Nan bî xwê, xwê bî manê
Ekmek tuzla, tuz ayarıyla
*Kurmanci Özdeyiş
Serinin bir önceki bölümüne gelen eleştiri ve yorumlar etrafında Kemalizmi şu an yeniden konuşmanın ülkenin yüz yüze olduğu tarihsel dönüşüm hasebiyle neden yakıcı bir ihtiyaç olduğunu ve bunun metodolojik gerekliliklerini tartıştım. Bu yazıya Kemalist dönemi ve dolayımlarını bugün yeniden gözden geçirmedeki ikinci gerekliliğe yani mevcut çalışmaların sorunlarına kısaca değinerek devam edeceğim.
Bir bütün olarak baktığımızda, maalesef araştırmaların birçoğuna sirayet eden bu alanın karmaşıklığına ve önemine denk metodolojik çoğulculuk, kavramsal duruluk ve analitik soğukkanlılıktan mahrum kalma durumunu gözlemleyebiliriz. Şüphesiz 1990’lar, yani Soğuk Savaş sonrası tartışmaların ve özellikle revizyonist tarih-yazımının dağarcığımıza katkıları küçümsenemez. Her şeyden önce tabu paketleri, liberal (sol), İslamcı ve kısmen de Kürt araştırmacılar, akademisyenler tarafından tek tek açıldı. Kemalist yönetici elitin düşünsel formasyonu ve bunların geç Osmanlı (bilhassa Jön Türk) dönemi siyasal düşüncesi ve dünyadaki çağdaş ideolojik ve politik akımlarla ilişkisi eleştirel gözle incelendi.
Kürtlere yönelik asimilasyon ve şiddet uygulamaları, Müslüman olmayan toplumlara karşı sistematik ayrımcı politikalar mercek altına konuldu. Dahası, tarih-yazımından dil ve müzik siyasetine kadar birçok alanda, geçmişten ütopik Türkçülükle bezenmiş Jakobence kopuş hamleleri irdelendi. Kadın haklarından eğitim reformuna, Medeni Kanun’a kurucu dönemin sorgulanamaz, katkıları kabul edilmiş reformlar, ve bu reformların saik ve usulleri sorgulamaya açıldı.
SUSKUNLUKLAR VE KUTSALLARLA AŞIRI POLİTİZE EDİLMİŞ BİR RESMİ TARİH
Kemalizm ve kurucu dönem literatürünün önemli bir kısmı, 1990’ların politik tablosunun körüklediği tansiyon, zıtlaşma ve asker-sivil bürokratik gardiyanlardan bıkkınlık hissi ortamında üretildi. Ne var ki, bu konularda fikir üretenler, böylesi bir panoramada şekillenmiş pozisyonlarının çalışmalarını gölgelememesi konusunda yeterli kaygıyı duymadılar veya özeni göstermediler. Kısacası tabular, suskunluklar ve kutsallarla aşırı politize edilmiş bir (resmi tarih) alan(ı), bu defa revizyonist tarihçilerin aciliyet hissiyle politize oldu.
Bir başka noktadan yaklaşırsak, ilişkisellik değil nedensellikle örülü revizyonist anlatı dünden (yani 1924-1938 arasından) çok bugünü (1980’den 1990’lara) açıklayan teleolojik anlatılar üretti. Böylelikle revizyonist tarih-yazımı, kuruluş dönemi tipolojileriyle amansız bir itişmeye girerken, maalesef bir yandan da kendi tipolojilerini, dikotomilerini yarattı. Bu külliyatın kurucu döneme dair dikotomilerinin dökümüne girmeyeceğim ama belki de en kapsayıcı olanı otoriter/elitist, Batıcı, laik Türklük/modernlik ile madun/çoğunluk, yerli, dindar gelenekselcilik arasında kurulanıydı. Bu ikiliği güncel duruma doğrudan bağlayan bir şablon çıkarım ise kural tanımaz, rejim gardiyanı, dayatmacı Kemalist asker ile reformcu, liberal/demokrat ama mağdur (merkez) sağ siyasetçi karşıtlığıydı.
