Fransız yazar Romain Rolland, “İhtilal Oyunları” serisinde gücü elinde tutanlarla, vicdanı en üst seviyedeki kişiler arasındaki mücadeleyi anlatır. “Danton” isimli oyunda yükseliş ile çöküş arasındaki eşiği konu edinir. Zafer gücü beraberinde getirir, güç ise yalnızca kendine adildir.
Robespierre’in duygusuz mizacı ve doktrinci fanatizmi onu gücün tek hakimi olmaya götürürken yaşam sevgisiyle dolu Danton kendi önündeki engeldir.
Stefan Zweig’in değerlendirmesiyle; Danton ile Robespierre arasındaki, zaferin zirve noktasında ortaya çıkan çekişme esasında özgürlükle güç, hayatın esnekliğiyle kavramların esnemezliği arasındaki çekişmedir.
Robespierre ve yandaşlarının “ne pahasına olursa olsun galibiyet”, “ülke tehlikedeyken bir kişinin kanuna aykırı olarak mahkum edilmesi mühim değildir” söylemleri karşısında devrimin askeri ve siyasi lideri Saint-Just gücün baskısına boyun eğer, menfaat uğruna onurunu, vatan uğruna kanunu ve adaleti feda eder.
Rolland, “Les Loups” (Kurtlar) isimli oyununda aynı konunun farklı bir yönünü işler. Dreyfus olayının tasvir edildiği oyunda savunmayı üstlenen Teulier (Picquart), tek bir adaletsizliğin bütün dünyayı adaletsiz kılacağı, gerçeği görüp de reddetmeye kalkan bir ruhun kendini yok edeceğinin bilincindedir.
Rolland, düşünce özgürlüğünün yanında yer alırken sadece bir hâkimiyeti tanıyan kahramanlığın savunuculuğunu yapıyordu. Zweig’in tespitiyle bu hâkimiyet ne vatan ne de zaferdi, sadece ve sadece vicdanın yüce hâkimiyetiydi.
Rolland, “Le Temps Viendra” (Zamanı Gelecek) isimli oyunda da ebedi doğruluk olan vicdanın vatan sınırlarını aşabilme kapasitesini gösteriyordu. Oyunun asıl kahramanı özgürlüğü savunmak için kendini savaşın ortasına atan dünya vatandaşı İtalyan gönüllüdür. “Benim vatanım, özgürlüğün tehlikede olduğu her yerdir” haykırışı onun özgür ruhundan yükselmiştir. Özgür ruhların vicdandan başka vatanı, kendi insanlıklarından başka yuvaları yoktur.
Akıl ve vicdanımızın bize gösterdiği yol ile egomuzun ve dizginleyemediğimiz hırslarımızın istekleri arasında zaman zaman seçimler yapmak, iç çatışmalara girmek durumunda kalırız.
Çoğu zaman da egomuzu ve hırslarımızı kayırmak gibi bir alışkanlığı ediniriz. Ancak iç huzurumuz için vicdana ihtiyacımız bulunmakta. “Huzur dolu bir kalple bir parça ekmek, vicdan azabı ile beraber olan zenginlikten bin kere daha iyidir.” (Amenemope)
Hanri Benazus, “En Güçlü Tanık Vicdan” isimli kitabında vicdanı şöyle tanımlamakta: “Vicdan; kendi kendimizi suçlayabilme, sorgulayabilme, direnebilme ve gerektiğinde savaş açabilme, kendimizi kendimize tanık edip, kendi kendimize ceza kesme üstünlüğüdür.”
Hz. Ömer, “Kötü bir işin en gizli şahidi vicdandır” derken, Kant, vicdanı içimizdeki ahlak kanunu olarak tanımlar. Aslında vicdan, bize büyük bir özgürlük alanı açar. ”Dünyanın en yoksul kölesi bile, kendi vicdanı içinde özgürdür” (Bledsoe)
Çatışmaların, gerilimlerin, savaşların, şiddetin egemen olduğu bir dünyada insanlık sadece kazanmaya ya da yok etmeye koşullandırılmışken, bu dünyada sevginin, paylaşımın, adaletin, diğergamlığın yeri yok gibi.
