Türkiye, 1876’dan bu yana ‘anayasal devlet” olmaya çalışıyor. 1876’da başlayan bu süreç, ilk yarım asırda büyük kesintilere uğradı; önemli bir mesafe alınamadı.
Dünya Savaşının ertesinde Ankara’da toplanan BMM, işe yeni bir anayasa (Teşkilat-ı Esasiye Kanunu) kabul etmekle başladı. ‘Meclis egemenliği’ temelinde ‘kuvvetler birliğini’ esas alan 23 maddelik bu yasa, 1924 yılı ilkbaharına kadar yürürlükte kaldı.
Cumhuriyetin ilanından sonra -1924 Nisan’ında- kabul edilen yeni anayasada yargı, bağımsız bir erk olarak kabul edilmekle birlikte, “yasama yetkisi ve yürütme gücünün TBMM’de toplandığı” ifadesi, kuvvetler birliği anlayışının terk edilmediğini gösteriyordu. Bu anlayışın çok partili sisteme geçince de sürmesi, sistemin erken çağında tıkanmasına yol açtı.
Demokratik yönetimin temel kuralı olan ‘kuvvetler ayrılığı’ ilkesi, 1961’de mevzuatımıza girdi. 1961 Anayasası yasama, yürütme ve yargıyı ayrı kuvvetler olarak tanımlayıp, cumhurbaşkanını ‘partisiz ve tarafsız’ bir makam olarak düzenleyerek bu alanda önemli bir adım atılmasını sağlamıştı.
Ancak bu anayasa, 1960 askeri darbesinin ürünü gibi göründüğü için -toplumsal kabul açısından- baştan talihsizliğe uğradı. Demokratikleşme açısından getirdiği önemli kuralların yanısıra, içerdiği Milli Güvenlik Kurulu, ‘Tabii Senatörlük’ ve darbe sürecinde görev alanların ‘yargı dokunulmazlığı’ gibi düzenlemeler de, bu talihsiz algının sürmesine yol açtı.
1961 – 80 sürecinde yaşanan sorunların sorumluluğu, özellikle 27 Mayıs mağduru siyasilerin ardılları tarafından hep 1961 Anayasasına çıkarıldı. 1971’de olumsuz değişikliklere maruz kaldı. 12 Eylül 1980 askeri darbesinden sonra da tümüyle yürürlükten kaldırıldı.
1982 ANAYASASI
1982 Anayasası tam anlamıyla bir tepki metniydi. Özgürlüklerin ve örgütlülüğün ülke için tehlikeli olduğunu düşünen bir mantık ve nizamname anlayışıyla düzenlenmişti.
Bir darbe sonrasının tutucu zihniyetini yansıtan ve son şekli doğrudan cunta tarafından verilen (başlangıç bölümünün ilk halinde böyle yazılmıştı) bu anayasa, 1987 -2017 arasında tam 19 kez değişikliğe uğradı.
Bu değişiklikler çoğunlukla seçim eşiklerinde ya da AB uyum yasaları çerçevesinde siyasetin acil ihtiyaçlarının zorlamasıyla yapıldı. Ancak hiç birinde özgürlükçü, katılımcı, çoğulcu, bütünüyle yeni bir anayasa yapılması yoluna gidilmedi.
1982 Anayasası, referandumla kabul edildiğinde cuntanın başının 7 yıl için cumhurbaşkanı seçilmesi öngörülmüştü; öyle de oldu. Cumhurbaşkanının görev ve yetkileri de, parlamenter demokrasinin gereklerine göre değil, cunta liderinin cumhurbaşkanı olacağı varsayımına göre düzenlenmişti.
Özellikle 1991’den sonra yapılan değişikliklerle bu yetkilerin azaltılması beklenirken, yapılmadı. Tam tersine, yetkilerin fazlalığından söz edenler, cumhurbaşkanı olunca hem bu yetkileri abartarak kullandılar, hem de fazlasını istediler.