Burada altını kalınca çizmek isterim ki, yukarıdaki itirazım, asker-sivil bürokrasinin veya tek parti döneminin sert eleştirisine değil, diğer tarafı hiç problematize etmemiş, karikatür bir ikilik yaratılmasına. Dolayısıyla, ilk yazıda değindiğim süreklilik argümanıyla çakışan bu basit dikotomiler, salt analitik kusurlar olarak kalmadı, özellikle bir siyasi ajandaya da prestij taşıdılar. Burada, özellikle dönemin liberal (sol) entelektüellerinin bu politik elitin faydası için fikir ürettiğini hiçbir şekilde iddia etmiyorum, bu düşünceye katılmıyorum da. Ancak her halükarda değişmeyen bir hakikat, 1990’lardaki Kemalizm çalışmalarının, bilhassa liberal (sol) versiyonuyla, bugünkü iktidar elitinin hala beslendiği pürüzsüz, mutlak Sünni, muhafazakar mağduriyeti iddiası için itibarlı referansa dönüştüğüdür.
SORUMLULUĞUN ANLAM ÇERÇEVESİ SADECE FAİLLİK VEYA FAİLLE İŞBİRLİĞİNE DARALTILAMAZ
Dolayısıyla, bu gözden geçirmeyi gerçekleştirmek aynı zamanda bir sorumluluk; hem düşünsel, kavramsal ve tarih-yazımı metodolojisine dair hem de politik boyutta. Bu yazı dizisi içerisinde neredeyse tamamen birinci boyutla ilgileneceğim. Ancak, bu noktada sorumluluk kavramına da kısaca değinmek isterim. Maalesef, sorumluluk Türkiye’deki entelektüel tartışmalarda oldukça sığ kullanılan bir kavramdır. Sorumluluğun siyaset felsefesinde çok geniş manada karşılıkları var. Sorumluluğun anlam çerçevesi sadece faillik veya faille işbirliğine daraltılamaz. Doğrudan kasıt da gerektirmez. Bir felaketin, kötülüğün oluşuna mani olmamayı, seyirci kalmayı, tavır almamayı da kapsar. Maalesef, adı konulmasa da, sorumluluğun zıt anlamlısını masumiyet, eşanlamlısını ise suçluluk ve faillik olarak görmek çok yaygın bir tutum. Bir başka deyişle, sorumlu değilseniz masumsunuz, sorumluysanız suçlu ve mesul. Burada açıkça ifade edeyim ki, sorumluluğun kendi payıma düşen kısmıyla eleştirel bir hesaplaşmaya girme gereği görüyorum. Ve bu, başkalarının ne yapması gerektiği yönünde bir çağrı ve işaret anlamına gelmiyor.
Bir önceki bölümde yazı dizisinin amacının ne olduğuna kısmen değinmiş oldum. Ancak, ilk bölüme dair sosyal medya üzerinden ve bana doğrudan gelen tepkilerin en yaygın olanı dizinin nereye evrileceğinin muğlak kalması ve yazının dilinin ağır ve karmaşık olması. Sanırım yazının konumu, rotası ve çerçevesi aşağıdaki özetle daha da netleşecek. Dil konusundaki eleştirileri -biraz da çaresizlikle – kabul ediyorum. Zira maalesef zayıf Türkçe kullanımımı ne kadar iyileştirebilirim, bilemiyorum ve bu konuda bir söz veremiyorum.
Bir diğer geri dönüş ise bu değerlendirmenin yapıldığı politik bağlam, dolayısıyla “niyet”in ne olduğu veya nasıl kullanılacağı. Politik bağlamdan kasıt, yazının Türkiye’de rejimin boğucu hale gelen siyasetinin, Kemalizmi siyasi yelpazenin çok geniş kesimi için yeniden umut haline getirdiği bir anda yazılıyor olması. Dolayısıyla, Kemalizmi liberal, sol veya revizyonist bir pozisyondan yeniden ve gizli/açık nedametle cilalama veya ehven-i şerliğine güzel gerekçeler yaratma çabalarına su taşıyacağı kaygısı. Yukarıdaki iki cümle, içerik itibariyle bu eleştiriyi, uyarıyı yapan arkadaş ve okuyuculara ait.