Sabit bir fikrin, malın mülkün, çıkarların, şöhretin, statülerin, güç ve hükümranlığın hayatın merkezine oturtulduğu bir dünyada vicdanlı olmak zor mu? ”Kalbimizde Tanrı’nın ışığı vardır, onun adı da vicdandır” (Tolstoy)
İnsan olarak evrenin bir yansıması olduğumuzu unutarak, egolarımızın, hırslarımızın, çıkarlarımızın ve gücün peşinden gittiğimiz, vicdanımızı hayatımızdan uzaklaştırdığımız bir dünya yaşanabilir olur mu?
Vicdanın içimizden gelen sesini bastırmadan, sevgiyle yaklaşmakla, sorumluca davranmakla, empati yapmakla dünyayı yaşanabilir kılabiliriz. ”Görevini tam yerine getirmemiş olan vicdan yarasına, ne mazeretin çaresi, ne ilacın şifası çare getirmez.” (Mevlana)
Biz neysek onu yaşıyor ve yaşatıyoruz. Hayata ve insanlara tebessüm etmek, kendimize de kahkahalarla gülmek, sevecen, önyargısız ve vicdan sahibi olmak, güce, zorbalığa, nefrete, kin ve intikam duygularına üstün çıktığı zaman, dünya müşterek yaşanabilen bir insani değer alanı haline gelebilir. ”İnsanlar kötülüğü arzuları kuvvetli olduğundan değil, vicdanları zayıf olduğundan dolayı yaparlar.” (John Stuart Mill)
Kuşkusuz hayata ilişkin maddi yükümlülüklerimiz var. Ancak maddi olana bağımlı olacak şekilde ona esir olmak ve bir yanılsamaya kapılmak bizi vicdanın çağrılarından uzaklaştırmakta. Aklımızı vicdan terazisinde tartmazsak hakikate ve huzura doğru yol alamayız. ”Vicdan kalp penceresinden bakar, akıl gözünü kapasa da vicdanın gözü daima açıktır.” (Said Nursi)
Erich Fromm, hümanist vicdan anlayışını şöyle anlatmakta. ”Vicdan, kendi içimizdeki bilgidir, yargıdır. Sadece aklımızın değil, tüm kişiliğimizin gösterdiği tepkidir. Vicdan kendimizin kendimize gösterdiği tepkidir. Kendine başkaldırıdır. Kendi sesimizi dinlemeyi başarabilmektir. Kendi sesini duymayan ve dinlemeyen insana çoğu kez, uyku; insanın vicdanını susturamayacağı biricik fırsattır.”
Balzac, biz onu öldürmedikçe vicdanın yanılmaz bir yargıç olduğunu belirtmişken, Lord Byron, vicdan azabının insanın içinde bir cehennem olduğu vurgusunu yapmış.
Vicdan doğuştan ruhla gelen bir yetenek midir, yoksa ruhun gelişiminin bir sonucu mudur? Bilinmez. Ama ”İyi bir vicdan en rahat yastıktır.” (C.Brentano)
Vicdanlarımız rahat mı? Vicdanımızın sesine kulak veriyor muyuz? Hukuksuzluğun ve adaletsizliğin kol gezdiği, açlığın, yoksulluğun ve şiddetin yaygınlaştığı, vicdanların sükût ettiği yerde zulüm zirveye ulaşmış demektir.
Gücün haklıyı, baskının ruhu, insanların insanlığı yenmesine izin verecek miyiz? Aklın bağımsızlığında, vicdanımızın rehberliğinde gerçeğe ulaşmaya çaba göstermek gerekir. Gerçek özgürdür, sonsuzdur, önyargılardan habersizdir.
Zweig’in tespitiyle; bu durumda suçlanması gerekenler gerçekleri bilen yahut bilmesi gereken, ancak tembellik, korkaklık veya zayıflık yüzünden, şöhret arzusu veya başka kişisel çıkarlar yüzünden yalanlara teslim olanlardır.
Özgür olmak ve vicdanımızın sesine kulak vermek için geç değil.
Kaynak: Artı Gerçek
***Mutluluk, adalet, özgürlük, hukuk, insanlık ve sevgi paylaştıkça artar***