YORUM | VEYSEL AYHAN
(Nübüvvet ve Devlet Yazıları-37)
“Asabiyet (Irkçılık), bir kişinin kavminin
haksız davranışına arka çıkmasıdır.” (Müslim)
Hz. Bediüzzaman siyaset ve politikayı Şeytan’a benzetir. Bunun sebebini sadece Ankara ve İstanbul’da yaşadığı olaylardan ibaret görmemek lazım. İslam tarihini, özellikle Hulefa-yı Raşidin sonrasını onun kadar net bir şekilde analiz eden ve dersler çıkaran bir başka isim göstermek zordur.
Siyaset ve devlet idaresi hemen her dönem baştaki şahısların egemenlik mücadelesinden ibaret olmuş. Eğer dini kimlik öne çıkmışsa bu mücadeleden en büyük yarayı Müslümanlık almıştır.
Kerbela’da, Cemel vak’asında ve Sıffin’de her iki tarafta Müslümanlar vardı.
İçlerinde dini, siyasi hedefleri için istismar edenler vardı.
Hz. Ali bir savaştaydı ama Muaviye’nin askerleri susuz kaldığında onlara Fırat’tan su alma izni verecek kadar âlicenap bir insandı.
Bir tarafta bu centilmenlik diğer tarafta Kur’an sayfalarını mızrakların ucuna takacak kadar Kur’an’ı siyasete alet eden bir kitle vardı.
Ankara savaşına gelelim. Yıldırım Bayezit-Timur savaşında da her iki tarafta Müslümanlar var.
Biz doğal olarak Bayezit taraftarıyız.
Peki bunda kriterimiz Müslümanlık mı, yoksa milliyet mi?
Timur, “Kendim için bir şey istemiyorum. İslam için cihat edeceğim” diye yemin ederek yola çıkmış bir sultan. Orta Asya göçebelerinin Müslümanlaşmasında önemli hizmetleri olduğu biliniyor. Etrafındaki ulemaya bakalım. Bir yanında büyük allame Seyyid Şerif Cürcani var. 18 yıl Semerkant’ta “Başmüderrislik” yapıyor. Diğer yanda Timur’a kazaskerlik de yapan eserleri yüzyıllarca medreselerde okutulan Saadettin Teftâzânî var. Türk edebiyatında önemli katkıları olan Ali Şir Nevai o dönemin insanı. Batılıların “Timur Rönesansı” diye tabir ettikleri bir zaman diliminin sahibi. Timur, bu kadrolarla şimdiki Türkiye’nin 6 katı büyüklüğünde bir coğrafyada 130 yıl hükmetmiş.
Yıldırım Bayezit kim?
İstanbul’u kuşatmış, başarılı olmasa da Bizans imparatoru Manuel’e İstanbul’da bir Türk mahallesinin kurulması, cami inşası ve kadı tayin edilmesini dikte edebilmiş bir padişah. Bunlarla o zamanki Kostantinapol’de İslam’ın tanınmasını ve “Osmanlı sarığının frenk serpuşuna tercih edilmesi”ni sağlamış bir padişah. Haçlılara Niğbolu zaferiyle göğüs germiş, devletin topraklarını bir milyon kilometrekareye çıkarmış. Çevresinde başta Emir Sultan olmak üzere çok önemli alimler var.
Her ikisi de Müslüman. Hatta bazı tarihçiler sadece siyasi açıdan değil ahlâki açıdan da Yıldırım Bayezid dönemini “Kırılma Dönemi” olarak tasvir eder. Cevdet Paşa’nın aktardıkları doğruysa bu dönem tepeden tırnağa kısa bir “Lale devri” yaşanmış. Hoca Sadeddin bu konuda şöyle demek zorunda kalmış: “Nefsini zapta malik olmayan helak olur. Böyle bir kimse için zabt-ı memalik mesleğine salik olmak müyesser değildir. Riyaset makamına geçecek kimse önce nefsini ıslah etmelidir.”
Sonuç olarak ortada iki hükümdarın dini duyarlılıkla yola çıktığını ilan ettiği bir siyasi egemenlik savaşı var. Bu mücadeleyi “İslam”ın savaşı olarak görmek ve Müslümanlık üzerinden okumak doğru mu?
