Büyük ekonomik çöküntünün iyice vahimleştiği günümüzde Türkiye siyaseti, ana muhalefet partisi CHP’nin yeni bir çıkışıyla “helalleşme”ye endekslendi. Yorumlar ve tepkiler farklı, Yenikapı Ruhu‘nun aktörlerinden biri olarak gerek dış siyasette, gerekse iç siyasette kaydettiği zikzaklardan dolayı Kılıçdaroğlu’na tepkili olanlardan dahi bu “hellalleşme” operasyonunu alkışlayanların, kendisinin müstakbel “cumhurbaşkanlığı”nı hak ettiğini, desteklenmesi gerektiğini ifade edenlerin sayısı hayli yüksek.
Çok değil, daha iki hafta önce Yozgat’ta “Kandil’i yerle yeksan etmezsem bana Kılıçdaroğlu demesinler” diye kükrediği, bir hafta önce de Meclis’te Erdoğan’ın Türk-İslam fütuhatının yeni bir aşaması olarak Türk askeri birliklerinin Kafkaslar’daki görev süresinin uzatılmasına “Evet” oyu verdiği nisyana terkedildi.
AKP’nin mütedeyyin seçmenlerinin oylarını çekebilmek için 2014 seçimlerinde İslam İşbirliği Teşkilatı genel sekreteri Ekmeleddin İhsanoğlu‘nu cumhurbaşkanı adayı göstermekle işe başlayan Kılıçdaroğlu konuşmalarında dinsel vurgu dozajını gittikçe artırarak işi “helalleşme”ye vardırdı.
Hakkını yememek lazım… Siyasette “helalleşme”yi ilk kullanan Kılıçdaroğlu değil, Cumhurbaşkanı ve AKP Genel Başkanı Recep Tayyip Erdoğan‘dır.
Erdoğan, on yıl önce, kısa bir süre gerginlik yaşadığı Koç Grubu patronlarından İnan Kıraç‘la helalleştiği 22 Haziran 2011 tarihli gazetelerin manşetlerine yansımıştı… Son olarak, Kılıçdaroğlu‘nun çıkışından altı ay önce, 14 Mayıs 2021’deki bayramlaşma konuşmasında “Esnafımıza here türlü desteği vermenin gayreti içerisindeyiz… Buna rağmen sıkıntıya düşen esnafımız varsa hepsinden helallik istiyoruz” demişti.
Siyasi literatürümüze yeni giren bu “helalleşmenin” ne olduğunu merak edenler, Diyanet İşleri Başkanlığı’nın yayınladığı 7 ciltlik “Sahîh-i Buhârî Muhtasarı: Tecrîd-i Sarîh”teki 376 ve 1090 numaralı hadislere bakabilirler.
376 numaralı hadiste bir uyarı da var, aman dikkat: “Helalleşmeden sonra kulun hakkı ortadan kalkmakla birlikte, helâllik dilemeğe yol açan fiil helâl hale gelmiş olmaz. Yani ortada bir haramı helâl haline getirme durumu yoktur, yalnızca kişinin yapılan şeyden dolayı kendi hakkından vazgeçmesi hadisesi vardır. Helalleşme ile, zâlim, mazlumdan üzerindeki hakkı bağışlamasını dilemiş olur. Allah’ın haram kıldığı şeyden hasıl olan günahı bir kimsenin helâl kılması mümkün değildir.”
Siyaset hayatında bu hadislerin nasıl yorumlanıp uygulanacağını yine “helalleşme” adayı siyaset erbabına bırakıp Kılıçdaroğlu‘nun kendi partisi CHP’nin geçmişiyle de hesaplaşma vaadine dönelim.
Haydi, CHP’nin 1960, 1971ve 1980 askeri darbesinden sonra başını çektiği koalisyon hükümetleri döneminde işlenen “günah”ları sağ partilerle ortaklığın kaçınılmaz sonucu sayalım, ama 7 Eylül 1919’da Anadolu ve Rumeli Müdafaa-i Hukuk Cemiyeti adı altında kurulmuş olan CHP’nin 31 yıllık tek parti iktidar dönemi hiç de göğüs kabartıcı olmayan örneklerle doludur.
