YORUM | AHMET KURUCAN
(Fıkıh-ahlak birlikteliği-6)
Fıkıh-ahlak birlikteliği seri yazılarımda sona doğru geldik. Başlangıçta hiç bu kadar uzun süreceğine ihtimal vermiyordum. Batı ülkelerinde sosyal yardım kesilmesin düşüncesiyle kanuna karşı hile diye adlandırabileceğim bir soruya cevap verme adına başladığımız seri okuyucu-yazar etkileşimi ve iletişimi ile çok farklı boyutlara taşındı. Olsun. Umarın faydadan hali olmamıştır.
En son yazımı “Hocaefendi’nin 1990 yılının 24 Kasım’ında Amerika’dan Türkiye’ye dönüşte uğradığı Hollanda’da yaptığı bir konuşmaya değineceğim,” diye bitirmiştim. Öncelikle onu tashih edeyim. Aşağıda kendisinden yapacağım iktibası orada dile getirdi diye aklımda kalmış. Halbuki söz konusu Avrupa seyahatinin anlatıldığı bir metinde 15 Aralık 2013’de yaptığı bir sohbetten iktibasta bulunulmuş. Fakat ele aldığımız konu ve muhteva açısından bir değişiklik söz konusu değil.
90’lı yıllar Avrupa’ya 60’lı yıllarda işçi olarak giden Anadolu insanının artık geri dönmemek üzere yaşadıkları ülkelere yerleşmeye başladığı yıllardı. Kendileri dönse bile orada doğup büyüyen çocuklarının ve torunlarının dönmeyeceği âşikardı ve göçmen aileler daha önceden idrakine vardıkları bu gerçekle yüzleşmeye başlamışlardı.
Malum dini ve kültürel kodlar adına Türkiye hamurunun hakimiyetini sürdürdüğü o yıllarda Diyanet başta olmak üzere İslami cemaatler birer ikişer varlığını o ülkelere de taşımıştı. Temel amaç Anadolu insanının dini kimliğini korumaya yardım etmekti ve tabii ki takdire şayandı. Ama bu durum beri tarafta rekabet ortamını da doğurdu. Klişe tabirle “dine hizmet edeceğim” diye Avrupa’ya taşınan bu cemaatler birbirlerini rakip olarak gördüler ve müthiş bir ayrışma yaşandı. Aslında olan şuydu: Türkiye zihniyeti ve atmosferi Avrupa’ya taşınmıştı.
Bu bir tarafa bundan daha önemlisi içinde yaşanılan yeni sosyal ortamın farkına varılamaması oldu. Hoş, Türkiye’de de varılmış değildi ama nüfusun büyük çoğunluğunun Müslüman olduğu ülkede bir yere kadar bu durum tolere edilebiliyordu ama Müslümanların azınlık olarak yaşadığı, dini, sosyal ve kültürel ortamın çok farklı olduğu bir zeminde bu zihniyet çok köhnemiş olarak şu yüzüne çıkıyor ve insanımızı yaşadığı zamanın ve mekanın dışına atıyor ya da gettolaşarak yaşamasına vesile oluyordu. İşin daha da garibi bunu insanımıza hizmet edeceğiz, dini kimliklerini muhafaza da yardımcı olacağız diye gelen Diyanet de dahil bütün cemaatler ve tarikatlar yapıyordu. 1990 yılında Ramazan’da din görevlisi olarak bir aylığına Almanya’ya giden ben bu durumu çok net olarak görmüş ve ürpermiştim.
Neden bahsediyorsun diyebilirsiniz? Bir iki örnek vereyim: Birçoklarına göre Almanya daru’l harpti ve daru’l harpte faiz almak caizdi. “Gavurun malı deniz yemeyen domuz” felsefesi ile hareket eden bir çok insanımız vardı ve nereden bakarsanız bakın değil İslam ile insanlıkla da alakası olmayan bu deyimle ticari ahlaksızlıklarına, haksız kazançlarına meşruiyet kazandırmaya çalışıyorlardı. Hep yaz aylarında Türkiye’ye izne gitmek için rüşvet vermek sevaptı. Önceden planlanmış trafik kazaları ile sigorta şirketlerini kandırarak yeni araba alacak kadar tazminatlar alma sıradan bir işti. O ülke vatandaşı olmanın Türkiye’ye ihanet olacağı inancı hakimdi. Ve daha neler. Herkes böyle miydi? Elbette hayır. Ama böylesi yaklaşımlarla hayatlarına yön veren insanların varlığı hiç de küçümsenecek sayıda değildi.
