Artı Gerçek’te, daha önceki makalelerimden birinde (“Küçük Burjuva Aydını!” 1.10.21) yanlış kavramların büyük bir yaşama enerjisine sahip olduğunu söylemiştim. Bu yanlış kavramlardan en fazla yaşama enerjisi gösteren ve hatta giderek yayılanı ve sanki tartışılmaz bir gerçekmiş gibi ortalıkta gururla dolaşanı da “devrimci şiddet”tir. Galiba bir kavram ne kadar oksimoronsa ömrü de o kadar uzun oluyor. Çünkü ilk duyduğum 1969 yılından bu yana 50 yıldan fazla zaman geçen bu kavram bunca yıldır en ufak bir yaşlanma emaresi göstermeden mutlu bir şekilde yaşayıp gidiyor. Daha öncesine gitmiyorum. Doğum tarihi 1917’den öncesine bile uzanıyor olabilir. Yarılma’da bu konuda şunu yazmışım:
“Ortalıkta, kimsenin ne olduğunu tam olarak açıklayamadığı bir ‘devrimci şiddet’ lafıdır dolaşıp duruyordu. Bu, bazen ‘faşistlerin dövülüp okullardan atılması’, bazen ‘polisle çatışma’, bazen olur olmaz silah gösterme ya da patlatma, bazen askerî bir darbe, bazen kırsal ya da kentsel alanlarda başlatılacak bir devrimci gerilla hareketi, bazen sağa sola bomba atma, bazen de ‘emperyalizmin beşinci kolu oportünistlerin dövülmesi’ anlamında kullanılıyordu.” (İletişim, 2002, s. 492)
Tarihi örneklerden en önemli birkaçını kısaca gözden geçirmek en iyisi. “Devrimci şiddet” denen şey, devrimi geliştirmiş midir, yoksa ona darbe mi indirmiştir?
1789 Fransız Devrimi, Paris halkının bir kitlesel hareketle ve şiddet uygulamaksızın (kimseyi öldürüp, kesip biçmemişlerdir) Bastil’i ele geçirmesiyle başlamıştır. Bu devrimin en güzel sahneleri, barışçı olduğu dönemlere aittir. Çeşitli kulüplerde toplanan Paris halkı, zaman zaman sokağa dökülerek, Konvansiyon Meclisi’ni basarak (yine şiddet yoktur) vb. devrimci isteklerini dayatmaktaydı. Ne var ki, devreye “devrim” adına Jakobenler ve onların “devrimci şiddet”i, yani giyotin girince devrim şenliği sona erdi ve devrimin üzerine giyotinin korkunç gölgesi düştü. Gerçek devrimin bundan sonra sona erdiğini söylemek bana daha doğru geliyor. Yoksa sol geleneğin benimsediği gibi, Jakobenlerin de giyotine yollandığı “Thermidor”la değil.
19. Yüzyıl’ın, Paris Komünü başta olmak üzere bütün devrimci ayaklanmalarında kitleler şiddetten mümkün olduğu kadar kaçınmıştır ve bu tutumları doğruydu. Lenin’in sonradan bunu “zaaf” olarak görmesi, sadece kendi diktatörlük tasarımını güçlendirme isteğinin sonucudur. Halk içgüdüsel olarak, “devrim adına şiddet”in reaksiyonun şiddetini davet edeceğini bilmekteydi.
1917 Şubat devrimi, dünyanın en büyük ve aynı zamanda en barışçı devrimiydi. St. Petersburg işçileri ve asker kitlesi, şiddet uygulamanın devrime zarar vereceğini bildikleri için şiddetten alabildiğine kaçınmış ve kendilerini özsavunmayla kısıtlamışlardır. 1917 Şubat’ından 1917 Ekim’ine kadar süren gerçek Sovyet döneminde Sovyet’in bir tek idam kararı bile yoktur. Ekim’den sonraki Bolşevik şiddetinin yarattığı kan selinde boğulan, gerçek karşıdevrimcilerden de çok, Bolşevik Partisi’nin kendisi olmuştur.
Tarihi örnekleri daha da artırmak mümkündür ama böyle kısa bir makalede bu oldukça zor. Daha yakın örneklere gelelim.
1968 hareketinin en sağlıklı dönemi kitlesel ve barışçı olduğu dönemdir. Özellikle 1969’dan itibaren başlayan “faşistleri döverek okuldan atma” saçmalığı sadece reaksiyoner “milliyetçi hareket”in işine yaramış ve hatta bu sağ kesim, şiddet ortamını cinayetlere tırmandırıp bilerek körüklemiştir.
