Fehmi Koru bugünkü yazısında ‘CHP kapatılır, politikacılar sürülür, iktidar seçimi kazanana teslim edilmez iddialarını’ değerlendirdi.
‘Türkiye 1946’nın Türkiye’si değil’ diyen Koru, “İsmet Paşa’nın 1950’de, Süleyman Demirel’in, Bülent Ecevit’in, Turgut Özal’ın, Necmettin Erbakan’ın, Mesut Yılmaz’ın daha sonraki yıllarda iktidarı yeni gelenlere teslim ettikleri bir ülke Türkiye” diyor ve seçimi kaybedenin iktidarı teslim etmesi gerektiğinin altını çiziyor.
Koru’nun yazısı şöyle:
Demokrasilerin en belirgin özelliği iktidarın herhangi bir tartışmaya mahal vermeden sükunet ve suhuletle el değiştirebilmesidir.
Ülke yönetmeye talip olanlar parti kurar veya var olan partilerden birinde siyasi hayata katılır, seçimlere girer ve halktan yeterli oyu almayı başarırlarsa iktidara gelirler.
Halkın desteğini kaybedenler, süre dolunca -bazen süre de dolmadan yapılan seçimlerle- yerlerini desteğin yeni yöneldiği kadrolara terk ederler.
Yönetim tarzınız demokrasi ise, siyasetle ilgilenmeye başladığınızda bu temel kuralı bilir, kabullenir ve ona göre hareket edersiniz.
Uzak ve yakın geçmişte, bizde ve başka demokrasi iddialı ülkelerde, bu kuralı benimsemediği görüntüsü verenler, kuralı tanımama eğilimine girenler, hatta koltuğu terk etmeye yanaşmak istemeyenler olmadı değil, oldu; bunların bazısı süreci durdurmak, yerlerinde kalmak için çaba da gösterdi.
Seçimlere hile karıştıranları, karanlık güçleri devreye sokanları, hatta kitleleri hareketlendirerek seçim sonucunu değiştirmeye çalışanları gördük.
Şu yakınlarda, Belarus’ta 26 yıl üst üste yerini korumuş Aleksandr Lukashenko, hile yaptığı, karanlık güçleri son seçim öncesi ve sonrasında devreye soktuğu iddialarının muhatabıdır.
Donald Trump’ın ABD’de devir-teslim işlemini durdurmak için kitleleri ayaklandırmaktan çekinmediğine bütün dünya şahit oldu.
Zaten bu son olayların gelebileceği öngörüsüyle uzunca bir süredir demokrasi krizinden söz ediliyor; bu alanda yazılan kitapların sayısı 100’ü aştı.
Türkiye’de 1946 yılında yapılan ve hile karıştırıldığı iddialarına muhatap olan dışındaki seçimlerde bugüne kadar doğrudan bir kural-dışılık yaşanmadı.
1950’de, kendisinden ‘milli şef’ olarak söz edilen İsmet İnönü, seçimi kaybedince, kazananlara iktidarı terk etti.
Kendisine bazı asker kişilerce yapılan “Diren” telkinlerine rağmen hem de…
Tayyip Erdoğan’ın İstanbul’da, Melih Gökçek’in Ankara’da belediye başkanlıklarını kazandıkları seçimlere (1994), pusulaların çalındığı, yakıldığı iddialarını seslendirerek gölge düşürmek isteyenler çıkmadı değil, çıktı; ancak halk verdiği oyun zayi edilmek istenmesine izin vermedi.
Partilerin kapatılabildiği ve bu yönüyle sorunları bulunan bir demokrasi bizimki; ancak askeri darbeler sonrasında veya dolaylı müdahalelerle partileri kapatılan halk kesimleri, bu durumu sineye çekmiyor. Bu durum, kapatılma sonrasında meydana gelen gelişmelerden belli. Kapatılanların yerini alacak yeni partiler kuruluyor ve tabanı olan eğilimler siyasi hayatta varlıklarını ne pahasına olursa olsun sürdürüyorlar.
Böyle bir arka-plana sahip bir ülkede, 2021 yılında, hala parti kapatmayla sonuçlanacak süreçlerden medet umulmasını nasıl yorumlayabiliriz?
Son seçimde 6 milyon oy alabilmiş HDP’nin kapatılması için harekete geçildi.
“Cumhuriyet’i kuran parti” olarak bilinen CHP’nin bile kapatılabileceğinden, öndegelen yöneticilerinin cezaevlerine veya yurtdışına gönderilebileceğinden -fantezi kabilinden de olsa- söz edenler çıkabiliyor.
Yönetimde bulunanlardan rakip siyasi partilere iktidara gelme arzusunu bırakma talepleri eşliğinde “Millet zaten bunlara kendisini yönetme izni vermez” türü anlaşılması zor yakıştırmalar seslendirilebiliyor.
Oysa, Vatan Partisi’nden de biliyoruz, her seçimde oyların binde birini alamamış partiler bile, ilk seçimde iktidara gelebileceği iddiasının sahibi olabiliyor. Her yeni parti o iddiayla kuruluyor.
Partiler, halkın bir gün kendilerine destek çıkacağına, kadrolarını iktidara taşıyacağına inanır ve bunu sağlamak için çalışır.
12 Eylül (1980) askeri müdahalesi sonrasında siyasi hayata dönüş izni verildiğinde, Refah Partisi girdiği ilk seçimde (1984 yerel seçimleri) yüzde 5 oy alamamış, oyu yüzde 4.4’te kalmıştı; 11 yıl sonra yapılan seçimden (1995) ise birinci parti çıktı ve direnmelere rağmen bir yıl sonra iktidarın büyük ortağı olarak hükümet kurabildi.
Aynı gelenekten gelen bir kadronun öncülüğünde kurulmuş AK Parti için “Halk seçmez” veya “Yeterli oyu alsa bile iktidar verilmez” beklentisi içerisinde olanlar, lideri Tayyip Erdoğan için “Ne başbakanlığı, muhtar bile olamaz” manşeti atanlar vardı da ne oldu?
O zaman da ben ve benim gibi düşünenler zihinleri bulanıklara “Hadi canım siz de” mukabelesinde bulunuyorduk…
Bundan sonra da farklı bir şey olacağını sanmıyorum.
Eğer halk bugünkünden farklı kadrolar tarafından yönetilmeyi arzu eder ve bunu oylarıyla belli ederse, ilk seçimde, ülkede, kimselerin itiraz etmeyeceği -itiraz edenler çıksa bile bunun sonuç alıcı fazla bir anlam taşımayacağı- yeni bir iktidar yönetime gelecektir.
Sorunları çözmeye çalışacak ve ülkeyi bir kez daha dünyayla barıştıracak bir iktidar…
Bunu yapmaya çalışırken, içeride bozulmuş dengeleri yeniden yerli yerine oturtma gayreti içerisine de girecek bir iktidar…
İsmet Paşa’nın 1950’de, Süleyman Demirel’in, Bülent Ecevit’in, Turgut Özal’ın, Necmettin Erbakan’ın, Mesut Yılmaz’ın daha sonraki yıllarda iktidarı yeni gelenlere teslim ettikleri bir ülke Türkiye.
1946’nın Türkiye’si değil…
Tartışmalar moral bozmak için çıkartılıyor olabilir ama gördüğüm kadarıyla o amaca da ulaşmıyor.
Moraller bozulmuyor.
Bozulmamalı da.
***Mutluluk, adalet, özgürlük, hukuk, insanlık ve sevgi paylaştıkça artar***