Mehmed Mazlum Çelik, Independent Türkçe’de kaleme aldığı “Zor zamanlarda fiyat anarşizminin ve stokçuluğun kısa tarihi’ başlıklı yazısında Osmanlı’da ve Cumhuriyet’in ilk yıllarında yaşanan ekonomik krizlerde iktidarların uyguladıkları baskı yöntemlerini yazdı.
“Stokçuluk, ihtikâr, karaborsa, istifçilik ve vurgunculuk, nizamın bozulduğu dönemlerde ortaya çıkmaktadır. Ne Osmanlı’nın uyguladığı falaka cezaları ne de Tek Parti dönemindeki Milli Koruma Kanunları bu türden ifsatların önüne geçememiştir” diyen Çelik, “Fiyat anarşizmi ve stokçulukla engelleyici tedbirlerle zafer elde edebilen bir hükümet de yoktur. Bu türden su-i şahsiyetleri bitirecek tek çözüm güven duyulan bir ekonomi ve politikalardır” diyor.
Çelik’in yazısı şöyle:
Ekonomik olarak zor günlerden geçiyoruz.
Zaman zaman siyasetçiler Osmanlı’da ihtikâr olarak bilinen vurgunculuk ve stokçuluk karşısında alınan sert tedbirleri hatırlatıyor.
Esasen ihtikâr meselesinde Osmanlı’nın başarılı bir mücadele verebildiğini söylemek mümkün değildir.
Elbette kaynaklarda falakaya yatırılan, sürgüne gönderilen veya hapse atılan birçok esnaf vakası mevcut. Bunların caydırıcılığı konusunda ise netice alındığını söylemek doğru bir tespit değildir.
Zaten Osmanlı, 16’ncı yüzyıldan itibaren içine düştüğü ekonomik sorunlardan çıkmak adına yapısal çözümler arayışına girişmişti. Bu bağlamda padişahlara önemli layiha ve risaleler hazırlayan devlet adamlarının hiçbiri ihtikârı bir neden olarak göstermedi.
Tüm risalelerde ekonomik çöküntü karşısında hiçbir kudretli iktidarın sosyal çöküntüyü engelleyemeyeceği defaten vurgulanmıştı.
Ekonomi kötüye gittikçe Osmanlı, enflasyon ve paradaki dalgalanmaların önüne geçmek adına madeni parayı terk ederek kâğıt para kullanımına geçti.
Kaime ismi verilen bu para da sadra şifa olmadı. Osmanlı’nın parasının değeri öyle düşmüştü ki ticaretin temeli topyekûn sarsılmıştı. Elbette savaşlar, kapitülasyonlar, dış borçlar ve isyanlar ekonomiyi içinden çıkılmaz hale getiren başat unsurlardı.
İstisnaları bir kenara bıraktığımızda Osmanlı’yı bugünkü modern anlamdaki stokçuluk ve vurgunculuk anlayışı ile ele almak ve kıyaslamak eksik kalacaktır.
Stokçuluğun en ağır şartlarda yaşandığı ve devletin en sert müdahaleler aldığı dönem 1939 ve 1945 yıllarını kapsayan İkinci Dünya Savaşı dönemiydi.
ZOR YILLAR VE MUHTEKİRLER
İkinci Dünya Savaşı yıllarında evvela muhtekirler ortaya çıktılar. Vurguncu diye tarif edebileceğimiz bu taife evvela karaborsa piyasasını kontrollerine aldılar.
Söz gelimi, unun kilosu 50 kuruşsa bunun 80 kuruş olacağına dair şayialar çıkartarak fiyatlamayı dalgalandırarak işe koyulurlardı.
Piyasa muhtekirlerin dedikodularından dolayı arzı yavaşlatınca fiyatlar ister istemez o rakamı bulurdu.
Cumhurbaşkanı İsmet İnönü, Milli Koruma Kanunu’nun kendisine verdiği yetkiyi kullanarak vurgunculara karşı savaş açtığını bizzat Meclis kürsüsünden ilan etti.
İnönü’nün bu konuşmasından sonra yetkililer harekete geçti. İlerleyen günlerde gazeteler hemen hemen her gün manşetlerine şöyle haberler taşıdı:
İki Tüccar Sürüldü…
İstanbul tüccarlarından Mustafa Aldıkaçtı’nın, Milli Korunma Kanunu’na aykırı olarak fazla fiyatla şeker sattığı anlaşılmış ve tutuklanarak mahkemeye verilmişti. Mahkeme, kendisinin 500 lira ağır para cezası ödemesine ve iki yıl Amasya’ya sürgün edilmesine karar vermişti.
