Bazen çevremizde ve basında gördüğümüz kişilerin, kazandıkları ünden ötürü, oturmuş olgun kişiliklere sahip olduklarını sanırız. Halbuki zengin ve başarılı biri aynı zamanda kişilikli biri olmayabilir. Zayıf kişilikler ve yetersizlik duygusu yaşayanlar, kendilerine yücelttikleri birini bularak onunla sembolik bütünleşirler ve gözlerinde büyüttükleri o insanın ‘yüceliğinden’ yararlanmaya çalışırlar.
Psikoterapist ve eş terapileri uzmanı Jürg Willi’nin geliştirdiği “tamamlayıcı kişilik” kavramı vardır; eşler arasında narsisist yetersizliği olan bir kişinin ünlü ve başarılı bir narsisist partner bularak karşılıklı olarak birbirlerini tamamladıklarını anlatır. Narsisist kişi eşi tarafından sürekli övülüp takdir edilirken, tamamlayıcı partner de narsisizmini böyle başarılı ve ünlü birinin partneri olmakla doyurur. Ünlü sanatçılarla fotoğraflar çekip başucuna ya da bürosuna asan insanların durumu da benzerdir. Politikacılarla seçmenleri arasında da böyle bir ilişki olur bazen. “Adamını bulma” ve “iş çevirme” halleri biraz böyledir… Sosyal medyada rastladığımız “Erdoğan’ın kılı olurum!” ve “İsterse eşi olurum!” gibi sözler bana biraz kışkırtıcı gelse de, aslında narsistik tamamlanma ve yüceltilenle cinsellik üzerinden bütünleşme arzularını da içerir…
Narsistik bütünleşme çabasının her insanın çocukluk döneminde bir karşılığı var. Çocuk anne-babaya bağımlıdır, yetersizdir, anne-babanın yardımı olmadan hayatını sürdüremez. Bu durumda çocuk zayıf ve güçsüzdür, anne-baba güçlüdür ve çocuk anne-babanın gücü sayesinde, onu kullanarak gelişir. Babasının omuzlarında oturan çocuğun bu halden aldığı keyfin nedeni, bu uzunluğu kendi başarısı gibi görmesidir. Yani, babasının boyunun uzunluğuna babasının omzuna oturarak eklemlenen çocuk babasından daha büyük olur. İkisi birlikte en uzun kişi(ler) olurlar bir anda… Annesinin (ya da babasının) yaptığı pastayı övünerek arkadaşına ikram eden çocuk annesinin bir devamı ve parçası olarak, adeta annesiyle bütünleşmişçesine gurur duyar.
İşte bu alışık olduğumuz fenomen yetişkinlikte yeterince bağımsız bir kişilik oluşturamamışsak gene ihtiyaç olarak ortaya çıkar ve politikacılar bu zaafı ve eksikliği kullanırlar. Güçsüz ve zayıf insanlar, yetişkinlikte anne-babalarının yerine sembolik olarak koyacakları politikacılar (Führer, reis, başbuğ) bularak onların güçleri sayesinde varlıklarını sürdürürler. Bazen Erdoğan’la ilgili “Bizi aç-susuz mu koydu?” ya da “Her şeyimiz var, adam daha ne yapsın?” ve ekonomik krize rağmen “Aç değiliz, susuz değiliz!” söylemleri, aynı zamanda varoluşsal bağımlı insanların çocuksu ifadeleri değil midir?
Kişiliğindeki eksiği birine eklemlenerek sürdüren insanlar ile yücelttikleri insanlar arasında sembiyotik bir ilişki olur bir dönem sonra; aralarında psikolojik-varoluşsal bir bağımlılık olur ve birbirlerinin asalağı olurlar; biri olmadan diğeri var olamaz. Bu durum yücelttikleri insan yanlış yapsa da sürer. Bugün AK Parti seçmenlerinin çoğu olan-biteni biliyor; Erdoğan’ın kahraman olmadığının, hırsızlık iddiasının ortada durduğunun farkında. Hatta iç içe oldukları için yaşanan pislikleri bizden daha fazla biliyorlar. Onlardan kopanların anlattıkları bizim hayal dünyamızı bile zorluyor bazen. Bazıları yaşadıkları ve yaptıkları pislikler üzerinden birbirlerinin asalağı olmuşlar ve negatif, kirli bir sembiyoze oluşturmuşlar.
Seçmenlerin çoğu için ise yücelttikleri insandan vazgeçmeleri kendilerini birer ‘hiç’ yapacağından ya da sıfırlayacağından, vazgeçmeleri çok zorlaşıyor. Yoksunluk ve yetersizlik yaşayan bazıları bu duyguları yücelttikleriyle bütünleşerek onardıklarını sanmışlardı; o yüzden şimdi birileri sanki Erdoğan’ı ve Bahçeli’yi ellerinden alıyormuş ve onları anlamsızlık uçurumuna atıyormuşçasına öfkeliler. Ve kopmak istemeyen çocuklar gibi daha da yapış yapış, daha da sımsıkı sarılıyorlar.
