Barış İçin Akademisyenler bildirisi yayınlandıktan sonra elbette sadece iktidar aygıtı tarafından yönlendirilen hukuksuz saldırı kampanyasına şahit olmadık, hem bildiriye ve hem de ondan daha çok imzacılara destek yağmuruna da şahit olduk. Aslında tartışma, 15 Temmuz darbe girişiminden sonra inşası hızlanan “yeni rejim”in temel taşlarının döşenmesi yönünde ilerledi; 7 Haziran seçimlerinden önce oluşan demokratik ortamın davranışları henüz tamamen ortadan kalkmamıştı, 1 Kasım seçimlerine giderken sergilenen şiddetin ürkütücü yanlarına rağmen.
Hasılı, bildiriyi ilk başta imzalamaktan imtina eden birçok akademisyen, imzacılar aleyhine başlatılan saldırı kampanyasına tepki göstererek imzacı oldu, neticede 21 Ocak 2016’da bildiri 2212 imzayla TBMM’ye sunuldu. Bir yandan tutuklamaya varan adli işlemler yürütülüyor, öte yandan istifaya zorlama, görevden alma kararları birbirini takip ediyordu. Üniversiteler idari süreçleri işletirken kimi “uyarı”, “kınama” cezası talep ediyor, kimi ihraç istiyordu. İstekler uyumsuzdu çünkü hukuka göre değil, iktidarın paşa gönlüne göre şekilleniyordu.
‘AKADEMİK POGROM’
15 Temmuz darbe girişiminden sonra yürürlüğe konulan OHAL sürecinde Kanun Hükmünde Kararnamelerle 406 kişi ihraç edildi. Pasaportlarına el konuldu. Kamuda çalışmaları ve akademisyen olarak mesleklerini yapmaları ömür boyu yasaklandı. Yapılanlara bizzat iktidar mahfillerinde “medeni ölüm” adı verildi, barış imzacıları dahil KHK ile atılanlar için siyasal tarihin en utanç verici vecizelerinden biri yumurtlandı: Ağaç kökü yesinlerdi. Onlar artık “yurttaş” niteliğini haiz değildi, yeni rejim yeni yurttaş istiyordu, yeni akademi yani savaş akademisi istediği gibi. Yeni yurttaş sadece iktidarın her işine evet diyen yurttaş olacaktı, kalanlar “ihraç edilecek”ti.
İhraç, dışarı çıkarma demek. Harcamayla aynı kökten. İhraç edilenler, yeni rejime uymadıkları için bir kalemde harcananlardı aynı zamanda. Serdar Tekin, TİHV Akademi için hazırladığı “Barış İçin Akademisyenler Vakasının Kısa Tarihi” isimli metinde “akademik pogrom” terimini kullandı.
Gerçekten de sürece hakim olan adaletsizliği anan bir çok kişi, bugünlerde biri dizi film nedeniyle yeniden güncelleşen 6-7 Eylül olaylarına benzetmeye kadar vardırıyor meseleyi. 6-7 Eylül pogromu, yurttaş olmalarına rağmen “yabancı” sayılan, doğaları gereği hain kabul edilen ve dolayısıyla yok edilmek istenen Hıristiyan ve Musevilere yönelik planlı bir gasp, yağma ve talan saldırısıydı. Hıristiyan ve Museviler “eksik yurttaş”tı çünkü, Müslüman-Türk olmayarak yurttaşlık haklarından kısıtlanmışlardı. Eksik yurttaşlara yönelik saldırı devleti hiç mutsuz etmemişti, neden etsin zaten planlayan kendisiydi. Barış Akademisyenleri’nde de sivil şiddet de sahneye davet edildi, pratikte işe koşulması gerekmediyse de.
BAĞIMSIZ YARGI, YARGIDAN DA BAĞIMSIZDIR!
Bu ağır hukuksuzluk, daha önceki dönemlerde olduğunun aksine, herhangi bir düzeltici yargısal müdahale ile de buluşamadı. Ne düzeltmesi, yargı Barış Akademisyenlerini cezalandırmaktan başka bir hukuk işletmeye yanaşmadı hiç. Üstelik, şiddet dönemine ilişkin birçok başvuruda “Devlet haklıdır” demekten yorulmayan Anayasa Mahkemesi’nin sürpriz sayılacak “aslına bakarsanız bu fikir özgürlüğüdür” yollu kararı da herhangi bir “düzeltme” getirmedi. Önemli olan adaletsizliği düzeltme değil, iktidarın arzusu temelinde hoşa gitmeyen her şeyi dümdüz etmekti. Arada bir komisyon uyduruldu, ilerde AİHM ile filan yönetimin başı derde girmesin diye, bu uyduruk komisyon başvuruları önce yeterince oyalamak sonra da reddetmekle görevliydi; Anayasa Mahkemesi diye bir şey yokmuş gibi ret kararlarını peş peşe sıraladı. Söz konusu iktidarın emirleriyse Anayasa Mahkemesi teferruattır; yargı bağımsızlığı yargıdan ve hukuktan da bağımsızlığı içerir yeni rejime göre, kaldı ki komisyon uysun ona. İktidarın emri ise basit: Bize barış akademisi değil savaş akademisi gerek.