(Tan Gazetesi – 5 Nisan 1940)
7 Yıl Sürgün…
Sultan Hamamı’nda komisyonculuk yapan Filip Levi, Tiku Marka dolma kalemlerin, 5000 adedi üzerinden 1850 küsur liralık gayrı meşru kazanç elde etmişti. Mahkeme, bu kişiyi 7 sene 4 ay müddetle Elazığ’ın Petürge kazasına sürgün edilirken, 2500 lira da para cezası ödemeye mahkûm edilmişti. Bu karar, bu tarihe kadar İstanbul’da görülen ihtikâr cezalarının en ağırıydı.
(Tasvir-i Efkâr Gazetesi – 17 Şubat 1940)
Oysa tek sorun stokçuluk, karaborsa ya da mallardaki fiyat istikrarsızlığı değildi. Kira fiyatları 1940’tan 1941’e geldiğinde bilhassa İstanbul’da yüzde 55 artmıştı. Yakıt yokluğu nedeniyle önemli şehirlere mal giriş-çıkışı durma noktasına gelmişti.
Öte yandan devlet memurları fiyatta istikrarsız davranan köylülerin mallarına el koyarak Ziraat Bankası’na aktarması köylünün üretimi durdurmasına neden olmaya başlamıştı.
Devlet ne yaparsa yapsın stokçularla baş edemeyince, halk da kendi çaresini üretmeye başladı. Söz gelimi kahvehanelerde şeker yerine kuru üzüm kullanılması, zeytinyağı yerine kuyruk yağı tüketilmesi gibi çareler söz konusuydu.
Devlet tedbirlerini bir adım öteye taşıdı ve bazı ürünlerde narh sistemine geçti. Peynir, un, süt ve et gibi ürünlerde tavan fiyat belirlendi; ama bu da işe yaramayacaktı.
Son tedbir olarak karne sistemine geçilecekti.
1940 yılında Barış Dünyası adlı dergide, “Tüccara Açık Mektup” başlıklı yazıyı kaleme alan Celâl Tepki’nin tüccarlara serzenişi dönemin atmosferi hakkında son derece önemli ipuçları veriyordu:
Evet, efendilerim, size hitap ediyorum, neye susuyorsunuz? Bugün sizden herkes şikâyetçi; herkes sıkıntılarını, ıstıraplarını sizin doğurduğunuza kani…
Memedeki çocuk gıdasız ve takatsiz annesinin süt diye derilerini mıncıklarken, üzerine dökülen sıcak gözyaşının mesulü sizsiniz. Veremden ölen vatandaşın günahı boynunuzdadır. Fiyat anarşisi yaratan, eşyayı durmadan yükselten siz, halkı ve köylüyü soyan siz; devleti aldatan sizsiniz.
O kadar çok cürüm işliyorsunuz ki, size bütün işlenen suçların kaynağı diye bakmak kabil… Sokakta beş lira için adam öldürmeye siz sebep oluyorsunuz, aile geçimsizliği sizin yüzünüzden doğuyor. Namuslu veznedarı hırsız yapan, devlet hesaplarını alt üst eden yine sizsiniz…
Elbette bahsi geçen zor yıllardı, dünyada büyük bir savaş vardı. Erkekler eski jiletlerini bileyerek tıraş oluyor, kadınlar dikiş kutusuna çeyiz sandığı gibi bakıyor ve evinde gaz lambası bulunana zengin muamelesi yapılıyordu.
Tüm bunların içerisinde stokçular mantar gibi köşe başında bitiyordu.
SON ÇARE: KARNE UYGULAMASI
Hükümetin bütün tedbirlerine rağmen; stokçuluk, kara borsa ve fiyat istikrarsızlığı ile baş edilemedi.
İstanbul’da tek tip ekmek satılmış, un tacirleri sıkı gözetim altına alınmış ve büyük cezalar uygulanmıştı; ama yine de ekmek gibi temel bir gereksinime ulaşmak dahi güçleşmeye başlamıştı.
Karne uygulamasına göre fişini veren vatandaş ekmeğini alacaktı; ama bu yöntemin başarılı olması için bir madde daha koyulmuştu ki içler acısıydı.
Buna göre ekmek çok tüketilmemesi için taze satılmayacak ve bayatlaması beklenecekti. Yani elinde fişi olan kişi dahi taze ekmek alamayacak; ancak bayat yiyebilecekti.
