Psikanalist Arno Gruen faşizmde olan bir olguya dikkatimizi çeker. Bir kişi kendini var etmek, bir bütün olarak hissetmek için biriyle bütünleşebilir. Bu bütünleşmede bazen iki uç ve zıt duygular olan sevgi ve nefret birbirleriyle iç içe girerler. Bu durum Gruen’e göre, o insanı ya da toplumu farkında olunmadan faciaya sürükler. “Reis, führer, başbuğ için ölürüm!” diye bağıran biri aslında sevgisinin sonsuz ve çok olduğunu anlatmak istiyordur. Ama sevginin bu kadar yoğun olduğu noktada yaşam sevinci ve sevme sevincinin yerinde ‘ölüm’ var! Sevgi ve nefret birbirine karışınca ölesiye sevenler bir süre sonra ölme kısmını ‘ötekilerin’ üzerine yıkarak ve ötekini yok ederek, sadece bütünleştikleriyle sevgi yaşayabiliyorlar. Günlük hayatta da ölesiye sevenler sevgilileri gidince sevgiliyi ya reel ya da sembolik olarak öldürüyorlar. Kadına şiddetin ‘bütünleşerek sevme’ boyutu da var bu yüzden…
İki insan ya da iki grup ilişkilenince aralarında sevgi, saygı, nefret, ayıp ve öfke de ortaya çıkıyor. Yani bazen bu ilişkide antagonist çelişkiler oluşuyor; normal ve olgun ilişkiler bu çelişkilere tahammül ederek olgunlaşır. Sevgi ve nefret iç içe geçip bütünleşince bu çelişkiler ve farklılıklar da ortadan kalkmış gözüküyor ve mesela lider tanrısal, hata yapmaz ve her şeyi doğru düşünen konumuna getiriliyor. Gruen, insan ilişkilerinde çelişkilerin ortadan kalktığını sanma olgusuna “duyguların sapıklaştırılması” (Pervertierung der Gefühle) der. Her şeye rağmen ilişkilerde rahatsız eden duygular ve olumsuzluklar da kaçınılmaz olarak vardır. İşte burada oluşan negatif duygular ‘ötekilerin’ üzerine atılır; kötü, terörist, bebek katili, alçak, hain ve kriz tacirleri hep ötekilerdir. Kötüden hep ötekiler sorumludur ve bu kötü yok edilmeli, ortadan kaldırılmalı, öldürülmelidir!
Adları “özel koruma” olan insanlar, bizde boyun eğmeyen, kararlı ve korkusuz imajı bırakmaya çalışırlar. Halbuki bu insanların direnmeden ve ürkekçe ilk kurban ettikleri şey kendi iradeleri ve vicdanlarıdır. Bunu bir güce/otoriteye teslim olarak yaparlar; bu bağlamda ‘kendi’ dediğimiz yapıyı kendilerinde yok etmiş olurlar. Acımasızlıkları önce kendilerine karşı olmuş, ilk zulmü kendilerine yapmışlardır. Kahramanlık maskelerini çıkardıklarında güce teslim olmuş, sadece güç ile bütünleşerek var olabilen kişiler haline gelmişlerdir. Vatanı, Erdoğan’ı ya da Saddam’ı koruyacağını söyleyen insanların aslında kendi kişiliklerini hiç koruyamadıklarını, kişiliklerini adeta bir emanetçiye bırakır gibi otorite saydıkları güçlere teslim ettiklerini görürüz. Teslim oldukları güç ile dışarı çıktıklarındaki şovlarında etrafa dehşet saçmalarının altında aslında ilk teslimiyeti ve ilk korkaklığı gizleme telaşı vardır. Bütünleştikleri güçle kendilerini yenilmez ve daimi güçlü saymaları bundandır. Kendi boyun eğmişliklerinin oluşturduğu öfkeyi kendileri yerine mazlum halka yansıtmaları da bu yüzendir. Bu toplumun ötekileri, en savunmasız ve en masumları bu öfkeye adres seçilir. Kendi çocukluklarındaki, en masum anlarındaki teslim olmaların intikamı masum insanlardan alınır. Kendi içlerinde, bu kadar aşağılanmış olmayı bağışlayamayan bir yan da vardır. O her istediğini yapabilen, rahat ve güçlü görünen kişilik maskesinin altında bir “emir kulu” vardır. Söyleneni yapan, kişiliği, iradesi olmayan bir ‘hiç’ vardır. Zaten bu öldürücü hiçlik duygusundan kurtulmak için güçlü olanla bütünleşmeye çabalar. Emir kulları aslında inançlı da olsa, namaz da kılsa artık Allah’ın kulu değildir. Güç ekseni de yer değiştirmiştir. Başkalarını korkuyla kul yapmaya çalışmaları, ‘Başkalarını kendime kul yaparsam kulluktan kurtulur, ben de efendi olabilirim!’ umudunu taşır. “Canım reise feda!” diyenin aslında kendisine ait bir canı asla yoktur. İşte bu canın olmaması, ama rolünün dışına çıktığında aramızda insan gibi dolaşması onu zombi olmaktan kurtarmıyor. İlk uyumsuzlukta “Sen benim kim olduğumu biliyor musun?”u bu yüzden sorar. Maskesiz dolaştığında ‘hiçbir şey’dir. Bu soruyla tehdit ederek maskesinin anlamını da vurgular.
