YORUM | M. NEDİM HAZAR
Heybemizde nefret yok, karanlığın en koyuluğunda bile aydınlık bir düş süsler gecelerimizi.
Ve biz, o düşlere tutunup bir çocuğun salıncaktan atlaması gibi ciğer ferahlatan sahillere ineriz. Kin, bilmediğimiz bir cerahattir bizim için. Hayalleri küçücük bir tahta kulübenin minicik penceresinden yükselen bir mefkure darlıktan şikâyet eder mi hiç? Taş bir cami penceresine serili eprimiş çullar, bizim için cennet döşeği hükmündedir. Bilenler bilir, bilmeyenler nefretle sıkar avuçlarını. Sıkılmış yumrukla tokalaşmak ne mümkün ama yine de iflah olmaz iyimserleriz.
İşin künhüne vâkıf olanlar için gökyüzü ne muazzam bir yonca tarlasıdır. Her bulut muştu değerinde damlalara gebedir bakmasını bilen için. Bulutun karanlık ve kasveti ürkütür belki ama korkutmaz bizi. Bulutlara dost olana ne kar kâr eder ne kara kış. Kucak dolusu umut taşır sevda yüklü bulutlarımız. Hayalleri küçük olana acırız esas biz. Acele edip kışta gelenlere hayran olanların mevsimden, iklimden şikâyet ettiği nerede görülmüş? Biz zemheri soğuğunda ‘sine üryan’ gezen yiğitlerin hastalarıyız.
Yaralarımız… Hüznü geçmişten miras olarak alanların yarasından gocunduğunu kim görmüş? Ki biz kanadıkça yaşadığımızı biliriz. Dertten kaçanları bu nedenle hayretle izler de, kolları omuz başından koparırcasına ayırıp sinemizi yosunlu bir kayanın buz gibi ummanlara omuz verişi gibi açarız.
Hani türkü diyor ya, “yar sinemi yar / gör ki neler var!” Sessizliği sahipsizlik zannedenler ne bahtsız! Ve ne acınasıdır cam kırıklarını elmasa tercih eden aldanmışlar. Bizim şarkımız ezeli bir güftenin terennümüdür, ıslıklarımız ebedi bir sevdanın şen şakrak türküsünü tüttürür. Memleketin değil yeryüzünün şarkı da garbı da bizimdir ve aynı şarkı yankılanır sınır tanımayan kara sevdalıların gök kubbesinde. Gurbeti vatan, sılayı miskinlik bilenin durduğu nerede görülmüş? Yunus ibni Metta’nın ‘tahtelbahir’inin içinde olmak bile karartmaz ufuklarımızı, zira biliriz sahili selamete çıkacak bu sefine ve orada var elbette bir şecere-yi yaktin! Hepimiz Zennun’uz, alayımız ‘sahib-i Hut”
Bir değil bin kez atılsak denizlere, bir değil bin yunus yutsa bin parçaya bölünmüş bedenlerimizi, yine inkisar olmaz bize. Biliriz, öyle bir ruh ki bütünler parçaları, öyle bir umut ki silkeler okyanusları. Sinesi parça parça, yüreği dağlanmış ruhlara yara ancak şeref madalyası olur ve biz yaralarımızı severiz en çok! Sahra olur kıyısız derin sular, lamba olur göğe asılı aylar. Serin bir mangal gibi pişirir ham ruhlarımızı dağdağalı denizler. Biz balık karnında edilen duaların meftunuyuz…
Haritada yerini bile bilmediğimiz Yesrib’lerimiz, Hira kokar ellerimiz. Duamız belli, duyanımız belli, veren ‘kerem ve ihsan sahibi’: “Allah, iman edip iyi işler yapanların tövbesini kabul eder, lütfundan onlara, fazlasını verir…” (Şura, 26) Şehir-i Şair gibi ancak dilenebiliriz: “Sonsuzluk kervanı peşinizde ben (…) Bir kırıntı yeter kereminizden…” Biliriz, dönüştürür her şeyi O (cc). Böyle geçer günlerimiz…
Emanettir nefeslerimiz. Üç kuruşluk dünya uğruna feda etmeyiz sonsuzluğu. Niyazımız; gelir de son nefeste ölüm meleği, otururken değil, yürürken, tırmanırken Ninova’ya bulsun bizi. Buruşmuş avuçlarımız, kırışmış alınlarımız, sessiz sedasız gideriz. Derviş Yunus gibi, dökülse de kirpik ve kaşlarımız, takdir işlerinden biliriz ve gözyaşlarımızla ıslatıp bencileyin vird eyleriz:
“Başları üstünde hece taşları. / Ne söylerler, ne bir haber verirler…”
Kaynak: Tr724
***Mutluluk, adalet, özgürlük, hukuk, insanlık ve sevgi paylaştıkça artar***