KAYYIM MESELESİ
Barış Akademisyenleri dosyası, darbe öncesinde oluşturulmaya başlanan ve (Allah’ın bir lütfu sayılan) darbe girişiminden sonra inşaatı hızlanan yeni rejimin en kritik dosyası niteliğini taşır, ama tek başına değil, Kürt belediyelerini kazanan 2019’dan önce DBP’li ve sonrasında HDP’li belediyelerin yönetimine kayyım ataması yoluyla el koyma doyası ile beraber.
Darbe girişiminden hemen sonra, 11 Eylül 2016’da 674 sayılı Kanun Hükmünde Kararname ile Kürt seçmenlerin oyuyla seçilen belediye başkanlarının yerine kayyım atamaları başladı. Atamalarla üç büyükşehir, on il, 63 ilçe ve 22 belde olmak üzere toplam 95 DBP’li belediyede yönetime el konulmuş oldu. (Aslında ilk KHK’de dört belediyeye “FETÖ” gerekçesiyle atama yapılmıştı.) Kayyım meselesi, yerel seçimlerin yapıldığı 2019’da tekrar gündeme getirildi. Önceki kayyım atamalarına rağmen yerel seçimlerde Kürt seçmen yine kendi partilerini (bu sefer DBP değil HDP) seçmişti.
2019’DAN İSTANBUL BÜYÜKŞEHİR BELEDİYESİ’NE
İktidar koalisyonu, 19 Ağustos 2019’da Diyarbakır Büyükşehir Belediye Başkanı Adnan Selçuk Mızraklı, Mardin Büyükşehir Belediye Başkanı Ahmet Türk ve Van Büyükşehir Belediye Başkanı Bedia Özgökçe Ertan’ı görevden aldı ve yerine kayyım atadı.
7 Haziran 2015 seçimlerinden sonra Kürt siyasetine yönelik geliştirilen “çökertme harekatı” gözaltı ve tutuklama furyalarının yanı sıra neredeyse “kayyum” yani belediyelere çökme atamalarıyla sürüyordu. Kayyım atamaları, sadece seçilenlerin “eksik yurttaş” anlamına geldiğini ilan etmiyor, seçmenin de “eksik yurttaş” sayıldığını gösteriyordu. Nasıl “Barış Akademisyenleri” eksik yurttaş sayılarak hiçbir hakları gözetilmiyor, hukukları çiğneniyorsa, Kürt seçmen ve seçtiği temsilciler de aynı muameleyle karşılaşıyordu. Oylarının ne önemi var? Seçilmiş olmalarının ne önemi var?
İktidar bugün, Barış Akademisyenlerine reva görülenler ve kayyım atama uygulamalarından edindiği deneyimler eşliğinde İstanbul Büyükşehir Belediyesi’ni “çökertme” ya da oraya çökme imkanlarını araştırıyor. Kürtlerin “eksik yurttaşlığı”, yanlarında duranların, son örnekte Barış Akademisyenlerinin de eksik yurttaşlığını getirdi. Bu “eksiklik”le mücadele etmek yerine onun sonuçlarından memnun olan, örneğin TBMM’de dokunulmazlık oylamalarında Anayasaya aykırı biçimde oy kullanan ana ve yavru muhalefetler, şimdi “eksik yurttaş”lık statüsünün kendileri için yürürlüğe konulması tehdidiyle karşı karşıya. İstanbul Büyükşehir Belediyesi etrafında örülmek istenen ağ, sıradan bir siyasi el-enseden, kof bir tehditten ibaret değil.
Bu nedenle muhalefet liderlerinin “İktidara gelince atılmış akademisyenleri göreve iade edeceğiz” türünden taahhütleri, aslında pek bir şey ifade etmiyor, bu zaten hukukun emri; onların uğradıkları haksızlığın kökenindeki meseleye dair politikalarının, yani Kürt meselesindeki politikalarının iktidardan ne kadar ve nasıl farklı olduğunu da ortaya koymak zorundalar.
Barış akademisi, savaş akademisi 1: İsmail Beşikci’nin paltosu
Barış Akademisyenlerinin uğradığı hukuksuzluktaki ağırlık, mevcut iktidarın doğasından kaynaklanan bir kötülükten değil, devletin kadim Kürt politikasından kaynaklanıyordu.
Kaynak: Artı Gerçek
***Mutluluk, adalet, özgürlük, hukuk, insanlık ve sevgi paylaştıkça artar***