Onu görüyorum. Isla Negra’da (Kara Ada) evindeki geniş terastan denizin gümüşi ışıltılarına, meltemin okşadığı çamlara bakışın dalgınlığında kelimelerin sesiyle ürperiyor. Tedirgin ama neşesiz değil. Aşkla, hayal gücüyle, hurdacılardan topladığı kırık dökük eşyalarla inşa ettiği kütüphanesine dönmek için acele etmiyor. Çalışma masasındaki canlılık, eprimiş defterler, yeşil mürekkepli kalemler, taze kır çiçekleri, küçük bir çerçeveden tebessüm eden Matilde, kum tozlu resimler, hayvan figürleri, porselen şarap sürahileri, sabahın kırık huzmeleri sonsuza kadar orada kalacakmış gibi görünüyor. Meçhul geleceği yabanıl hayvanlar gibi huzursuzlukla seziyorlar ama kötü işaretleri görmüyorlar.
Mathilde, Pinochet’nin 73 darbesiyle başlayan olaylarda Allande’nin öleceğini, onbinlerce Şililinin katledileceğini, bütün halkın eve hapsedileceğini, adil bir hayat beklentilerinin sona ereceğini, bütün bunları o evdeki radyodan dinleyeceğini ve klinikte tek başına yatan Neruda’dan saklamak zorunda kalacağını henüz bilmiyor. Son anında elini tutup bir ceket, gömlek ve ayakkabı giydirdikten sonra onun hoşlandığı gibi üstünde çiçekler olan “sevimli bir tabuta” koyacağını da.
Rita Guibert, birkaç sene evvel 1970’de o evde, terasta, çalışma odasında Neruda’yla günlerce konuştu. Kütüphanede buluştuklarında şair mektuplarını cevaplarken, yeni kitabı için şiirler yazarken, ilk kez 1924’de yayımlanan ve iki milyona yakın satan ‘Yirmi Aşk Şiiri ve Umutsuz Bir Şarkı’ Şili basımı provalarını hazırlarken onu sessizce izliyordu. Şiirlerini sıradan bir deftere yeşil mürekkeple yazıyordu şair.
Son resmi Guibert’in Neruda’yla yaptığı söyleşinin başına yazdıklarından yansıyanlarla görüyorum;
“Öğleden sonra Neruda’nın şekerlemesinin ardından denize bakan terastaki taş sıraya oturduk. Neruda kendi sesinin ardında ‘dalga dalga gelen…o engin denizin’ sesini de kaydeden teybin mikrofonunu eline alarak konuşmaya başladı”.
YAZAR SÖYLEŞİLERİNİ NASIL YAPMALI?
Burada gazeteciliğin yapılabildiği dönemde, söyleşiler için hazırlanırken keşke bu konuşmaların bazılarını dar vakitlere sığdırmak zorunda kalmadan yapabilseydik, derdim biraz üzülerek. Hayatın ve periyodik yayıncılığın dayattığı koşullar böyle bir esnekliğe izin vermiyordu elbette. Bazen gazeteci dostlarıma dünyadan bu tür örnekleri gösterip sonradan kitaba dönüşebilecek bütünlüklü söyleşilerin değerinden bahsettiğimi de hatırlıyorum.
New York’ta gazetecilik editörlük, dergicilik, çevirmenlik yapan, televizyon ve radyo röportajlarıyla da tanınan Arjantinli Rita Guibert’in yedi Latin Amerikalı yazar ve şairlerle yaptığı özel söyleşilerle karşılaşınca sevindim. Birbirlerine pek benzemedikleri halde evrensel edebiyatın ölçüleri, dönemin siyasi çalkantıları, itirafları, suçlamaları, yazarlıklarını besleyen kültürel iklimleri ve keskin tartışmalarıyla buluştukları o renkli kıta, bugün elli yıl sonra hâlâ yazı sanatının ana damarlarını canlı tutuyor.