‘KURTAR BENI, TUT ELIMDEN ABI!’ KONSEPTI
Çocukların fantastik, gerçeklikten uzak masalsı bir dünyaları var; sorunlarına basit çözümler bulabiliyorlar. Bu masalsı anlatıda anneleri en güzel ve en iyi kadın, babaları da en güçlü adam. Büyümek aslında bir düş kırıklığıyla baş etmeyi de öğrenmek anlamına geliyor: Annenin en güzel kadın olmadığı gerçeğini kabul etmek ve onu başka değerler üzerinden sevmek; aynı zamanda babanın çok da güçlü olmadığını anlamak, babayı baba yapan değerlerin aslında sadece güçlülükle ilişkili olmadığını kabul etmek… Bizim kültürümüzde durum pek böyle değil. Anne-babaya çocuğun yüklediği anlamlar gerçeklik karşısında anlamsızlaştığında biz anlam kaydırması yaparak bu çocukça tutumu ve hayali ayakta tutabiliyoruz: En güzel ve en güçlüler hala var ve bunlar, benim kültürümün bana sunduğu kişiler! Bizim Boz Atlı Hızır’ımız, meleklerimiz, şeyhlerimiz var. Malkoçoğlu’muz, Ulubatlı Hasan’ımız, Niğbolu önünde “Yettim bre Doğan!” diye haykıran Beyazıt’ımız, Muhammed’imiz, Atatürk’ümüz, Erdoğan’ımız var. Bilmem ne türbesine felçli gidip sonra da köyüne koşarak dönme anlatılarımız var. Gavuru dize getiren kahramanlarımız, her duruma uygun dualarımız, her derde göre keramet sahibi türbelerimiz var… Kısacası, aslında biz çocuklar gibi sihre inanan insanlarız. Erdoğan “kardeşinize oy verin, ötesine karışmayın” dediğinde “abiliğe” aday olduğunu, seçmenlerin her sorununu çözeceğini söylüyor ve mucize vaat ediyordu. İnsan zekası, düşünme, refleksiyon, duygulanım bu kadar aşağılanabilir… Mucize vaat edenler taraftar bulmakta zorlanmıyor… Küresel ısınma sorununu arkasında taktığı insanlarla yağmur duasına çıkarak çözeceğini sanan diyanet işleri başkanı var bu ülkede. Erdoğan’ın diploması yokmuş, anladık, ama bu başkan bir profesör…
Bu sihirli çocuksu kurgu, ‘düşünme’ sanılıyor ve bu düşünme değil de aslında ‘inanç’ olan bu durum politik arenada da kendini gösteriyor. Bizim kriz dönemlerinde ve çaresizlikte sorun çözme yöntemimiz bir mucizeye, bir keramete, bir kurtarıcıya dayanır. Bir reis, bir başbuğ gelecek ve bizi kurtaracak, dertler bitecek! Yani biz toplumu dönüştürecek ve sorunları çözecek bir konsept ve bir ekip aramaktan çok, masaya yumruğunu vuracak, düşmana meydan okuyacak, bir sihirle sorunları çözecek ve mucize yaratacak bir şef, hatta aslında bize sevimli gelecek bir diktatör arıyoruz. Bizim bu tutumumuzda strüktürel bir sorun var. Kimi seçersek seçelim, bu beklenti ve strüktürlerden ötürü o da bir gün sevimsiz ve acımasız olabiliyor.