20. yüzyıl başındaki Ermeni, Asuri, Pontüs soykırımlarının sorumlularını devletin kilit noktalarına getirmekle başlayıp 1920 yılında Türkiye’ye dönüş yapan TKP lideri Mustafa Suphi ve yoldaşlarının Karadeniz’de hunharca katledilmesi, mükerrer Kürt kırımları, Trakya Yahudi pogromu, Varlık Vergisi zulümleri, bireysel ve kitlesel TKP tutuklamaları, Türkiye’nin en değerli sol aydınlarının yıllarca zindanlarda çürütülmesi, hattâ katledilmesi ilk ağızda akla gelenlerdendir.
Yaşım itibariyle bu tek parti döneminin son kesiminin de yaşayan tanığıyım.
Büyük raslantı… Kılıçdaroğlu’nun “helalleşme kampanyası”nın başladığı bir sırada, Almanya’nın Hamburg kentinde 19-20 Kasım 2021 tarihlerinde organize edilmiş bulunan bir etkinlik CHP’nin geçmiş “günah”larından birini gündeme taşıyor: Sabahattin Ali Edebiyat ve Tiyatro Günleri.
Ahmet Telli, Aydın Ilgaz, Filiz Ali, Harun Çelik, Meinhard Meuche-Mäker, Nalan Çelik, Nebil Özgentürk, Noyan Erözçelik, Dr. Rahime Sarıçelik, Rukiye Cankıran, Stefanie Wolpert, Şehbal Şenyurt-Arınlı, Tevfik Turan, Turgut Çeviker ve Umut Kağan Özel’in söz aldığı bu etkinlikte ben de Sabahattin Ali‘nin siyasal mücadelesi, bu nedenle uğradığı baskılar, en verimli çağında katledilmesi ve adının yıllarca unutturulmaya çalışılması üzerine görüşlerimi ifade etme olanağı buldum.
Aynen paylaşıyorum:
Sabahattin Ali, daha çocukluk yıllarımda belleğime nakşolan unutulmaz isimlerden biriydi…Demiryolu emekçisi babamın İç Anadolu’nun ara istasyonlarında bana okuttuğu kitaplar arasında Nazım Hikmet gibi Sabahattin Ali’nin eserleri de vardı.
Ankara’ya gelip başkentin yoksul mahallelerinden birine yerleşmemizden ve Atatürk Lisesi orta kısmında öğrenciliğe başlamamdan sonra da Sabahattin Ali’nin gazeteci yanını tanıdım.
Hergele Meydanı’nın arka sokaklardan birinde tek kale maç yaparken şutladığım çaput top köşedeki kundura tamircisinin kulübesine kaçmıştı… Mahallenin solcu bilgelerinden yaşlı usta önce biraz kızmış, ardından okumakta olduğu gazeteyi göstererek halkımıza yararlı insanlar olmak istiyorsak mutlaka onu okumamızı tavsiye etmişti.
Tavsiye ettiği gazete Sabahattin Ali’nin yayın yönetmeni olduğu Marko Paşa’ydı…
Ertesi gün okulda arkadaşlara Marko Paşa’dan bahsettiğimde kıyamet kopmuştu. Sınıfımızda sürekli Turancılık propagandası yapan bir yüksek bürokrat çocuğu, o gazeteyi okuyanların mutlaka başının derde gireceğini, çünkü yöneticisinin azılı bir komünist olduğunu söyleyerek hepimize gözdağı vermişti.
Nedeni belliydi… Turancılığın başını çekenlerden Nihal Atsız, iki sene önce Sabahattin Ali’yi CHP’nin tek parti yönetimine jurnallemişti, bu nedenle de mahkemelik olmuşlardı… Üstelik, İnönü’nün 1946 yazında Hasan Ali Yücel’in yerine Eğitim Bakanlığı’na aşırı sağcı Şemsettin Sirer’i getirmesinden sonra Turancılar iyice azmış, Atatürk Lisesi’nde solcu öğretmenlerimiz işten atılmış, Nihal Atsız başta olmak üzere Turancılara okulda sık sık gösteri yapma olanağı tanınmıştı. Liseye Marko Paşa’nın girebilmesi imkansızdı…
Sabahattin Ali’nin adı iki yıl sonra, 1948’de, okul içi tartışmalarımıza bir kez daha, ama dramatik bir şekilde düştü… Sabahattin Ali Bulgaristan’a geçmeye çalışırken katledilmişti. Turancılar yazarın komünist bir ülkeye kaçarken vatanperver bir vatandaş tarafından katledildiğini iftiharla anlatıyor, Nihal Atsız’ın bir kez daha haklı çıktığını vurgulayarak kendilerine biat etmeyenlere gözdağı veriyorlardı.