Bu durumda eleştiriler eleştiri olmaktan öte varoluş meselesine dönüşüyor. İşte diyaloğun, psikolojinin ve dilin kaybolduğu an! Hiçbir sosyolojik kuramın etkili olamayacağı an! Ayrıca yıllardır değer verdikleri şeyin anlamsızlığı ve yanlış olması, bu partiyi seçen insanları da kötülüğe karşı çıktıkları anda değersiz ve anlamsız yapıyor. Kısacası, bazıları geri dönemeyecekleri kadar batmışlar pisliğe. AK Parti’den kopanlar radikalleşiyorlar, eleştiriler yapıyorlar, partiden, dinden ve politikadan kopuyorlar. Bir yandan çok öfkeliler, diğer yandan önemsedikleri değerlerden uzaklaşıyorlar, politik duruşlarını anlamsızlaştırıyorlar. Bu radikallik aslında onların düş kırıklıklarının derecesi hakkında da fikir veriyor…
Güçlü biriyle özdeşleşerek birleşme, iki kişinin bir araya gelmesi değil ‘bir’leşmesi, yani bir kişi olmasıdır; bu yüzden birleştikleri insanın gücünü kendi güçleri gibi görürler. AK Partililerin çoğu artık kendilerinden çok, ‘Erdoğanlaşmış’ kişilikler! Birçok yerde pervasız davranışları, kendilerini devlet sanmaları, söylediklerinin bir kalıptan çıkmış gibi olması, söylemlerinde bireysel farkların olmaması, aynı tip olmaları… Otonom, bağımsız ve özgür kişiler olmaktan çok bir gücün dişlisi ve parçası gibiler. Erdoğan da mitinglerde kendini aynada görmüş gibi oluyor sanki. Binlerce Erdoğan! Biz bu insanları Erdoğan’a bağlı, aşık ve kendilerini onunla bütünleştirmiş olarak gözlemleriz, ama sanıyorum bu durumun altında başka bir psikolojik dinamik var. Çünkü tarihte yer yer gözlemlediğimiz gibi, bu tür özdeşleşmeyle var olanlar, özdeşleştikleri diktatör ya da otorite zaaf gösterdiğinde hemen onu terk edebiliyorlar. Bu insanlar bir kişiyle bütünleşmiş gibi görünürken aslında ‘otoriteyle’ derin bir özdeşleşme vardır. Sevdikleri şey bir lider, reis ya da başbuğdan çok, bu kişilerde buldukları otoritedir. Burada onların otorite tanımı, özdeşleştikleri kişinin acımasızlığıdır.
Yıllar önce televizyonlarda elinde silah, sağa-sola çatan bir Saddam Hüseyin vardı. Çevresinde de kaba saba ve silahlı, Saddam’ın geçtiği güzergahta “Saddam terörü” estiren tipler vardı… Bu adamlar özel timdi, özel eğitilmişti ve Saddam için gözlerini kırpmadan ölürlerdi! Saddam iktidarı kaybettiğinde ise yeni otorite için ölmek istediklerini ilan ettiler. Savaştıkları Amerikalıların ‘uşağı’ olmak için tutulan listelere adlarını yazdırmak için kuyruğa girdiler. Saddam onları “kandırmış”tı. Kral öldü, yaşasın yeni kral!
Kaddafi de benzer şovlar yapardı. Bu insan olmaktan çıkmış tipler “Kaddafi terörü” estirir ve kendilerini Kaddafi’nin uzamış kolu sanırlardı. Kaddafi ölünce ise boyun eğdikleri yeni otoritenin arkasına takıldılar; birkaç saf özel timcinin dışında çoğu öteki tarafa geçti. Çavuşesku’da da aynı film… Bizde de Erdoğan’ın konvoylarına refakat eden kaba, zalim ve acımasız tipler, kahraman mizanseniyle hızla giden lüks arabaların kapılarına asılan muavinler gibi şov yapan, geçtikleri her yerde zulüm rüzgarı estiren tipler. Bu tiplerden bazıları da vatanı koruma iddiasıyla “özel harekat” güzellemeleriyle şiddeti ve zulmü estetize ediyorlar. Öldürmeyle, hatta “gözünü kırpmadan” insan öldürmeyle övünmek!