TARİHİ, ÜLKENİN MODERNLEŞME SÜRECİNİ VE KURUCU SİYASİ PROJESİNİ BUGÜN KONUŞMAYACAKSAK, NE ZAMAN KONUŞACAĞIZ?
Tarihi, ülkenin modernleşme sürecini ve kurucu siyasi projesini bugün konuşmayacaksak, ne zaman konuşacağız? Bu kadar kritik bir momentte, artık neredeyse slogan haline gelmiş -bence birçoğu oldukça sorunlu- kavramsal şablon ve klişelerden başka söyleyecek yeni sözümüzün olmaması, bilhassa liberal, progressive (“ilerici”), madun kesimler için esas yadırganması gereken ve hatta apolitik bir hal değil midir? Ayrıca, bilgimizin metotlarını, bulgularını ve sonuçlarını tekrar tekrar eleştirel süzgeçten geçirmek, fikir üretme uğraşındaki insanlar olarak varlık sebebimiz olmalı diye düşünüyorum.
Şunu da eklemek isterim ki, bir döneme ait Kemalizm okumalarının eleştirisini Kemalizm mazeretçiliği çabası olarak görürsek, bu sadece hakikatten uzak “bizi bir tek ulusalcılar eleştiriyor” varsayımına kalkan olabilir. Ancak, geriye nastan, dogmadan başka bir düşünce sistematiği kalmaz. Son olarak, tabii ki, sözümüzün nereye aktığına bigane kalamayız, fakat aynı kaygı, keşke 1990’lardan ve özellikle de 2000’lerden bugüne de pratikte karşılığını bulabilseydi; üretilen fikirlerin, modellerin ve dikotomilerin “kullanışlılığı” için de sorumluluk taşınsaydı!
Amaç kısmını toparlarsam, Kemalizme ait bütünlüklü bir değerlendirme yapma iddiasında değilim. Sadece 1990’lardan bu yana akademideki araştırmalarım etrafında üzerine kafa yorduğum konulara değineceğim. Gelecek yazıda Kemalist ulus inşasında dinin, Sünni(ci)liğin bütüncül rolünü tartışacağım. Ulus kurgusuna böyle bir çerçeve çizdikten sonra tartışmak durumunda kalacağım bir konu, erken Cumhuriyet ile Kürtlerin ilişkisi olacak. Erken Cumhuriyet, nam-ı diğer Kemalist döneme dair en karanlık ve kanlı sayfa şüphesiz 1937-38 Dersim Soykırımı.
Dizinin bu bölümünde felakete uzanan yola ve faillerin Dersim algısına bakacağım. Dersim Soykırımı’nın ardından Soğuk Savaş dönemine geçeceğim. Aşık Mahzuni Şerif’in bir şarkısı üzerinden 1960’lar sonrası Alevi/Kızılbaşların kamusal alana çıkış serüvenlerini ve sosyalist hareketler ve Kemalizmle çetrefilli ilişkilerini inceleyeceğim. Bu bölümün ardından yazı dizisinin konusu 12 Eylül 1980 darbesi ve Kemalizm olacak. Birçok olay ve kavram çerçevesinde Kemalizmi tarihselleştirme çabasının nihayetinde ele alacağım konu bugünün Kemalistlikleri ve Kemalizmin geleceği olacak.
Bu uzun parantezi böylece kapatmış oluyorum. Yazı dizisinin tematik bölümlerinde buluşmak üzere…
Kaynak: Artı Gerçek
***Mutluluk, adalet, özgürlük, hukuk, insanlık ve sevgi paylaştıkça artar***