Kendi deneyimlerimden küçük bir örnek vereyim. 1969 yılında DTCF Fikir Kulübü’nün başkanıydım. O yıl devrimciler, bizim okulda bir hayli güçlenmişlerdi. Kantinde, bizim devrimciler köşesinin karşısında MHP’lilerin köşesi yer alırdı. Çoğu Farsça ve Arapça bölümünde öğrenci olan MHP’li gençler, taş çatlasa 20 kişiyi geçmezdi. Karşılıklı marşlar söylenir, panolarda söz düellosu sürüp giderdi ama şiddet yoktu. Bir gün, Fikir Kulübü üyelerinden bir arkadaş okulun girişinde koşarak gelip bana, “Gün, faşistleri dövüp okuldan attık” dedi. Ben de “iyi halt ettiniz” diyerek bu tür bir eyleme karşı tepkimi ortaya koydum. Bu arkadaşların, SBF’de başlayan ve giderek sosyal demokratların panolarını kırıp dökmeye varan, oradan ODTÜ’ye de sıçrayan şiddet gösterilerini taklit ettikleri belliydi. Ve kısa sürede, okuldan atılan MHP yanlıları katlanarak yüzlere vardı. MHP’li olmadıkları halde, birçok orta Anadolulu genç, hemşerileriyle dayanışma adına onların safına kaymıştı. Kısa süre sonra yapılan Talebe Cemiyeti seçimlerinde, Devrimciler 700 küsur, sosyal demokratlar 600 küsur oy alırken MHP’li grubun 400 kadar oy alması, onlar açısından olağanüstü bir başarıydı. “Okuldan atma” saçmalığı olmasa, en fazla 100 oya ulaşabilirlerdi.
12 Mart sonrasında, I. Erim Hükümeti, bazı reformlar yaparak toplumsal ortamı yumuşatmaya çalışırken ve sol hareket legal çalışmalarını esasen barışçı bir tarzda sürdürürken, İsrail Konsolosu Efraim Elrom’un kaçırılıp öldürülmesi, kaçıran örgütün mantığına göre, “faşizme erken doğum yaptırılması”, mücadelenin seyrini tamamen solun aleyhine çevirmiş, ordu ve hükümet içinde sola saldırı için fırsat kollayanların harekete geçmesine yol açmış, binlerce akademisyen, yazar, çizer vb.’nın tutuklanmasına, “silahlı mücadele” taraftarı sol kesimler başta olmak üzere bütün solun ağır bir darbe yemesine yol açmıştır. Kısacası, 12 Mart, 12 Mart’la değil, aslında Elrom’un kaçırıldığı tarih olan 22 Mayıs’la başlamıştır.
Bir de 1970’li yıllar örneği vardır ki, bu daha da üzücüdür. Halk, 12 Mart rejimini kabul etmeyip, “Karaoğlan” efsanesini kendine kalkan yaparak 1974 yılından itibaren barışçı ve görülmemiş ölçüde özgürlükçü bir ortamın doğmasını sağlamıştı. Hapisten çıkan sol örgütler de bu ortamdan yararlanmış, okullarda, semtlerde büyük güç toplamaya başlamışlardı. MHP, bu barışçı ve özgürlükçü ortamdan rahatsız olup özellikle önce üniversitelerde, giderek de semtlerde şiddet eylemlerine girişti. İşte solun bu “düello” çağrısına olumlu cevap verip karşı şiddete girişmesi (rekabetten doğan sol içi şiddete hiç girmeyeyim) 12 Eylül’ü ve solun felaketini getirdi. Bu konularda yazılacak çok şey var ama burada kesmek zorundayım.
Bazı arkadaşların “peki, kitlelerin devrimci şiddetine ne diyeceksin?” dediklerini duyar gibiyim. Kısaca belirteyim, kitle şiddeti de, grup ya da örgüt şiddeti kadar tehlikelidir. Evet, bazen halkın öfkesinin kabarıp dizginsiz bir şiddete yol açtığı durumlar olabilir ama böyle zamanlarda yapılması gereken, bu şiddeti ya da intikam arzularını körüklemek değil, mümkün olduğu kadar barışçı kanallara yönlendirmektir. Çin’deki Kültür Devrimi örneği ortadadır. Halkın şiddet kısa sürede halkın içindeki en karaktersiz, en dalkavuk unsurların gösterisine dönüşebilir.
Kitle hareketinin özsavunmaya dayanan, barışçı mücadele tarzına vereceğim en iyi örneklerden biri ise, yakın tarihimizdeki Gezi hareketidir. İktidarın onca provokasyonuna ve cinayetlerine rağmen, Gezi hareketi şiddetten ısrarla kaçınmıştır.
Gün Zileli
15 Kasım 2021
[email protected]
Kaynak: Artı Gerçek
***Mutluluk, adalet, özgürlük, hukuk, insanlık ve sevgi paylaştıkça artar***