Saddam’ın özel harekatçıları taraf değiştirdiğinde çoğumuz onların hain olduğunu, kendi ilkelerine ihanet ettiğini düşündük. Bana göre bu insanlar ilkelerine ihanet etmediler. Onların ilkesi otoriteye itaat etmek, ona boyun eğmek ve böylece otoritenin bir parçası olmak. Diktatör gidince ya da zayıflayınca otorite olmaktan çıktığı için bu askerler kendilerine özdeşleşecekleri yeni bir otorite aradılar. Buldukları otorite (ABD) önceki otoriteden (Saddam) daha güçlü olduğu için, daha güçlü olanla özdeşleşmeyi seçtiler. ‘Güçlü olandan yana olmak’ olarak tarif edeceğim kişilik özelliklerine aslında ihanet etmediler yani. Sadece bindikleri atı değiştirdiler. Hani bir laf vardır, hoşumuza da gider: “Batan gemiyi ilk fareler terk eder!” Bu metaforda farelere kızarız ama ilişkiyi bozan gemidir; terk etme, yarı yolda bırakma ve vefasızlık eylemi gemiden gelir. Saddam güçsüz olarak, yenilerek askerlerini ortada bırakmıştır. Ve ortada kalan özel tim kendisine yeni ve daha güçlü bir uçak gemisi bulmuştur…
Ekim Devrimi öncesi Rusya’yı inceleyen Amerikan tarihçi Buschnell, 1905-1906 yıllarında Rus askerlerin yer yer taraf değiştirdiğini gözlemlemiştir. Psikanalist Arno Gruen bu durumu açıklarken, otoritenin askerlere sembolik de olsa bir güvence sunduğunu, otorite/güç zaafının askerlerde güven sorunu yarattığını, bu anlamda taraf değiştirerek ve güce sığınarak güvence sağladıklarını anlatır. Faşist ve paramiliter örgütlerde bir hiyerarşinin olduğunu, bu hiyerarşinin sistemin bel kemiğini oluşturduğunu biliyoruz. Hiyerarşinin en tepesindekilerin yokluğu, güçsüzlükleri ve zaafları bir boşluk yarattığından, alt kısımdakiler kendilerini konumlama konusunda nasıl davranacaklarını bilemezler. Bu nedenle tarihte bazen sultanların ve kralların ölümleri bile askerlerden saklanmış ve böylece otorite boşluğunun olması önlenmiştir. Başbuğ, reis ve başkomutan ölünce yerine yenisinin çabucak bulunması gerekir; eski düzen yeni liderle sürdürülür.
Bunun psikolojik bir anlamı da şu: Psikolojik strüktür problemi olan insanlar güç sahibi biriyle bütünleşerek, onların strüktürlerini stepne gibi kullanırlar. Böylece içlerindeki strüktür boşluğunu dışarıdaki biriyle özdeşleşerek kapatmaya çalışırlar. Sultan, reis ve führer öldüğünde ya da güçsüzlük gösterdiğinde onlara biat edenler bir hiçlik duygusu yaşarlar. İşte bu hiçlik duygusu zaten onları birilerine yamanmaya itmiştir; otoritenin yitimiyle yeniden bu hiçlik duygusuna düşerler. Bu anlamda en hızlı biçimde yeni bir güç ve otorite arayışına düşerler. Otoriteyle eklemlenen hiçlik, füze takılmışçasına tavan yapar; televizyonlarda ve sosyal medyada hoyratlığın ve görgüsüzlüğün tavan yapması biraz da bu nedenledir.
Bu insanların sistem eleştirisinden kaçmaları, asi olmamaları, yere düşürdüklerine hınçla bir daha, bir daha vurmaları bu kontekstte anlaşılabilir. (Kavala, Demirtaş, Aleviler, Kürtler, Fetöcüler, gavurlar… Her gün sosyal medyada ötekilere yapılan hakaretlerin sonu yok.) Sistem eleştirisi hiçlik anlamına da geliyor. Bazen coşa geldiklerinde devlet ve sistemin zulmü yetmezmişçesine ötekilere vurmaları, birilerine ölüm istemeleri, birilerini yurttan kovma hakkını kendilerinde görmeleri ve “İdam geri gelsin!” naraları da bu çerçeveyle ilgilidir.
Otorite/güç, sonsuz sevilmesinin bonusu olarak taraftarlarına ‘suç işleme özgürlüğü’ veriyor. Bu özgürlük ötekilere yapılan hukuksuzlukla başlayıp adi suçlarla devam ediyor. Karşılıklı asalak ilişkisi bu anlamda suç ve suçluluk üzerinden örgütleniyor. Kendi suçlarını örtmek ve maskelemek için de sürekli yeni ‘suçlu’ gruplar bularak dikkatleri bu gruplar üzerine çekiyor ve böylelikle kirli işlerini yürütüyorlar. Aslında Erdoğan bir politikacıdan çok bir illüzyonist: Dikkatleri bir yöne çekerek bakmadığımız yerde filmler çekiyor; yıllardır gündemi de bu yolla belirledi… Demokrasi, özgürlük ve insan hakları toplumdaki katı hiyerarşinin gevşemesi, insanların otonom bireyler olmaları anlamına geliyor. Gezi’den, Kavala’dan, Demirtaş’tan, Hrant’tan ve Tahir’den bu nedenle nefret ediyorlar: Bu insanların savundukları bireysellik, özgürlük ve demokrasi, otoriter strüktürlerin kalkması gerektiğini çağrıştırıyor çünkü. Bu da ancak ‘bütünleşerek kişi olabilen’ kitleler için bir hiçlik çöplüğü anlamına geliyor…
Kaynak: Artı Gerçek
***Mutluluk, adalet, özgürlük, hukuk, insanlık ve sevgi paylaştıkça artar***