YAPISAL SORUN
Mısır’da gezideyim. Çeşitli ülkelerden, çeşitli yaşlarda, farklı cinsiyetlerde, farklı diller konuşan, farklı etnik ve dinsel kültürlerden gelen insanlar, orada otelde duran bir sebilden sularını içiyorlar. Yan tarafa konulan plastik bardakları kullanıyor, çöpü de yandaki çöp kutusuna atıyorlar. Strüktürü öyle kurguluyorsunuz ve oradaki insanların tamamına yakını, beklenen davranışı ve sorun çözme (susuzluğu giderme) yöntemini kullanıyor… Başka bir örnek; sinemaya gittiğinizde koltukların tek yöne ve yan yana konulduğunu görürsünüz. Bu strüktür nasıl ve ne yana oturacağınızı ve yanınızda oturan kişiyle aranızdaki mesafeyi belirler. Sinemada genelde kimse arkaya doğru oturarak makiniste bakmaz…
Dilsel strüktürler, kültürel sorun çözme yöntemleri bizi sıkça aynı yere getiriyor. Askeri darbeler ve halka belirli aralıklarla yapılan zulümler, sanki meselenin parti ya da önderlik meselesi değil de strüktürel bir sorundan kaynaklı olduğunu söylüyor. Modernleşme, insanların partiler üzerinden yaşam biçimlerini seçmeleri ve bu seçilenlerin bir ekip olması anlamını da taşıyor. Günümüzde Pascal, Freud ve Marx gibi insanların çıkamamasının bir nedeni de, artık başarının bir ekip işi olması, bir ekibin projesi olması gerçeği. Türkiye’de ise hala bir Mesih, yeni bir kurtarıcı arayışı var. Erdoğan’ı sevmeyenlerin “Atatürk gelse” ve “Atatürk olsa hemen çözerdi!” söylemlerinin ya da başımızda bir halifenin olmayışına hayıflanmanın altında bu strüktürel mesele var. Akşener ve Kılıçdaroğlu’nun ne dediklerinden çok, “masaya yumruğunu vuramayacak” olmaları meselesi. Yani sonunda diktatör olabilecek yeni bir lider aranıyor acilen! Bu lider iyi niyetli, iyi bir insan olabilirler ama bu yapı onları dönüştürüyor, canavarlaştırıyor. Erdoğan’ın ve Soylu’nun on beş yıl önceki hallerine, konuşmalarına ve tavırlarına bakın, bir de şimdi geldikleri yere…
Erdoğan’ı istemeyenlerin çoğu başka bir Erdoğan peşinde aslında. ‘İyi bir Erdoğan’ olunca sorun çözülür sanıyoruz; Demirtaş başka bir profil çizdi, başına gelenleri görüyoruz. Erdoğan’ın son yıllarda rakiplerine yaptığı ve yandaşlarına anlattığı hikaye şu: Bu ülkede tek Erdoğan benim, başka Erdoğan/kahraman aramayın! Muhalefet liderlerini değersizleştirmeye çalışması, bu insanları karikatürize etmeye ve gülünç duruma düşürmeye çalışması bu amaca hizmet ediyor; bu insanları soytarılaştırmak! ‘Bu ülkede gavura meydan okuyacak Kara Murat benim; diğerleri komik figürler!’ Demirtaş’ı karikatürize etmeyi başaramadığı için yakasını bırakmıyor… Tüm bu hikayede Erdoğan aslında kendisi çoktan bir karikatür oldu. Diğer liderlerin kurtarıcı olmasını tartışmalı hale getirince halka ‘Benden başka sizi kurtaracak kişi yok’ diyor, ‘bana mahkumsunuz, elinizdeki en iyi malzeme benim!’ Bu kadar krize rağmen muhalefetten kimsenin öne çıkmaması ve toplumu sürükleyememesi biraz da bu nedenle. “Bay Kemal”, “Bu herif Alevi ya!”… ‘Buna karşın, kriz var, yoksulluk var, biraz rüşvet, biraz kokain, biraz tecavüz, biraz hırsızlık var ama elinizde benden iyisi de yok! Benim dışımda seçeneğiniz yok!’ Halk ‘Erdoğan’ın yerine kim?’ sorusuna henüz yanıt bulmuş değil.
