YORUM | VEYSEL AYHAN
(Nübüvvet ve Devlet Yazıları-36)
Avrupa’ya geldiğimde bir arkadaşın arabasının aynasına tespih taktığını fark etmiştim. Sebebini sorduğumda şunu demişti. Burada bazı “Müslüman”lar var. Yabancıların mal ve eşyalarını kendilerine helâl görüyor. Araba veya evde, sahibinin Müslümanlığına dair bir işaret gördüklerinde bundan vazgeçiyorlar. İrkilmiştim. Müslümanlık ve hırsızlık. Ürperten bir oksimoron. Ama maalesef gerçek. Hırsızlığı tecviz eden bir “kafa”nın vergi kaçırması, devleti dolandırması çok normal.
Sen ülkende “savaş var” diye kaç. Avrupa seni kabul etsin. İş bulana kadar “kafir” dediğin yabancı vergi mükellefler sana ve ailene maaş bağlasın.
Sen ise sana bağrını açan insanlara ihanet et, mallarını kendine helal gör!
Peki bunun sebebi ne?
Aslında hırsızlığa niyet eden için çözüm bulmak zor değil. Niyeti kötü olan her “kitap”tan kendine fetva bulur. Ama mürur-u zamana uğramış bazı tanımlamaların ve fetvaların bunda etkisi var. Bazı terimler bu suistimallere kapı açıyor.
Klasik fıkıh kitaplarda “Daru’l Harp”, “Daru’l İslam” gibi terimleri var. Dini-coğrafi sınırların ve dini toplulukların net çizgilerle bölündüğü bir tarih diliminde bu tanımlar doğru olabilir. Ama bugün bunları esas aldığınızda ortaya çözümsüz bir çarpıklık çıkıyor. Sosyolog Ali Ağcakulu doğru tespitler yapıyor:
“Artık, memleketleri daru’l-küfür ve daru’l-İslam diye ikiye ayırmak yerine ‘daru’l-adalet’ ve ‘darü’z-zulüm’ diye ikiye ayırmak İslam’ın ruhuna daha uygun olacaktır. Çünkü artık toplumlar eski zamanlarda olduğu gibi homojen değil. Müslümanlar sadece İslam ülkeleri diye anılan ülkelerde yaşamıyor. Bilakis İslam ülkelerinde yaşayan Müslümanlar, yine Müslümanların zulmü altında inim inim inlerken, Batı ülkelerinde yaşayan Müslümanlar ise dinlerini daha rahat yaşamaktadırlar. Öyle ki İslam ülkelerinde dinlerini yaşama fırsatı verilmeyen Müslümanlar bir fırsatını bulup Batı’ya kaçmaktadırlar. Dinlerini yaşamak için Batı’dan İslam ülkelerine kaçan Müslüman ise bilmiyoruz. Evet Müslümanlar ‘darü’z-zulümden daru’l-adalet’e kaçıyorlar. Zaten ilk Müslümanlar da darü’z-zulümden daru’l-adalet olan Habeşistan’a kaçmamışlar mıydı?”
Yeni Dünya derken kastettiğim konjonktür bu.
Süreç sebebiyle varılan yeni ülkeler…
Avrupa, Amerika ve diğer coğrafyalar…
Bu ülkeleri nasıl tanımlayacağız?
Buyrun işin içinden çıkın!
“Binaenaleyh şeriat ile idare edilen Suudi Arabistan, İran ve Malezya gibi ülkeler dahil, bütün İslam ülkelerindeki siyasi yönetimlerindeki İslam’a aykırılıklar, seküler Avrupa’nın İslam’a aykırılıklarından çok daha fazladır. Hatta seküler Avrupa’daki uygulamaların yüzde 90’ın üzerinde İslam’a uygun olduğu söylenebilir. İslam siyasi düşüncesinin iki temeli olan ‘meşveret’ ve ‘adalet’ ilkeleri Avrupa’da uygulanırken, İslam ülkelerinde istişare ve adaletten bahsetmek nerede ise imkansızdır. Halbuki Hazreti Ali ‘devletin dini adalettir’ der. Yoksa devlet namaz kılmaz ve oruç tutmaz. Adalet varsa İslam vardır. Adalet yoksa İslam da yoktur… Almanya ile Türkiye’yi mukayese ettiğimde, Almanya’nın Müslümanlara sunmuş olduğu dini özgürlüklerin, Türkiye’nin Müslümanlara verdiği dini özgürlüklerden, temelde ve detayda daha geniş olduğunu rahatlıkla söyleyebilirim.” (Avrupa İslamı’na doğru, Ali Ağcakulu)
“Daru’l Harp” ve “Daru’l İslam” tanımlamaları geçerliğini yitirdi. Mutlaka bir ülkeye “Daru’l İslam” yani İslam ülkesi diyeceksek inanç hürriyetinin olduğu, yalan, yolsuzluk ve adam kayırmanın minimum düzeyde olduğu ülkelere “İslam” ülkesi demeliyiz. Çünkü yolsuzluk ve rüşvetin; yalan ve aldatmanın hayat rutini haline geldiği ülkelere “İslam ülkesi” demek İslam’a ve Müslümanlığa ağır bir hakarettir.
Önemli bir fakih ve müfessir olan Mâverdî’ye nispet edilen “Bir küfür ülkesi, orada dinin izhar edilebilmesi halinde dârü’l İslâm olur,” sözü çarpıcı bir kriterdir.