Öte yandan, yapılan değişikliklerde 1982 Anayasasının tektipleştirici dil ve yurttaşlık tanımları, YÖK gibi kurumları aynen korundu. Üstelik 2007’de hukuk dışı yorumlarla TBMM’nin yolu tıkanarak, cumhurbaşkanının genel oyla seçilmesinin önü açıldı. TBMM’nin yolunu tıkayanlar, cunta lideri için düşünülmüş yetkilerle donatılmış bir cumhurbaşkanının genel oyla seçilmesinin yaratacağı sorunları hiç hesaba katmamışlardı.
2017 GARABETİ
‘Türk Tipi Başkanlık Sistemi’ denilen 2017 garabetine böyle geldik. 16 Nisan 2017’den sonra Türkiye, ‘anayasal devlet’ olmaktan çıktı; sözde bir ‘anayasalı devlet’ haline geldi. Haziran 2018’den bu yana ülke, anayasa ve yasalarla değil, olağanüstü yetkilere sahip ve bütün kuvvetleri uhdesinde toplamış partici cumhurbaşkanının kararnameleriyle yönetilmeye çalışılıyor.
Özetle Türkiye, 1876’dan sonra beş farklı ve köklü anayasal değişiklik yaşadı: 1921-24-61-82 ve 2017. Bunların en anti-demokratik olanı kuşkusuz en sonuncusu. 2017 değişikliğiyle Türkiye 150 yıllık birikimini çiğnedi, demokratik hukuk devleti olma yolundaki kazanımlarını yitirdi.
Ancak, eskiyi kutsayarak ve tekrar ederek sağlıklı bir gelecek kurmanın mümkün olmadığını da bilmemiz ve söylememiz gerekiyor. Önceki dönemlerin hiçbirinde devlet ve siyaset gerçek anlamda demokratik, çoğulcu, katılımcı, hele hiç saydam (şeffaf) değildi. Anayasaların, hazırlanış süreçleri gibi, çoğu kez içerikleri de sorunluydu..
Türkiye’de devlet, hemen her dönemde tek tipleştirici, asimilasyoncu, inkarcı, dışlayıcı, ötekileştirici politikalar uyguladı. Yurttaşına ayrımcılık ve haksız – toptancı suçlamalar yaptı, tuzaklar kurduğu bile oldu. 1930’lar, 40’lar, 50’ler, 60-70-80’ler bunun acılarıyla dolu. Örnekleri 2000’li yıllardan da vermek, son yıllarda bu acıların daha da çoğaldığını söylemek mümkün.
YENİ YILDA SEÇİM
Şimdi, bu hal ve şart altında bir genel seçimi bekliyoruz. İktidarın ‘Haziran 2023’ söylemine karşın seçim, 2022’nin Haziran’ında bile olabilir.
Bu seçim, partiler arasında iktidar yarışından ötede bir anlam ve önem taşıyor. Bu kez Türkiye, partilere oy verirken, aslında rejim açısından da çok önemli bir tercih yapmış olacak.
Bu seçimde iktidar ve ortakları, otoriterleşmeyi, giderek otokrasiyi temsil ediyor. Uyguladığı haksız, ayrımcı, kayırmacı politikalarla da oligarşik bir görüntü sergiliyor.
Buna karşılık muhalefetten beklenen, içinde geniş kitlelerin umut ve güvenle yer alacağı bir demokrasi birlikteliği kurabilmesi. Bu birlikteliğin ilke ve hedeflerinin anlaşılır ve güvenilir bir dille açıklanması yaşamsal önemde.
Bu açıdan, muhalefet partilerinin şimdiye değin tılsımlı bir kavram gibi dillendirdikleri ‘güçlendirilmiş yahut iyileştirilmiş parlamenter sistemi’ önerilerini açmaları ve anlaşılır kılmaları gerekiyor.; çünkü başlıbaşına bu öneri, sade vatandaş için çok fazla anlam ifade etmiyor.
Kuşkusuz muhalefet partileri, batı demokrasilerinin çoğunda başarıyla uygulanan demokratik parlamenter sistemi, bizdeki bazı eski aksaklıklarından arındırarak gerçekleştirmeyi hedefliyor. Bu yolda çalışıyor, emek veriyor, değerli metinler üretiyorlar.