Tatil için Türkiye’deydim. Musluğu tamire gelen 50 yaşlarındaki adam işini yaptığı sırada çocuklarını zorlukla okuttuğunu anlatırken, ‘şükür’ demenin erdeminden sonra, “Elimden biri tutsa bir şirket kurarım” diye devam etti ve birkaç dakika sonra milyarder oldu! Tek sorun, elinden tutan birinin eksikliği, o mucizenin, mucize adamın bulunamayışıydı. Babaları ve anneleri çocuklarının ellerinden tutmuş parka giderken görmek normaldir. Ama 60’ına merdiven dayamış birinin ‘elimden tutsalar’ beklentisi normal geliyor mu? Torunlarını parka götürmeye hazırlanan birinin ‘Elimden tutun abi!’ projesi… Bu adam AK Partili. Kendisinin elinden tutacağını söyleyen, gavurlardan daha üstün biri olduğunu anlatan, mucize sözleri (“Uzaya gideceğiz, Avrupa’yı geçtik, yerli tren geliyor, gaz bulduk, benzin yolda…”) veren birinin peşinden gitmesi normal değil ama şaşırtıcı da değil. Size bir sosyal deney sorusu… Terapistlerin hastalarının arzularını anlamak için sordukları bir soru vardır. ‘En çok istediğiniz üç şey, ya da tatile gitseniz yanınıza ne almak istersiniz?’ gibi. Siz de çevrenize ‘Piyangodan para çıksa ne yaparsın?’ diye sorun. Çoğu birkaç dakika sonra milyarder oluyor ve çok mutlu oluyorlar. Size de kapitalizmde bu kadar kısa zamanda bu kadar zengin olabilmek mucizevi gelmiyor mu? Narsisizm böyle bir şey işte…
Yapısal sorunun bir de tarihsel boyutu var. Osmanlı’nın modernleşme dönemiyle başlayan süreçte, Avrupa ile yapılan karşılaştırmalarda ortaya çıkan gerilik, yer yer bir aşağılık kompleksine dönüştü. Bu kompleksle uğraşırken bazen saldırgan bazen de savunmacı olan tutumların bilinç ötemizde bıraktığı izler var. Ayrıca, yaşadığımız coğrafyada dökülen kanlar da kültürümüze yansıyor. Bu ülkenin Ermenilerine ne oldu? Cumhuriyet’in doğum özürleri de bu yüzden strüktürel sorunlar gibi görünüyor… Travmatik kültürlerimiz ve travmatik kimliklerimiz var. Kimimiz fail, kimimiz mağdur geleneğinden geliyoruz ve bu gelenekleri de sürdürüyoruz. Geçmişteki travmalarla yüzleşmemek, yüzleşmekten kaçmak kimliğimizin en belirgin yanı ve bu strüktürel bir probleme dönüştü; çünkü hissetmenin ve düşünmenin normalleşmesini engelliyor.
BIR SAVUNMA MEKANIZMASI OLARAK APTALLIK
Bazen sosyal çevremdeki insanlar, ‘Bu kadar olandan sonra insanlar nasıl hala bu partilerin ardından gider?’ sorusuna yanıt arıyorlar. İktidar ve yandaşlarına baktığımızda bu insanların genelde çapsız, bilgisiz, kaba ve görgüsüz olduklarını görürüz. Yıllardır insanların “liyakat” çağrıları bu nedenle. Ortada görünen insanlara bakınca, normal koşullarda bu insanların bilgi ve becerileriyle o konumlara gelmeleri imkansız gibi. İşte hak etmedikleri halde bu konuma gelmeleri ya da getirilmeleri bu insanları, bu konumlarını ölesiye korumaya endeksliyor. Burada argümanların anlamı kalmıyor. Yıllarca taşralı ve gecekondulu çocuklar, kentlilerin ve “beyaz Türklerin” aşağılamalarıyla özdeşleşerek derin bir aşağılık kompleksi edindiler. Bu komplekse tepkileri, sosyal kıskançlık üzerinden kendilerine bir yol bulmak oldu. Biraz İslam ve fazlaca ırkçılık kokan, yer yer antikapitalist ve antiemperyalist bir yol. Bu ideoloji ve inanç aslında bir maske; hem kendilerini hem de çevrelerini aldatmak için. Asıl mesele aşağılanmış olmanın narsistik incinmesini kin ve öfkeye dönüştürmüş olmaları; “kinci nesil” konusu bu duruma ilişkin. Bununla birlikte, daha önce kendilerini aşağılayan insanları aşağılamaları bu kin ve öfkelerini dindirmiyor. Çünkü derinlerdeki yetersizlik, hiçlik ve değersizlik duygusundan kurtulamıyorlar. Onlar da liyakat üzerinden bulundukları konuma gelmelerinin imkansızlığının içten içe farkındalar…