“Asabiyet (Irk, milliyet) duygusuyla öfkelenen, asabiyet uğruna savaşırken veyahut asabiyet davası güderken körü körüne açılmış bir bayrak altında ölen kimsenin ölümü cahiliye ölümüdür.” (Müsned)
Bu hadise göre Müslümanlığın mızrakların ucuna takıldığı savaşlara iştirak etmek mi doğru yoksa böyle bir savaştan Şeytan’dan kaçar gibi kaçmak mı?
“Nübüvvete veraset”i temsil edenlerin içine dahil olduğu iç siyasi mücadelelerde kader daima onların mağlubiyetine hüküm vermiş. Çünkü siyaset arenası sahabi ve Ehli Beyt yolunun takipçileri için yanlış ve uzak durulması gereken bir alan.
Bediüzzaman Ankara’ya gittiğinde iki grup iki fikir cereyanıyla karşılaşır:
“O gizli münafık zındıkların garblılaşmak bahanesiyle, siyaseti dinsizliğe âlet yapmalarına mukabil, bir kısım dindar ehl-i siyaset dini siyaset-i İslâmiyeye âlet etmeğe çalışmışlardı. İslâmiyet güneşi yerdeki ışıklara âlet ve tâbi olamaz. Ve âlet yapmak İslâmiyetin kıymetini tenzil etmektir, büyük bir cinayettir.”
İlki devleti seküler ölçülerle kalıba sokmak isteyenler, ikincisi dindar olup, devleti dini hassasiyetler göre dizayn etmek isteyenler. Bediüzzaman ikisini de benimsemez, dini bir devlet arayışı olan Şeyh Said’e de destek vermez.
Ankara’da Mustafa Kemal ile görüştüğünde kendisine milletvekilliği ve “Şark Umumî Vaizliği” teklif edilir. Bediüzzaman tıpkı ilk asırlardaki selefleri gibi (Bkz: 29. bölüm) devletten uzak durmayı tercih eder ve kabul etmez.
Halbuki “Şark Umumî Vaizliği” ile her şehre gidip halkı irşat edebilirdi. Ama “Şark Umumî Vaizliği” veya milletvekilliği ile devlete eklemlenmek devletin gayri meşru faaliyetlerini savunmak zorunda bırakırdı. Bu kabul, tıpkı şu son Yezidler döneminde Diyanet İşleri Reisi olmak gibi bir şey olurdu.
Bediüzzaman’ın tercihi ilk Yezidler döneminde yaşayan Ebu Hanife ve İmam-ı Şafii’lerin tercihiydi. (Bkz: 30. Bölüm)
Siyasete uzak duruşunu şöyle açıklıyor:
“Denilmiş: ‘Niçin siyasetten çekildin, hiç yanaşmıyorsun?’
Elcevap: Dokuz on sene evveldeki Eski Said, bir miktar siyasete girdi. Belki siyaset vasıtasıyla dine ve ilme hizmet edeceğim diye beyhude yoruldu. Ve gördü ki, o yol meşkûk ve müşkülâtlı ve bana nisbeten fuzuliyâne, hem en lüzumlu hizmete mâni ve hatarlı bir yoldur. Çoğu yalancılık; ve bilmeyerek ecnebî parmağına âlet olmak ihtimali var.”
Sonraki yıllarda ortaya çıkan İslamcı akımların faaliyetlerinin “siyasi kısmı”na uzak durur:
“Risale-i Nur’un mensubları, içtimaî ve siyasî cereyanlara karışmak istemiyor. Yalnız Sebilürreşad, Doğu (Necip Fazıl) gibi mücahidler iman hakikatlerini ehl-i dalâletin tecavüzatından muhafazaya çalıştıkları için, ruh u canımızla onları takdir ve tahsin edip onlarla dostuz ve kardeşiz; fakat siyaset noktasında değil. Çünkü iman dersi için gelenlere tarafgirlik nazarıyla bakılmaz. Dost-düşman derste farketmez. Halbuki siyaset tarafgirliği, bu manayı zedeler, ihlâs kırılır. Onun içindir ki, Nurcular emsalsiz işkencelere ve sıkıntılara tahammül edip Nur’u hiçbir şeye alet etmediler. Siyaset topuzuna el atmadılar.”
Bediüzzaman’ın Necip Fazıl için “dostuz ve kardeşiz; fakat siyaset noktasında değil” diyerek Siyasi İslamcılığa daha o tarihte mesafe koyması oldukça önemli.