Güçlendirilmiş parlamenter sistem’ deyimi siyasetin profesyonelleri için elbette anlamlı ve anlaşılır bir kavram. Ancak işe, profesyonel siyasetçilerin değil, halkın hayatı için anlam ve vazgeçilmezlik taşıyan yeni kavram ve kurumları anlatarak başlamak gerekiyor. Çoğulculuk, eşitlikçilik, katılımcılık, çevrecilik, saydamlık gibi.
Çünkü Türkiye, cumhuriyetin ilanından ve çok partili sisteme geçildiğinden bu yana bu kavramlarla yeterince tanışamadı; iktidarlar hiçbir zaman tam anlamıyla çoğulcu, devlet yeterince eşitlikçi olmadı. Yönetimde katılımcılık ve saydamlık hemen hiç yaşanmadı.
DEMOKRASİ MİSAKI
Şimdi bu dönemde yeni şeyler söylemek, cumhuriyeti demokrasiyle, demokrasiyi özgürlük, çoğulculuk, eşitlikçilik, katılımcılık ,çevrecilik ve saydamlıkla donatarak anlatmak gerekiyor:
Önümüzdeki yeni dönemde, örneğin,
-Kimse, hiçbir inanç ve köken ayrımcılığa maruz kalamaz; herkes kendini ifade etmekte özgür, bu anlamda siyaset ve devlet çoğulcu olmak zorundadır.
-Herkes yasalar önünde eşittir; olanaklarda ve fırsatlarda eşitlik, temel yurttaşlık hakkıdır. Eşitliğin koşullarını sağlamak devletin görevidir.
-Herkes, bulunduğu yer, yöre ve bölgede söz ve kararlara katılmak hakkına sahiptir; temsilcilerini doğrudan seçebilmelidir. Katılımcılık, bu çağda demokrasinin ‘olmazsa olmaz’ kuralıdır.
-Merkezi ve yerel bütün yönetim birimleri, kamu kaynaklarını neden ve nasıl kullandığını açıklar. Çünkü kullanılan kaynak halkındır. Saydamlık, yönetimde dürüstlüğün güvencesidir.
-Tarihsel ve doğal çevrenin korunması yaşanabilir bir dünyanın öncelikli şartıdır. Bu anlamda çevrecilik yeni dönemin temel ilkelerindendir.
–Adalet, devletin ve toplumun temelidir. Adaletin olmadığı yerde barış, huzur ve güven olmaz. Bu açıdan ülkenin birikmiş adaletsizlikten kaynaklanan sorunların çözümü ve yurttaşların mağduriyetlerinin giderilmesi acildir ve önceliklidir.
Türkiye’ye bu kavramların temelinde yükselen yeni bir ‘misak’ (andlaşma, mutabakat) gerekiyor. 1920’nin Misak-ı Millisi, 1950’nin Hürriyet Misakı gibi.
Bağımsızlığımızı, birliğimizi, özgürlüğümüzü, ekmeğimizi ve hukukumuzu güvence altına almak için hep birlikte gerçekleştirmeye and içeceğimiz bir Demokrasi Misakı.
Demokrasi Misakı, -siyasi fark ve programlarını saklı tutarak- bütün demokrasi güçlerinin bir arada ve bir bayrak altında toplanmasını sağlayabilir.
Bu misakta yer alan ilkelerin Anayasa hükümleri haline gelmesiyle Türkiye, cumhuriyetin 100. yılına yakışan ve kurucusunun ifadesiyle “çağdaş uygarlık düzeyine ulaşan” bir adım atmış olacaktır. Cumhuriyetimizi demokrasiyle taçlandırmış, demokrasimizi, adalet ve hakkaniyet temelinde yükselen çoğulculuk, katılımcılık, çevrecilik ve saydamlık ilkeleriyle anlamlandırmış olacaktır.
Bu inanç ve umutla, bütün yurttaşlarımın yeni yılını kutluyorum, 2022’nin tüm dünyaya barış, bereket, esenlik ve iyilikler getirmesini diliyorum.
Kaynak: Artı Gerçek
***Mutluluk, adalet, özgürlük, hukuk, insanlık ve sevgi paylaştıkça artar***