İki yıl sonra, Sabahattin Ali’yi katleden terör maşası Ali Ertekin göstermelik duruşmalar sonunda sadece dört yıl hapse mahkûm edildiğinde artık Ankara’da değil, İzmir’deydim…
Demokrat Parti’nin seçim zaferinden sonra ülkede görece bir serbestlik havası vardı. 14 Temmuz 1950’de çıkartılan af yasasıyla yıllardır zindanda çile çektirilen Nazım Hikmet de serbest bırakılmıştı.
İşte o ortamdadır ki, sol eğilimli sınıf arkadaşlarımdan biri Sabahattin Ali’yi katleden kişiye böylesine gülünç bir ceza verilmesi karşısında büyük tepki göstermiş, kitaplığında özenle sakladığı eski bir gazeteyi çıkartarak “Onu işte bu gazeteye katkısından dolayı katlettiler” demişti…
Ankara’dayken adını duymadığım bir gazeteydi Mehmet Ali Aybar’ın yayınladığı Zincirli Hürriyet… İlk üç sayısı İzmir’de yayınlandıktan sonra, tıpkı 1945’de İstanbul’da Tan gazetesine yapıldığı gibi 19 Nisan 1947’de onun da İzmir’deki bürosu ve basıldığı matbaa CHP’nin tahrik ettiği milliyetçi gençler tarafından tamamen tahrip edilmişti. Arkadaşım da bu korkunç olaya bizzat tanık olmuştu, o nedenle son derece öfkeliydi…
Aybar İzmir’deki bu saldırıdan sonra Zincirli Hürriyet’i İstanbul’da yayınlamaya karar vermişti. Gazetenin 5 Şubat 1948’te yayınlanan 4. sayısının manşetinde Sabahattin Ali’nin “Asıl büyük tehlike bugünkü ehliyetsiz iktidarın devamıdır” başlıklı bir yazısı yer alıyordu. Arkadaşımın da vurguladığı gibi, Sabahattin Ali işte o sayının yayınlanmasından iki ay sonra, 2 Nisan 1948’de alçakça katledilmişti.
İzmir’de gazeteciliğe başladığım 1952, o göstermelik liberalleşme döneminin sona erdiği, Kore’ye 4500 kişilik tugay gönderme ve ünlü 1951 komünist tevkifatını başlatma karşılığında Türkiye’nin NATO’ya kabul edildiği yıldı. Anti-komünist histerinin azgınlaştığı bu yeni dönemde Nazım Hikmet, hapisten kurtulalı bir yıl dolmadan ileri yaşında askere çağrıldığı için Türkiye’yi terk etmek zorunda kalmış, bu yüzden Bakanlar Kurulu kararıyla Türk vatandaşlığından çıkartılmıştı.
Mccarthyism’in tavan yaptığı o dönemde ABD emperyalizmine şirin görünmek için her türlü kirli oyuna başvurmakta çekinmeyen Demokrat Parti iktidarı, kendi kışkırttığı 6-7 Eylül 1955 pogromunun sorumluluğunu dahi komünistlere yükleyerek Aziz Nesin, Kemal Tahir ve Asım Bezirci’nin de dahil olduğu çok sayıda sol aydını tutuklattıracaktı.
Bunu benim çalıştığım, o dönem İzmir’in tek muhalif gazetesi Sabah Postası’nin başyazarı Orhan Rahmi Gökçe’nin tutuklanması izleyecekti.
Aslında bu, yüzyıl başındaki Ermeni, Asuri, Pontüs soykırımlarının, 1920 yılında Türkiye’ye dönüş yapan TKP lideri Mustafa Suphi ve yoldaşlarının Karadeniz’de hunharca katledilmesinin, mükerrer Kürt kırımlarının, Trakya Yahudi pogromu’nun, Sabahattin Ali’nin öldürtülmesinin, Sertel’lerin ve Nazım Hikmet’in sürgüne zorlanmasının, kitlesel TKP tutuklamalarının doğal uzantısıydı.
1967 yılında İnci ve ben, Yaşar Kemal ve Fethi Naci ile sosyalist Ant Dergisi’ni yayınlamaya başladığımızda, geçmişin bu karanlığını yırtmayı bir görev bildik.