İyi edebiyat söyleşisi, kıvılcımlı merakıyla muhatabına alan açan, kendini daha iyi ifade etmesi için yüreklendiren, gerekli hatırlatmalarıyla hafızasını tazeleyen, entelektüel çekişmenin geriliminden imtina ederken geride durmayan ve ifade gücüyle kalıcı bir kültürel miras bırakmayı hedefleyen tarihsel bir yaklaşıma sahip olmalı bana göre.
Guibert’in 1968-1971 arasında yaptığı söyleşilerin her birinde beklentimin üstünde samimi bir çaba, açıklık ve ele aldığı meselelerde derinleşme arzusu gördüm. Kitabın çevirmeni Celal Üster, bu söyleşilerin siyasal ve kültürel olayların meydana geldiği dönemde yapılmasının rastlantı olmadığını hatırlattıktan sonra geçerliliklerini korumalarının önemini vurguluyor.
Farklı medeniyetlerden süzülen gelenek, kültür ve İspanyolcanın yazı dilindeki tezahürleriyle olgunluk çağlarının doruğunda buluşan yazarları kişisel bilgilerin yer alacağı söyleşilere ikna etmek kolay değil. “Bu kitap bir bıkkınlıktan doğdu – benim bıkınlığım ve bir kıtanın bıkkınlığından” diyor Guibert. Söze Octavio Paz’dan “Latin Amerikalı, Batı’nın varoşlarında, tarihin kenar mahallelerinde yaşamış bir varlıktır” alıntısıyla başlamasının nedenini sonradan açıklıyor.
Son kırk yıldır bütün dünyada konuşulan yazar-şair Pablo Neruda’nın adı Nobel Edebiyat Ödülü sahibi olarak dünya gazetelerinin manşetlerine taşındığında, Amerikalı bir yazar-editör Neruda’yı daha önce hiç duymamış olduğunu söyleyince, bir başka New York’lu editör de coşkulu yorumlarını kesip “O da kim” diye sorunca şaşırmaktan öte beyninden vurulmuşa dönmüş haklı olarak. Kitabın çıkış noktası, üç kuşaktan yedi büyük Latin Amerikalı edebiyatçının anlatımıyla Latin Amerika’da olup bitenlere dair geniş ve derinlikli bir bakış açısı sunma arzusu.
‘GELENEKLER İLHAM PERİSİDİR’
Neruda, Jorge Luis Borges, Miguel Angel Asturias, Octavio Paz, Julio Cortazar, Gabriel Garcia Marquez, Guillermo Cabrera Infante’yle buluşup karşılılıklı sohbet ediyor gibi hissettiren söyleşilerin dili, hikâyeleri, edebiyata, dünyaya yaklaşımlarındaki farklılıklar ve benzerlikler kuşaklar boyu aktarılan kültürel devamlılığın önemini de hatırlatıyor. Böylece edebiyat, okuru, okuma tarzını, yazara/kitaba bakıştaki zenginliği çoğaltarak kendini sürekli yeniliyor. Bu söyleşiler, “gelenekler ilham perisidir” deyişiyle örtüşen büyük bir edebiyat geleneğini yansıtabildiği için de hedefine ulaşmış.
Bir başka Arjantinli yazar, eleştirmen Ricardo Piglia, edebiyat, hayatın üzerini çizenlerin varlığını mümkün kıldığı bir yerdir; kim bilir, belki de bu yüzden edebiyat yapılıyordur” diyordu, bunun aynı zamanda gülünç olduğunu ekleyerek.
Yazmak, günlük hayatın dilinden sıyrılıp başka tınılarla bütünleşerek derinleşmektir aynı zamanda. Bu söyleşilerde şair ve yazarları çekici kılan dünya görüşleri, sadece eserlerinde değil yalın bir biçimde anlattıkları düşüncelerde de açığa çıkıyor. Hayatın üzerini çizenlerin “çıplak” kaldığı anlarda…
Bu yazarların hemen hepsi hatıratlar da yazdılar. Biyografileri yayımlandı ancak kendi ritmiyle akan berrak söyleşilerin başka türlü bir sesi var. Edebiyatın dışına fazlasıyla taşan derin sohbetleri, bulundukları mekânın atmosferine dahil olma arzusuyla okurken Proust’un deyişini düşündüm;
“Bilgeliğimizin yazarınınkinin bittiği yerde başladığını çok net bir biçimde hissederiz; ondan bize cevaplar vermesini isterken onun bütün yapabileceği bizde arzular uyandırmaktır.”