Önemli bir alıntı yapayım:
“Klasik kaynaklar dikkatle incelendiğinde görülür ki, daru’l- harbin tespitinde omurga nokta, din patenti değil, Müslümanların kahır ve zulüm altında inlemeleri ve dinlerine ait hükümlerin hiçbir yürürlük imkânı bulamamasıdır. Son tahlilde, küfürden maksat budur; yönetenlerin Müslüman inancı taşımamaları değil. Klasik fıkıhçılar bu noktada ilginç bir yaklaşımla, darulharp sayılan toprakları ‘daru’l-kahr’ (Serahsî; el-Mebsût, 30/33) veya ‘daru’l-kahr ve’l-galebe’ (Cürcânî; Şerh’s- Sirâciye, 82) olarak adlandırmışlardır ki zulüm ve despotizmin egemen olduğu ülke demektir. O halde, İslamî hükümlerin eksik uygulanması ve inanç farklılığı bir ülkeyi daru’l-harp yapmaz.
Daru’l-İslam yerine ‘daru’l-ahkâm’ (kuralların egemen olduğu ülke, hukuk ülkesi) tabiri de kullanılmıştır. İslam ahkâmı denmeyip sadece ‘ahkâm’ denmesi dikkat çekicidir.
Daru’l-ahkâm; kuralların, normların işlediği ülke demektir. Karşıtı olan ‘daru’l-kahr’ ise keyfîliğin, adaletsizlik ve kuralsızlığın egemen olduğu despotik yönetim demek olur. Bu incelik unutulmaz ise dar’ul- İslam, günümüzde ‘hukuk devleti’ kavramının tam karşılığı olduğu anlaşılır. Böyle olunca da ‘daru’l- harp’ deyiminin karşılığı da hukukun üstünlüğünün bulunmadığı yönetim olacaktır. Bu yönetimin dini önemli değildir. Resmî din ‘İslam’ olduğu halde yönetim daru’l-harp yönetimi olabilir. Eğer Kur’an’ın ve aklın verilerine göre konuşacaksak, günümüz dünyasının birçok sözde ‘Müslüman’ yönetimi, esasında birer daru’l-harp yönetimidir. Buna karşın, adı Müslüman olmayan birçok Batılı yönetim, esası bakımından dar’ul İslam yönetimidir. Bunun aksini savunmak için minareleri veya camilerdeki cemaat sayısını göstermenin Allah ile aldatma dışında bir kanıt değeri yoktur. Saddam, Suud vs. yönetimlerinin birer ‘Daru’l İslam’, İsviçre, Almanya, İsveç vs. yönetimlerinin birer ‘Daru’l harp’ yönetimi olduğunu söylemek akla ve insan gerçeğine ters düşmekten başka bir anlam taşımayacaktır.” (Yaşar Nuri Öztürk – Kur’an’ın Temel Kavramları II)
Bu bakış açısı terk edildiğinde İslam’ın barış dini olma özelliği ortadan kalkar. Savaştan başka gayesi olmayan nefret, öfke ve kin “Müslümanlığı” ortaya çıkar. Daha doğrusu Müslümanlık dünyadan silinir.
“Daru’l Harp-Daru’l İslam ikilemi, dünyayı kesintisiz savaş halinde tasavvur eder; ne Müslümanlara ne Müslüman olmayanlara rahat yüzü ve huzur bırakmaz, sözleşme fikrine olumlu bakmaz.” (Medine Sözleşmesi, Ali Bulaç)
Peki ne yapılması gerekiyor?
“14 asırlık İslam ilim mirasını olduğu gibi kabul eden Müslümanlık da olmaz. Evet, geleneği kabul edeceğiz ama Selefilerin yaptığı gibi değil. Onda bir ayıklamaya gitme ve onların yetmediği ya da günümüz gerçeklerine uymadığı yerde geleneği yeniden inşa edeceğiz. Arkadan gelen insanlar olarak geleneğe ek koymasını bileceğiz. On üç asır önce Orta Asya, on asır önce Endülüs’te, iki asır önce Osmanlı’da hatta elli yıl önce ülkemizde üretilen bilgileri ayniyle kabullenmek, bugün ne kendimize yeni bir kimlik inşa etme imkanı verir ne de hayatı Allah ve Resulünün muradı doğrultusunda yaşamamızı sağlar. Aksine bizi dinden uzaklaştırır, aramıza mesafe koyar.
Bugün sahip ve ait olduğumuz dindarlığımız üzerinde düşünüp aksayan ve eksik kalan yanlarımızı keşfederek dinimizin değişmez emir-yasak, değer, ilke ve prensiplerinden hareketle yeni bir Müslüman kimliği inşa etmek zorundayız. Bunun adı Amerika’da Amerikan Müslümanlığı, Avrupa’da Avrupa Müslümanlığı olur. Kaldı ki bu isimlendirmelere bile takılmaya gerek yok. Mühim olan onun ortaya konabilmesi. Sadece Amerika ve Avrupa’da mı? Hayır, ‘Ben Müslümanım’ diyen insanın bulunduğu her yerde.” (Amerikan veya Avrupa Müslümanlığı, Ahmet Kurucan)
Sonraki yazı: Bediüzzaman ve Siyaset
Kaynak: Tr724
***Mutluluk, adalet, özgürlük, hukuk, insanlık ve sevgi paylaştıkça artar***