İlk olarak Ant’ın 12 Aralık 1967 tarihli sayısında “Yakın tarihin en korkunç siyasi cinayeti: Mustafa Suphi nasıl öldürüldü?” başlıklı incelemeyi yayınladık.
Bunu, 2 Eylül 1968’de sürgünde kaybettiğimiz Sabiha Sertel ve eşi Zekeriya Sertel’in anıları ve Nazım Hikmet üzerine yazıları izledi.
Sabiha Sertel, anılarında Resimli Ay’da birlikte çalıştığı Sabahattin Ali’ye de geniş yer veriyordu. Sabahattin Ali’yi roman yazmaya Nazım Hikmet’in teşvik ettiğini belirtirken şöyle diyordu:
“Sabahaddin’in ilk romanı Kuyucaklı Yusuf, Resimli Ay matbaasında basılmıştı. Nazım makinaların başında ilk sayıyı almak için bekliyordu. İlk kopyayı alıp da yukarı geldiği zaman Sabahaddin’den fazla o seviniyordu.”
Sabahattin Ali’nin katli üzerine Sabiha Sertel’in bir anısı hepimizi son derece sarsmıştı. Şöyle diyordu: “Aradan 14 yıl geçti. Hapishaneden çıkışında Nazım’la görüştüğümüz gün, Sabahattin’in öldürülmesinden söz açıldı. Nazım boynunu bükerek ‘Bir kurban daha verdik, ne yapalım, zafere kanlar içinde varacağız’ dedi.”
Bunları okuduktan sonra, Sabahattin Ali’yi Türkiye solunun genç kuşaklarına tanıtmayı ve katledilmesinin üzerindeki esrar perdesini yırtmayı bir görev bildik.
Sol hareketin ve sendikacılığın geçmişi üzerine değerli bir arşivi olan meslektaşım ve Türkiye İşçi Partisi’nden yoldaşım sevgili Kemal Sülker birkaç aylık çalışmayla bu konuda ilk ciddi eser olan Sabahattin Ali Dosyası’nı yazdı ve 174 sayfalık bu değerli eseri 12 Kasım 1968’de Ant Yayınları’nın 9. Kitabı olarak yayınladık.
Sabahattin Ali Dosyası’nı yayınlamamızdan birkaç ay önce 68 direnişindeki devrimci gençliğe karşı cankırım süreci başlatılmıştı. 25 Temmuz 1968’de İstanbul’da Amerikan 6. Filosu’nun gelişini protestolar sırasında İstanbul Teknik Üniversitesi’nde Vedat Demircioğlu, 28 Temmuz 1968’de Ankara’da bir öğrenci direnişi sırasında Atalay Savaş katledilmişti.
Bu nedenle kitabı okurlara sunarken şöyle demiştik: “Bu kitap Sabahattin Ali’nin yetişmesini, politik mücadelesini hangi ortamda yaptığını, nasıl pusuya düşürülüp öldürüldüğünü, duruşmada ortaya çıkan korkunç gerçekleri bir bir ortaya koymaktadır. Özellikle yeni kuşak için ibret verici bir cinayetin bütün ayrıntılarıyla bilinmesi, yeni bir terör dönemine hasret çekenlerin bulunduğu bugünün ortamında çok yararlı olacaktır.”
Evet… Zaman çabuk geçiyor… Sabahattin Ali’nin katlinin üzerinden 73 yıl, Vedat Demircioğlu ve Atalay Savaş’ın katlinin üzerinden 53 yıl geçti.
Türk Devleti’nin cinayet makinesi hiç durmadı, devrimci saflarda, Kürt ulusunun tüm coğrafyalarında, hatta siyasal sürgünler arasında can almaya, öldürme tehdidini bir baskı unsuru olarak kullanmaya devam ediyor.
Bugün burada hem Sabahattin Ali’yi, hem de on yıllardır devlet terörünün kurbanı olan tüm yoldaşlarımızı saygıyla selamlıyorum.
Özel olarak, bugünkü konferansta birlikte olmamız öngörülmüşken, en üretken döneminde sonsuzluğa göçen sürgünümüzün yaratıcı ve mücadeleci siması, adaşım ve değerli dostum Doğan Akhanlı’nın şahsında siyasal sürgünde can veren tüm yoldaşlarımızı özlemle anıyorum.
Kaynak: Artı Gerçek
***Mutluluk, adalet, özgürlük, hukuk, insanlık ve sevgi paylaştıkça artar***