Dönemin İstanbul Belediye Başkanı ve Valisi Lütfi Kırdar, uygulamanın ayrıntılarını şöyle açıklayacaktı:
Ekmekler 750 gram üzerinden çıkarılacaktır. Ağır işçilerin hakkı 750 gram olan tam bir ekmektir. Ağır işçiler, Ticaret Bakanlığı’nın iş bürosu tarafından verilen belgelerle belirlenecektir. Bunların haricinde diğer bütün vatandaşların hakları bu 750 gramlık tam ekmeğin yarısı olan 375 gramdır.
7 yaşından küçük çocukların hakları da 187,5 gram olarak belirlenmiştir. Her aile reisinin imzası karşılığında alınan ve mevcut nüfus adedini bildiren beyannamelere göre; her şahsın ismine birer karne çıkarılmıştır. Bu karnelerin fişleri, 24 saatlik ihtiyaca göre hazırlanmış ve gününde kullanılmadığında ertesi gün geçerli olmayacaktır.
Dönemin psikolojisini en güzel anlatan isimlerden biri olan Oktay Akbal, o günleri “Önce Ekmekler Bozuldu” isimli eserinde şöyle aktaracaktı:
Önce ekmekler bozuldu, sonra her şey… Çünkü yeryüzünde savaş vardı. İnsanlar sebebini bilmeden, düşünmeden ölüyor, öldürüyorlardı. Savaş kelimesi dünyanın her yerinde en çok kullanılan söz olmuştu.
Radyolarda marşlar, nutuklar şaşkın insan sürülerinin üzerine savruluyor, gazeteler korkuyla okunuyordu. Tramvaylar, vapurlar sabahları, akşamları tıklım tıklım, daima aceleci, sinirli, telaşlı bir kalabalığı şehrin bir ucundan öteki ucuna taşıyıp duruyorlardı.
(Oktay Akbal – Önce Ekmekler Bozuldu)
Yine dönemin önemli isimlerinden olan ama sahnenin dışına itilen politikacılardan Kazım Karabekir de gördüğü manzaradan duyduğu rahatsızlığı şu sözlerle anlatacaktı:
Erenköy’ünde ekmek derdi yine müthiş. Öğle vakti fırının önü mahşer. Sebebi, un gece yarısından sonra üçte gelmiş. Ekmek de berbat. İçinde her şey var… Herkes işini gücünü bırakıp saatlerce fırının önünde ekmek alacağım diye birbirini eziyor…
(Kazım Karabekir – Günlükler)
Hükümet, gelen tepkiler karşısında kısa sürede bu uygulamayı terk ederek piyasayı serbest bırakmışsa da Türk siyasi tarihinin en tartışmalı iktisadi uygulamalarından birisi olarak literatürdeki yerini çoktan almıştı.
Bu acı tecrübeler bizler için birer ibret vesikasıdır. Devleti yöneten erkin güçlü ve bağımsız bir Türkiye arzuladığından yana şüphe yoktur; ama şunu unutmamalıdırlar ki ekonomik buhran ve sosyal çöküntü at başı giderler.
Bundan yüzyıllar önce Koçi Bey’in tavsiyesini devlet büyüklerimize tekrar hatırlatmak gerekir;
Yüce saltanatın heybet ve kuvveti asker ile askerin bekası hazine iledir; hazinenin toplanması reaya sayesindedir; reayanın bekası ise adalet ve doğruluk iledir.
Stokçuluk, ihtikâr, karaborsa, istifçilik ve vurgunculuk, nizamın bozulduğu dönemlerde ortaya çıkmaktadır.
Ne Osmanlı’nın uyguladığı falaka cezaları ne de Tek Parti dönemindeki Milli Koruma Kanunları bu türden ifsatların önüne geçememiştir.
Fiyat anarşizmi ve stokçulukla engelleyici tedbirlerle zafer elde edebilen bir hükümet de yoktur. Bu türden su-i şahsiyetleri bitirecek tek çözüm güven duyulan bir ekonomi ve politikalardır.
Yazının linki: https://www.indyturk.com/node/446671/haber/zor-zamanlarda-fiyat-anar%C5%9Fizminin-ve-stok%C3%A7ulu%C4%9Fun-k%C4%B1sa-tarihi
***Mutluluk, adalet, özgürlük, hukuk, insanlık ve sevgi paylaştıkça artar***