Proust bunu romanları kastederek söylemişti; iyi edebiyatın büyük sorulara cevap vermediğini düşünüyordu muhtemelen. Bu söyleşilerde yazarların kendi eserlerine, çağdaşlarına, çalışma yöntemlerine, insanlığa, kavramlara, siyasal hareketlere, edebiyata, sanata dair anlattıkları okuyanda hem onları daha yakından tanıma isteği uyandırıyor hem de söylediklerinin etkisiyle ömrünü yazmaya hasretmenin ne anlama geldiğini fazlasıyla hissettiriyor.
NERUDA’NIN BORGES KARŞITLIĞI
Okumaya Neruda söyleşisinden başlamam tesadüf değil. Şair kimliğinden öte anılarında da gördüğüm “açıklığın” konuşma dilindeki yansımasını merak ediyordum. Kapitalizm, sosyalizm, devrimler, kadınlar, yazma biçimleri, şiir formları, kendisine yöneltilen eleştiriler ve yazarlar hakkındaki düşünceleri pek çok şeyin değişmediğini, sağlam ve müdanasız duruşun her dönem önemli olduğu gerçeğini de düşündürdü;
“Ben hiçbir zaman kimseyi sömürmedim. Ama bu kınama büyük servetlere konan insanlara yöneltilmedi. Onların diğerlerinden daha büyük bir refah içinde yaşamaya hakları olduğu düşünüldü. Buna karşılık, benim gibi elli yıldır yazan bir yazar için şöyle deyip duruyorlar; ‘Şuna bakın! Bakın nasıl da yaşıyor. Deniz kenarında bir evi var, şarabın en iyisini içiyor! Şili’de kötü şarap bulmak çok zordur, çünkü Şili şaraplarının hepsi iyidir. Doğrusu, bu günümüz ahmaklarının kopardığı şamatayı zerre kadar umursamıyorum. Bir bakıma toplumumuzun geriliğini, daha doğrusu vasatlığını yansıtan bir durum bu.” Bahsettiği türden vasatlık her daim geçerli.
Neruda’nın samimi cevapları çağdaşlarını da kapsıyor. “Borges’le aranızda bir karşıtlık mı var” sorusunu ironik bir tonla karşılamış;
“Borges büyük bir yazar, hem de nasıl! İspanyolca konuşan bütün uluslar Borges’in varlığıyla gurur duyuyor. Özellikle de Latin Amerikalılar, çünkü Borges’ten önce Avrupalı yazarlara kıyaslanabilecek pek az yazarımız vardı….Hiç kuşkusuz kavga etmeden tartışabiliriz. Ama yazarlar benim düşmanım değil. Benim başka düşmanlarım var…Sırf herkes Borges’le kavga etmemi istiyor diye kavga etmek – bunu asla yapmayacağım. Varsın o bir dinozor gibi düşünsün, bunun benim düşüncemle en ufak bir ilgisi yok. Modern dünyada olup bitenlerden hiçbir şey anlamıyor ve o da benim hiçbir şey anlamadığımı düşünüyor. Demek hemfikiriz.”
‘LORCA’NIN ÖLDÜRÜLÜŞÜ FAŞİZMİN EN BAĞIŞLANAMAZ GÜNAHLARINDAN’
Kitapta yer alan yazar söyleşileri, farklı kuşakları ve gelenekleri temsil etseler de onları buluşturan ortak özellikleri var. Görebildiğim kadarıyla birbirlerini ve diğer yazarları eleştirirken değerlerini ve varlıklarının yazınsal anlamını bir biçimde teslim ediyorlar. (Birkaç istisna hariç). Arka arkaya okunduğunda Latin Amerika edebiyatının neden ve nasıl bu kadar köklü olduğu daha iyi kavranıyor.
