Türkiye ekonomisi için çok zor bir hafta geride kaldı. Fakat TL/doların 11,00 ve üzerine oturmasıyla asıl zorluk müthiş bir enflasyon dalgasıyla beraber, halk açısından yeni başlıyor. Daha yüksek enflasyonla hem azalan alım gücü hem artacak şirket iflasları önümüzdeki dönemde işsizliği ve yoksulluğu yeniden yukarılara taşıyacak. Türkiye tarihinde küresel enerji krizi nedeniyle 1970’lerle hatırlanan o uzun kuyruklar yeniden gündeme gelirken, en az iki neslin bilmediği ölçekte bir yoksunluk hali kapımızda bekliyor.
Bir taraftan mahkemelerde biriken icra dosyalarının sadece bu sene 6 milyon artışla yeni zirvelere çıktığını öğreniyoruz. Bir taraftan sanayici, üretici, ihracatçı her kesimden yükselen sesler mal tedarik sorunları aşılsa bile zam dalgasının neden olduğu stokçu zihniyetin geri döndüğünü, maliyet hesapları yapılamadığını, ürün fiyatlarının neredeyse saatlerle değiştiğini anlatıyor. Maliyet ve fiyat hesabı yapamayanlar, yatırım yapmaktan çekiniyor; bir de üstüne sanki bu sorunlar yokmuşçasına bizzat Cumhurbaşkanı’ndan ağır azar işitiyorlar.
AKP iktidarının gözbebeği Türkiye İhracatçılar Meclisi’nin Başkanı İsmail Gülle ise bir puanlık faiz indiriminin TL’de neden bu kadar değer kaybı yarattığını kavrayamadığını, ihracatın ithalatı karşılama oranının %90’ın üzerine çıktığını ve Cumhuriyet kurulduğunda (evet yanlış okumadınız) ihracatın 100 milyon dolar olduğunu, bugünse 250 milyara koştuğunu söylüyor. Gülle devam ediyor: “Bu kadar çalışma ve gayret bir puanlık faizin karşısında bu kadar etkilenmemelidir.”
Kendisine gülümseyerek devam edelim.
Türkiye ekonomisinde kriz var. Ağır çekim görüntüde göstere göstere gelen, kötü ekonomik yönetimin neden olduğu sıkıntılar akut bir seviyeye ulaşmış durumda. Yaşananlar yakın tarihte hafızalarda yeri olan 1994 ve 2001 krizlerini hatırlatıyor ister istemez. Benzeyen yönleri olmakla birlikte 2001 krizi sonrası IMF programıyla değişen ekonomik altyapı ise hissedilen krizin nedenleri ve sonuçlarında önemli farklılıklar yaratıyor.
Ekonominin gerçeklerinden kopuk zorlama faiz indirimleri sonucunda piyasalarda oluşan tahvil faizleriyle politika faizi arasında açılan makas olarak bakıldığında 1994 krizini hatırlatıyor. Dönemin Başbakanı ekonomi profesörü Çiller de tahvil faizlerinin yükselen enflasyonu yansıtmasına dayanamayarak Hazine ihalelerine müdahale etmeye kalkmıştı. Ekonomistliği kendinden menkul Erdoğan da Çiller gibi “ben istedim bu faiz düşecek yaklaşımıyla” merkez bankasını bizzat kontrol etmeye girişiyor. Bu açıdan 94 krizi ile benzerlik kurulabilir. Fakat, 1994 vari ani bir kriz patlamamasının nedeni ise Hazine’nin nakit durumunun o gün ve bugün arasındaki önemli farkı, küresel resmin değişikliği ve tabi 2001 krizi sonrası gelen yapısal değişiklik.
2001 krizi ile bugün yaşananlar arasında da önemli bir fark var. Bunlardan atlanmaması gereken her iki eski krizde de kur rejiminin bugün olduğu gibi serbest olmayışı. Bunun anlamı da ekonomide yapılan hataların “bir gecede” TL’de büyük değer kaybı olarak ani ve şiddetli şok yaratmayışı. Özellikle 2018’den bu yana TL’nin değer kaybının sürekli ve kademe kademe gelmesi yaşanan krize “ağır çekim” denmesinin temel nedeni. 2001 krizi ile bugün arasındaki bir önemli fark da ekonomi yönetiminde yapılan hataların yüksek kamu açıkları ve bunu finanse eden bankacılık sistemi üzerinde patlak vermeyişi. 2001’de kamu açığı GSMH oranı %12 iken bugün %2’nin altında. Şimdilerde sorun 2008 finansal krizi sonrası dönemin yarattığı ucuz ve bol döviz likiditesi ile borcu tempolu yükselen özel sektör firmalarında. Bankacılık sektörü 2001 krizi sonrası BDDK’nın kurulması ve uluslararası bankacılık standartlarının, kontrol mekanizmalarının devreye sokulmasıyla sermaye olarak güçlü bir konumda. Fakat, AKP hükümetinin çeşitli yöntemlerle yüzdürdüğü ve sakladığı sorunlu krediler bugün bankaların yumuşak karnı. Özellikle 2018 Ağustos kur krizi sonrası dönemden beri ucuz kredi vermeye zorlanan kamu bankalarının düşen karlılığı da bugün ön planda.