İşte tam o yıllarda Hocaefendi Avrupa’ya ikinci ziyaretini yapıyordu. 1970’li yılların ikinci yarısında başlayan Hizmet faaliyetlerini yerinde görüyor ve Hizmet insanı diye karşısına çıkan insanlarımızla hasbihalde bulunuyordu. Söylediği şeyler o güne kadar başka dini çevrelerde söylenenden farklıydı. “Başka cemaatlerle rekabete girmeyin” diyordu mesela. “Bir yerleşim yerinde mevcut cemaati istiab edecek cami varsa, o cami hangi dini cemaate ait olursa olsun gidin namazını orada eda edin ve başka bir cami açma çabasına girmeyin” diyordu. Türkiye’ye dönme değil oralarda kalıcı olmalarını, tashihi niyette bulunmalarını, çocuklarını üniversitelerde okutmalarını ve vatandaş olup seçme ve seçilme hakların sahip olmalarını öneriyordu. Ve konumuzla alakalı olarak da daru’l harb diyerek, gavurun mali deniz diyerek meşrulaştırmaya çalıştıkları her türlü haksız kazanca hayır diyerek onların ellerindeki sözde delillerini teker teker alıyordu. Her zaman olduğu gibi doğruluktan, sadakatten kat’i surette vazgeçmemelerini, bunun Müslümanın en bariz vasfı olduğu üzerinde duruyordu. Aksi bir davranışın dine vereceği zarar ve onda açacağı kapatılamaz gedikten bahsediyordu.
İsterseniz aynı muhtevaya sahip olduğu için 15 Aralık 2013 tarihinde “Doğruluk, Sadâkat ve İş Hayatının Sadıkları” başlıklı Bamteli sohbetinden bir iktibasta bulunayım: “Birilerini aldatırsak, esasen farkına varmadan dinimizin sinesinde bir yara açmış oluruz. Biz şahsî hayatımız itibarıyla doğruluğu deldiğimiz takdirde hiç farkına varmadan karşı tarafın düşüncesinde, anlayışında, bakışında, dinde bir delik açmış oluruz; ‘Bu din de delik!.. Bunda da boşluklar var’ derler…”
Devamında da şunları söylüyor: “Allah’ın emrettiği gibi dosdoğru olursanız, sözde, tavırda, davranışta, konuşmada, telkin ettiğiniz şeylerin arkasında olmakta ve yaptığınız şeylerde istikameti korumada başkalarını imrendirirsiniz, kendinizi ütopya yaşanan bir dünyadan gelmiş gibi gösterirsiniz ve ‘Keşke biz de bu dünyaya akabilsek!’ dedirtirsiniz. Fakat -hafizanallah- bir tarafta bir boşluk, hakkaniyetsizlik, yalan olursa, milletin bakışı da ona göre olur, ‘Demek ki bunların din adına dayandıkları temel sistemlerde böyle boşluklar var’ der ve dinden nefret ederler. Kimsenin hakkı yoktur insanları dinden nefret ettirmeye. Bizim vazifemiz; Allah’ı, Peygamber’i (sallallâhu aleyhi ve sellem), Kur’an’ı ve dini sevdirmektir, bu da sizin bu mevzudaki istikametinize vabestedir. Aksi takdirde, Devr-i Risalet Penahi’den bu güne kadar gelen hakiki mü’minler, Allah’ın huzurunda, bu türlü insanlardan davacı olurlar, ‘Biz bu emaneti bizden sonrakilere arızasız, kusursuz, delik deşik etmeden verdik, ama onlar onu kalbur gibi delik deşik ettiler, her gayr-i meşruyu meşru saydılar, insanları dinden kaçırdılar, davacıyız Allah’ım,’ derler.”
2022’ye girmek üzereyiz. Aradan geçen 32 yıl içinde köprünün altından çok sular aktı ve şimdi işçi değil mülteci pozisyonuyla yine Avrupa ülkelerinde insanımız. Bu pozisyon düne nispetle çok daha fazla dikkati gerektiriyor. Öyle ki kanunu delmek için yapılan bir hilenin ya da göstere göstere yapılan bir sahtekarlığın hem kendisine hem yakın ve uzak çevresine hem ait olduğu ya da nispet edildiği topluluğa, topluma, millete ve dine zarar vereceği bir pozisyon. Öyleyse… Üç nokta koyup burada bitiriyorum.
Özetle ifade edecek olursam, dini inancı ne olursa olsun insan olan herkes milyonların hakkını velev ki bir kuruş bile olsa gasp etmemeli, haksız bir kazancı boğazından geçirmemeli, üzerine elbise olarak giymemeli ve cebine para olarak koymamalıdır. Hele bu insan bir Müslüman ise hassasiyetini zirveye taşımalıdır. Şahıslar böyle davrandığı gibi tüzel kişiliğe sahip kurumlar da böyle davranmalı ve haramın zerresi insanlığa hizmet diye yola çıkan bir kurumun kasasına girmemelidir. İdeal olan budur. Bunu realize edecek olanlar ise melekler değil aksine sen, ben, o, siz, biz, onlar yani insanlardır.
Kaynak: Tr724
***Mutluluk, adalet, özgürlük, hukuk, insanlık ve sevgi paylaştıkça artar***