri yıkan temel etken ise güvensizlik duygusunun yaygınlaşmasıdır. İspiyonculuk da güven duygusunu yıkan en önemli toplumsal hastalıktır. İlk sufilerden Hasan el-Basri, ‘’Siz hıyanetin size emanet olarak bırakılan para ya da altınla sınırlı olduğunu zannediyorsunuz. Esas hıyanet tanıdığınız ve güvendiğiniz için sohbet ettiğiniz kişinin sizden ayrıldıktan sonra sizin aleyhinize konuşmasıdır’’ der.
Mafya çetelerinin halkı sindirmek ve kurumsal yapıları yok etmek için kullanıldığı bir dönem yaşıyoruz. Yüz iki yüz adamı olan mafya patronlarının devlete ve topluma ayar verdiği bir dönem. Toplumsal bağlar o kadar zayıflamış ki, yüz kişi bir araya gelip, kurdukları suç örgütüyle ülke yönetiminde söz sahibi oluyor. Devletle pazarlık yapıyor.
Adaletsizliklerin, mücadele etmeden ve risk almadan bitmeyeceğinin farkında değil insanlar. Alman filozof Richard David Precht, son kitabı Von der Pflicht: Eine Betrachtung‘da vatandaşlık görevlerini yerine getirmeden hak talep edilemeyeceğini, ifade eder. Özellikle pandemi döneminde herkesin yurttaş olarak, üzerine düşen görevi yerine getirdiği takdirde yurttaşlık haklarını koruyabileceğini vurgular. Zira ona göre görev, haktan önce gelir. Önce üzerine düşeni yapmalısın ki haklarını talep etme ve koruyabilmen mümkün olsun. Kriz dönemlerinde çözümün yalnızca devlete bırakılmasının çözümü imkânsız hale getireceğinin farkında insanlar. Bu analize devletin menfaat çeteleri tarafından ele geçirildiği geri kalmış ülkelerde politikacıların her krizi ülkeyi soymak ve vatandaşları daha da fakirleştirmek için kullanacağını da ayrıca eklemek lazım.
Peki vatandaşların üzerine düşen görev ne? Despot gardiyanların, işkenceci istihbarat elemanlarının parasını sen ödüyorsun. Senin paranla senin çocuklarına işkence yapılıyor; senin paranla senin geleceğin karartılıyor. Bu zulme dur demek yine senin elinde. Şayet sesini çıkarmazsan, her gün senin geleceğinden bir şeyler daha eksiltecekler, senin haklarından bir kısmını daha çalacaklar. Hak istiyorsan öncelikle muhalefet etme görevini, tenkit görevini yerine getirmelisin. Sesini yükseltmeli, zulme ve haksızlıklara dur demelisin. Aksi takdirde kısa bir müddet sonra hiçbir hakkının kalmadığını göreceksin. Tiranların köleleştirdiği eski zaman kavimleri gibi küçük korkularla esir alınmış, sosyal bağlarından ayrıştırılmış, karnının doymasından başka hiçbir şey düşünmeyen, çöpten bulduklarıyla sevinen kölelerden oluşan bir toplululuk, bizi bekleyen.
AYHAN TEKİNEŞ
Kaynak: Kronos
***Mutluluk, adalet, özgürlük, hukuk, insanlık ve sevgi paylaştıkça artar***