Bu kadar insan neden hala Erdoğan’ın peşinde? Erdoğan’ı seçen herkes pastadan aynı oranda pay alamıyor, hatta bazıları hiç alamıyor; buna rağmen neden hala oradalar? Alman düşünür Ludwig Wittgenstein’ın geliştirdiği ve bazı psikanalistlerin de şizofreniyi açıklamak için kullandıkları bir kavram var: “Özel dil”. Bu kavramla Wittgenstein bir fenomene dikkat çeker: Sadece konuşanın anladığı, bir kişiye özgü, öznel bir dil. Bu diyalog biçiminde sanılan ve yaşanan bir monologdur aslında. Dualar gibi… Dua eden bir insanın biriyle konuştuğunu sanırsınız, ama etrafta kendinden başka kimse yoktur ve diyalog gibi görünen şey aslında bir monologdur. İnanan insan için aslında dua tanrıyla bir diyalog olarak kurgulanır. Wittgenstein’ın kavramını kullanan psikanalistlerin analojilerinde şizofrenlerin de özel bir dili olduğu, bu dili normal insanların anlayamadığı ve deşifre edemediği, bu anlamda şizofrenlerin “özel dil” kullandıkları görülür. Mesela kendini İsa sanan bir kişinin İsa olduğunu sadece kendisi söyler ve bu söylediğine sadece kendisi inanır. Bazen AKP’lilerin konuşmalarını dinleyince sanki Wittgenstein’ın özel dilinin gruplar için de geçerli olduğunu, bazı grupların sadece kendilerinin söylediği ve sadece kendilerinin inandığı bir özel dillerinin, özel realitelerinin olduğunu, bu realitenin aslında masalsı bir anlatı olduğunu düşünüyorum: “Dünyayı yendik, Avrupa bizi kıskanıyor, gaz çıkardık, yerli otomobille uzaya bile gideriz, Reis keramet gösterdi ekonomik kriz bitecek, doları kündeye getirdik…” Realiteden korkan insanların realiteden kaçmak için buldukları masallar. Çocuklar da realitenin zorluğunun sürüklediği çaresizlikten kurtulmak için masallara kaçarlar. Çocuklar masalların gerçek olduğunu sanırlar. Bir de deliler. İsa olduklarına sahiden inanırlar…
Sigmund Freud’un kızı Anna Freud, savunma mekanizmalarını toparlayıp sistematik bir hale getirdi. Savunma mekanizmaları iç çatışmalardan ve realiteden kaçmak için kullandığımız, bizi rahatlatan çözümlerdir. Anna Freud söz etmese de, ben aptallık gibi görünen şeyin bir savunma mekanizması olduğunu söylüyorum. İnsanlar iç çatışmalar, iç sıkıntılar ve realiteden kaçabilmek, realiteyi görmezden gelmek için aptallığı bir savunma mekanizması gibi kullanıyorlar. Yaşanan bu kadar gerçeklik ortadayken hala bu iktidarı savunan insanların sanki aptalmış gibi görünmesinin altında bu savunma mekanizmasının olduğunu söylüyorum. Freud’un altını çizdiği unutmalar, dil sürçmeleri ve hataları sıkça yapanların da sanki aptalmış gibi bir intibaı bırakmasının altında bu savunma biçimi var… Bu savunma mekanizmasıyla kendi kurgu gerçekliğinizde yaşar, realiteyi inkar edersiniz. Bu yaşanan zulmün ve sefaletin de böylece sorumluluğundan kaçtığınızı sanırsınız. Bu kadar yetişkin insanın masallara bu kadar inanmaları bana göre bu durumla ilişkili.
Aptallığın bir başka avatajı algılamadığınız, üzerine kafa yormadığınız sorunlar yokmuş hükmünde. Kendinize seçtiğiniz reise aynı zamanda düşünme, sorun çözme, vicdanınızı emanet ediyor böylece olanlardan da kendinizi sorumlu hissetmiyorsunuz.
Ağzımdaki baklayı çıkarırsam: Bu kadar mucize aramak yaşantımızdan hiç hoşnut olmadığımız anlamına da geliyor. Biz ölülerden bile medet umup dualar edebiliyoruz. Hal bu! Yaşadığımız dünyayı el birliğiyle değiştirmek yerine birileri gelip hayatımızı değiştirsin istiyoruz… Halbuki kurtarıcıdan çok bir projenin, bir dönüşümün derdinde olmak gerek. Bu da yeni strüktürler oluşturmak ve yeni bir dil bulmak anlamına geliyor.
Kaynak: Artı Gerçek
***Mutluluk, adalet, özgürlük, hukuk, insanlık ve sevgi paylaştıkça artar***