Söyleşilerde günlerce birlikte vakit geçirmenin “yakınlığıyla” konuşmanın seyrine göre günışığına çıkan meraklı sorular, dersini iyi çalışan bir gazetecinin titiz hazırlığıyla buluştuğunda hayatın menevişli sürprizleri de akışa dahil oluyor. O esnada “yazar” muhtemelen kendisini de ürpertiyle şaşırtan benzersiz bir ânın içinde yeniden doğuyor. O anları kelimelerin sihriyle kalıcı kılabilmek de gazeteciliğin önemli hasletlerinden bence. Başka bir bölümde itirazına (Cervantes’e dair) şöyle başlıyordu: “Octavia Paz’ın parlak zekasıyla anlaşamadığım noktalardan biri bu.”
Guibert, ölümünden önce Lorca için yazdığı şiirinde onun trajik sonunu biliyormuş gibi yazdığını söylüyor. O anda Neruda’nın çıplak yüz ifadesini görmek isterdim doğrusu;
“Evet böyle bir tuhaflık var o şiirde; her nasılsa ölümünü önceden görmüştüm sanki…gerçekten çok tuhaf çünkü Federico çok mutlu bir insandı, çok neşeli bir adamdı. Onun gibi pek az insan tanıdım. Başarı demeyeceğim, ama yaşama sevgisi Federico’da vücut bulmuştu sanki…Tam da bu yüzden, onun öldürülüşü faşizmin en bağışlanamaz günahlarından biriydi.”
Borges’in görememesine dair yaşadıkları düşünceleri kadar ilgi çekiyor sanırım. Görme özürlü bir yazarın edebiyata, şiire ve siyasete dair büyük anlatılarının arasına insani ifadeler sızdığında konuşma da iklime uyum sağlayarak uysallaşıyor;
“…İnsan görme yetisini yitirdiğinde zaman farklı geçiyor. Eskiden diyelim bir buçuk saatlik bir tren yolculuğuna çıktığımda yol bitmeyecek gibi gelirdi, vaktin geçmesi için bir şey okumam ya da bir şey yapmam gerekirdi. Oysa şimdi hayatımda ister istemez yapayalnız saatler var, yalnız kalmaya ve düşüncelere dalmaya ya da hiçbir şey düşünmeyip yalnızca var olmanın keyfini sürmeye alıştım.” Aşina olunan yazar yalnızlığına pek benzemiyor değil mi?
PAZ’IN MİLLİYETÇİLERİ KIZDIRABİLECEK CEVABI
Octavia Paz söyleşisinden (Her biri yaklaşık yüz sayfa) diğerleri kadar etkileneceğimi düşünmemiştim nedense. 1970’de kişisellikten uzak otel odalarında yapılan, gürültülü bir barda tamamlanan bu konuşma gerçekten baş döndürücü bir okuma tecrübesi oldu benim için. Guibert başlamadan önce söylemiş; “Güçlü Meksikalı kökenleriyle evrensel gerçeğin peşine düşmüş bu şairin yapıtları evrensel tanımını her bakımdan hak ediyor.”
Malum, Paz sadece şair değil. Yazar ve aynı zamanda bir diplomattı. Söyleşiyi okurken, onunla kadın bedeni, erotizmle cinsellik arasındanki fark, aşkın uygarlıklara göre değişen halleri, feminist hareketler, Aztek kültürü, modern toplumlarda romantizm, roman ve şiir arasındaki ince bağlantılar, edebiyatta erotizm, şarap, eleştirmenler, sözlük okuma merakı, sevdiği şairler, çeviri şiirin anlamları, plastik sanatlar, Meksika duvar resimleri, 68 olayları, vasat liderler, öteki Meksika, doğrusal zaman ve daha pek çok mesele hakkında isabetli ve heyecanlı sıçramalarla sohbet ettiğimizi düşündüm.