O, siyasi iltisakı veya taraftarlığı toplumun diğer kesimlerini kucaklamaya engel olarak görüyordu.
“Bu halin bir hikmeti şudur ki; hakaik-i imaniyeye müştak ve memuriyet mesleğine giren birçok zâtları, bu hakaike endişeli ve tenkidkârane baktırmamak, onlardan mahrum etmemek için, Cenab-ı Hak kalbime siyasete karşı şiddetli bir kaçınmak ve bir nefret vermiştir… Benimle temas eden bütün dostlarım bilirler ki, siyasete değil karışmak, değil teşebbüs, belki düşünmesi dahi esas maksadıma ve ahvâl-i ruhiyeme ve hizmet-i kudsiye-i imaniyeme muhaliftir ve olamıyor.”
Dindar insanların dini korumak için devletten medet ummasını ise şöyle değerlendirir:
“İnkılab-ı siyasî cihetiyle dininden havf eden adamın dinde hissesi, beytü’l-ankebût gibi zayıf düşmüş; cehalettir, onu korkutur, takliddir, onu telaşa düşürttürür. Zira, itimad-ı nefsin fıkdanı ve aczin vücudu cihetiyle, saadetini yalnız hükûmetin cebinden zannettiğinden, kalbini, aklını da hükûmetin kesesinden tahayyül eder, korkar.”
Bu uyarı fevkalade önemli. Bediüzzaman herhangi bir ‘inkılâb-ı siyasî’den (siyasi gelişmeden) dine zarar vereceği için korkmayı inanç zaafıyla açıklıyor. Bu türlü korku taşımayı “O kişinin dinde hissesinin örümcek yuvası gibi zayıf olmasıdır” cümlesiyle ifade ediyor.
Siyasetle ilgili son kanaati sosyolojik bir tespittir: “Siyaset, efkârın âleminde bir şeytandır; istiâze edilmeli” der ve şu manzumeyi ekler:
Siyaset-i medenî, ekserin(çoğunluğun) rahatına feda eder ekalli.(azınlığı)
Belki ekall-i zalim (zalim azınlık), kendine kurban eder ekserîn-i avâmı.”
Son cümlesi bugünlere ışık tutuyor: Zâlim azınlık, halk çoğunluğunu esir alabilir.
İşte bu sebeplerle Bediüzzaman, “Nübüvvete veraset” mefkuresiyle yola çıkanlara; bilim, sanat ve teknoloji ile örgülenmiş siyasetten uzak bir hedef gösteriyor:
“Elbette nev’i beşer âhir vakitte ülûm ve fünuna dökülecektir. Bütün kuvvetlerini ilimden alacaktır. Hüküm ve kuvvet ise, ilmin eline geçecektir… Bizim düşmanımız cehalet, zaruret, ihtilaftır. Bu üç düşmana karşı san’at, marifet, ittifak silâhıyla cihad edeceğiz”
Müslümanların yanına uğramadığı üç kelime: “San’at”, “marifet” ve “ittifak”.
Bediüzzaman bunları anlatırken Müslümanların aslî hedefinin siyasi başarılar olmadığını tek hedefin “i’lâ-yı kelimetullah” (Allah’ın yüce adını her gönle duyurmak) olduğunu vurguluyor.
Ayrıca maddi olarak gelişmeyi, insanlığa keşif ve icatlar sunmayı “i’lâ-yı kelimetullah”ın bir rüknü olarak kabul ediyor. (Bkz: 35. Bölüm, En acı gerçekler).
Tersinden söylersek “Sanatta, teknolojide geri kalırsanız insanlara Allah’ı anlatamazsınız, dininizi yükseltemezsiniz” diyor.
Dünya, ülkesinden sürülmüş bir mülteciye sempati gösterebilir. Kapıya gelmiş bir dilenciyi güler yüzle karşılayabilir ama kimse bir mültecinin veya dilencinin dinine girmeyi aklından geçirmez. Bu sebeple de Bediüzzaman “İ’lâ-yı kelimetullah’ın bu zamanda en büyük sebebi maddeten terakki etmektir” diyor.
Sonraki yazı: Şeytanın diğer iki boynuzu
Türkiye’de bu haberi engelsiz paylaşmak için aşağıdaki linki kopyalayınız?
Kaynak: Tr724
***Mutluluk, adalet, özgürlük, hukuk, insanlık ve sevgi paylaştıkça artar***