Her iki krizle bugün yaşananların en temel ortak noktası da kötü ekonomi yönetimi sonucu ortaya çıkan yüksek enflasyon nedeniyle tahvil piyasası faizleriyle politika faizi arasında açılan makas. Ve faizi yapay bastırma çabalarının yatırımları artırmak yerine engel olmaya başlaması.
Ekonomi yönetiminde neden-sonuç ilişkisinden kopuşun zirveye ulaştığı son aylarda ekonomist olarak tahmin yapmak gereksiz hale geldi. Fakat tabi bu durum yine de tüm olanları neden yaşadığımızı açıklamaya çalışmaya engel olamıyor. Zihin akla yatkın bir neden bulmak için arayış içinde kalıyor.
Hürriyet Gazetesi’nden 15 Temmuz sonrası Erdoğan’a yaklaşma tercihi ile kayıtlara geçen Hande Fırat, 19 Kasım 2021 tarihli yazısında bu arayışa ışık tutmuş.
Hande Fırat Cumhurbaşkanı’nın faiz nefretini veri olarak alıp bir kenara koyarken, TL’de erimeye rağmen neden faiz indirildiği sorusunun cevabını aramış. Sorularını sorduğu yer merkez bankası değil, Hazine değil, Maliye değil. Cumhurbaşkanlığı’ndaki “üst düzey isimler”. Bu bile yönetim sorunlarının ekonomiye nasıl yansıdığının başlı başına kanıtı aslında.
Seçimle gelmeyen, siyasi sorumluluğu olmayan, dolayısıyla gün olup da bu işlerin hesabı sorulduğunda tereyağından kıl çeker gibi sıyrılabilecek üç-beş danışman bakın değişen “ekonomi politikamızı” nasıl anlatmışlar Fırat’a:
– Faiz indirimiyle ortaya çıkan faturaya değişim sancılarının “acı reçetesi” olarak bakmak gerek.
– Erken seçim planları yok, acı reçete halka içirilirken, hedef 2023 Haziran seçimine kadar TL’deki değer kaybı ile yatırımları artırmak, işsizliği azaltmak. Bu süreçte de alt gelir grubunu rahatlatmak.
– 2023 seçimlerine yüksek faiz, yüksek enflasyon ve yüksek işsizlik oranlarıyla girilmek istenmiyor. Düşük faiz para politikası ile yatırımları artırmak işsizliği azaltmak istiyor.
– “Düşük faiz-değersiz TL” politikası seçilmiş çünkü:
- 2021’in ikinci çeyreğinde geçen yılın aynı dönemine göre büyüme %21,7. 2021 sonunda %10 civarı büyüme bekleniyor.
- Son ekim verilerine göre aylık ihracat artışı yıllık %20,8. Ocak-ekim döneminde %33,9’la elde edilen 181,8 milyar dolar oldu.
– Merkez Bankası’nın rezervleri korunmakta, muhalefetin “ekonomi yönetilemiyor” algısı psikolojik.
Hande Fırat’a mı, Saray danışmanlarına mı “pes” demek gerek, insan karar veremiyor. Madde madde cevap yazma gereği ortaya çıkıyor bu durumda:
-TL’de değer kaybı ile Saray’a yakın müteahhitler grubu zenginliğine zenginlik katarken, yanlış ekonomi politikasının ceremesini yine halk çekiyor. “Acı reçete” ismiyle, uygulanan para politikasından ibaret kararların bir “reçete” olduğuna ve yapısal dönüşüm yarattığına inanmamız bekleniyor.
– Eriyen asgari ücrete mahkûm edilen milyonlara yüksek enflasyonun arkasından gelen, üç-beş ay sonra eriyecek bir düzeltme yapılarak, (teşbihte hata olmaz) köpeğe atılan bir kemik misali telafi edileceğinden bahsediliyor.
– Aklımıza, bilgimize hakaret eden bu yaklaşımın baz etkisi kaynaklı ve sürdürülemez büyüme performansının kaynağı olduğu iddia ediliyor. Asıl büyüme performansının baz etkisinin elendiği 2022-2023’te ortaya çıkacağı bilerek atlanıyor.
– Üretilen her ürün sanki %60-80 ara malı ithalatına bağlı değilmiş gibi pandemi sonrası küresel ticarette ortaya çıkan anomali sonucu yükselen ihracat performansının devam edeceği varsayımı ile hayatımız karartılıyor.
– Merkez bankasının swap hariç net rezervleri halen -37 milyar dolardayken, rezervlerin korunduğu yalanı devam ettiriliyor.
Tarih tekerrürden ibaret denir. Bugün ülkeyi yöneten aklın kıtlığı ve cehaleti nedeniyle Türkiye bir kez daha diğer ülkelerle ilişkilerinde ve ekonomik durumu itibarıyla dünyada “Hasta Adam” olarak görülüyor. Bu durumun değişmesi için de hastalığa neden olan yönetimin ve yönetim biçiminin yarın bile çok geç kalınmış olacak erken seçimle değişmesi gerekiyor.
Kaynak: Artı Gerçek
***Mutluluk, adalet, özgürlük, hukuk, insanlık ve sevgi paylaştıkça artar***