Paz’ın evrenselliğini belirgin kılan cevaplarından birisini önemsiyorum; “Bir Meksika edebiyatı olduğunu söylemek doğru olur mu?” diye soruyor Guibert. Cevabı bugün bile milliyetçileri kızdıracak kadar sahih;
“Ben Arjantin, Şili ya da Küba edebiyatının varlığına inanmadığım gibi Meksika edebiyatının varlığına da inanmıyorum. İspanyol-Amerikan edebiyatının varlığına da inanmıyorum. Estetik üsluplar ve eğilimler ulusallığı aşar ve sınır tanımaz…Bir İspanyol, Peru ya da Şili üslubundan daha fazla bir Meksika üslubu yoktur. Üsluplar tarihseldir, hiçbir zaman salt ulusal olmamışlardır, duvarları ve sınırları aşarlar. Örneğin, Carlos Fuentes’te çeşitli sesler bir aradadır ve bu seslerden her biri, bu lehçelerin her biri aynı ölçüde onundur. Bu çoğulluk içinde hangisinin Meksikalı, hangisinin yabancı olduğuna nasıl karar verilebilir ki?”.
Neruda, Borges, Austrias, Cortazar, Marquez, Infante; Birbirlerine benzemeyen hatta fikirleriyle çatışan yedi usta yazar, bu örnekte olduğu gibi özgün edebi duruşları ve fikirleriyle edebiyatın ve insanlığın sınırsız zincirine ekleniyorlar.
“FİDEL CASTRO POLİS OLUP ÇIKMIŞ BİR GANGASTER’
Bu olağanüstü derleme, böyle bir yazıya sığdırılamayacak kadar geniş bir kültürel coğrafyada, edebiyatın dokunduğu ve hiç dokunmadığı meselelerin dip sularında itinayla dolaşıyor. Doğrusu, söyleşilerin hakkını vermek için hikâyelerini, suçlamalarını, Latin Amerika kültürünü bütünlüklü kılan unsurları, siyasi tercihlerini, iz bırakan edebi maceralarını ve edebiyata yaklaşımlarını içeren uzun bir sohbet belki daha isabetli olurdu.
Guibert, Nobel ödüllü Guatemalalı yazar Austrias’ın Fransız meslektaşlarına yıllarca söylediğini – “Artık siz bir oturun bakalım, şimdi biz size bir şeyler anlatacağız” deyişini hatırlayınca, Latin Amerikalı yazarları ayrıntılı söyleşilerle sunmanın Latin Amerika ve aydınlarını geniş bir yelpazede yansıtabileceğini düşünmüş. Nihayetinde, hayal ettiğinden fazlasını başarmış bence.
Neruda’yla başlayan ‘Yedi Ses’ en keskin söyleşiyle bitiyor. Kübalı yazar Infante’nin politik açıklamaları, Latin Amerika entelektüellerine dair söyledikleri tartışma yaratmış döneminde. Fidel Castro’yu “polis olup çıkmış bir gangaster” diye tanımlayan yazar “İspanyol dilinde yazılan romana kendi katkınızı nasıl görüyorsunuz” sorusuna kendine has netlikle cevap veriyor;
“Keşke ben değil de başkaları görebilseydi, gelecekteki eğik bir saygısızlık kulesinin temeli olarak. Dokunulmaz, eleştirilemez kişilerden bıktım artık! Edebiyatta, hayatta, siyasette, tarihte ve dilde insani olan hiçbir şey kutsal sayılmasın.”
Söyleşileri okumak için yazarları tanımak, dünya görüşlerine bütünüyle katılmak hatta eserlerini bile sevmek gerekmiyor kanımca. Yazarlara, okumanın mutlak yalnızlığında belli bir mesafeden yaklaşmanın güvenli ve cazip yolu, yarım asır sonra hâlâ canlı ve geçerli duygularına, düşüncelerine özel bir yer ayırmaktır belki. Neruda’nın dediği gibi “edebiyat tarihi insanlık tarihi kadar uzun, şu koca dünya kadar engin” çünkü.
* ‘Yedi Ses’ – Latin Amerikalı Yazarlarla Söyleşiler – Çev: Celal Üster / Can Yayınları
Kaynak: Artı Gerçek
***Mutluluk, adalet, özgürlük, hukuk, insanlık ve sevgi paylaştıkça artar***