YORUM | MAHMUT AKPINAR
İngiltere’de demokrasinin inşasında kilometre taşı olarak kralın keyfi yönetimini engelleyen 1215 Magna Carta’yı biliriz. Ama parlamenter demokrasinin inşasında önemli başka bir olay vardır: 1645 Naseby iç savaşı. İngiltere’nin bir dünya gücüne dönüşmesine giden yolu başlatan I. Elizabeth İngiltere’yi parlamento ile uyumlu ve dengeli şekilde yönetmişti. Ondan 23 yıl sonra tahta geçen I. Charles kralın tanrı tarafından seçildiğini ve parlamentonun onayına ihtiyacı olmadığını söylüyordu. İskoçlarla savaşmak için parlamentodan ilave kaynak istedi. Parlamento reddetti. Bunun üzerine I. Charles parlamento liderlerini tutuklamak için House of Commons’u bastı. Ülke, parlamento yanlıları ve kral yanlıları olmak üzere ikiyi ayrıldı. Parlamentaristler krala karşı ordu oluşturdular ve savaştılar. Kral Charles yenildi. Yüksek mahkeme, kralın “sınırsız ve tiranik güç” elde etmekten suçlu olduğunu ilân etti ve başı kesilerek idam edildi. Bu olaydan sonra parlamento daha da güçlendi ve sürekli etkisini artırdı.
Bunu niye anlattım? Demokrasinin inşası kolay olmadığı gibi korunması ucuz değildir. Demokrasi ve haklar için mücadele eden, risk alan birileri yoksa parlamentoyu etkisizleştirip tiranlaşmak isteyenler hep çıkacaktır.
Bizde demokratik gelişim maalesef hep dışarının etkisiyle yapıldı. Osmanlı döneminde sultanın gücünü, Cumhuriyet döneminde merkeziyetçiliği azaltmak için içeriden ciddi talep gelmedi. Halk karnını doyurdukça otoriter yönetimi problem etmedi. Demokratikleşmeye önderlik etmesi, halkta demokrasi bilinci uyarması gereken siyaset ve siyasetçiler olmalıydı. Ama bizde siyaset hiçbir zaman sivil olmadı. Çünkü siyasetçiler sivil olmadı. 1923’ten 1946’ya kadar ülkeyi tek adamlar yönetti. Muhalefet ihtiyacı hissettiklerinde bazı arkadaşlarından parti kurmalarını rica ettiler. Onlar da talimat üzerine ve kendilerine çizilen sınırlar müvacehesinde parti kurdular. Kurulan muvazaalı partiler (Terakkiperver Cumhuriyet Fırkası ve Serbest Fırka) halkta umut uyarınca, bir gerekçeyle partileri kapattı, liderlerini yargıladılar.
İkinci Dünya Savaşı’nı demokratik blok kazanmıştı ve Türkiye’nin Tek Adam rejimi ile yola devam etmesi mümkün değildi. İsmet İnönü, CHP’de siyaset yapan Celal Bayar’ı çağırıp parti kurmalarını rica etti. Çok partili sisteme böyle geçildi. Stalin, Türkiye’yi tehdit ettiği için İnönü Batı’ya dayanmanın zaruretini, bunun için de çok partili sisteme geçmek gerektiğini biliyordu. Demokrat Parti zamanla haddi aşan uygulamalar içine girdi. Cumhuriyet’in cumhura rağmen oluşturulan genetik kodlarını bozacak, halkın değerlerine, inancına prim veren bazı değişimlere gitti. Bunun üzerine İnönü’nün muvafakatı ile 1960 darbesi yapıldı. Ama halk hala CHP zihniyetini ve İnönü’yü tercih etmiyordu. Otoriter bir devletle yola devam etmek mümkün değildi. Bu nedenle devlet ve toplum üzerinde vesayet sahibi odaklar kontrollü siyaset oluşturmayı tercih ettiler. Toplumda var olan siyasi akımlara karşılık gelen siyasi partiler ve onlara uygun liderler ürettiler. Bunlar kontrolden çıktığında darbelerle, muhtıralarla balans ayarları yapıp siyaseti ve toplumu hizaya getirdiler.
Maalesef bu ülkede siyasi partiler ve liderler sivil olmadı. Yani milletin, toplumun yanında yer almadı, devletin bir aygıtı gibi hareket ettiler. Kazara halkın lehine siyaset yapanlar çıktıysa ya zehirlendi veya kazaya kurban gitti. Siyasi liderler partilerin içine konmuş vesayetçi yapının güdümlü adamları oldular. Sahip oldukları koltukları çoğu zaman halkın içinden gelen delegelerin seçmesiyle ve sahici kongrelerle elde etmediler. Koltuklar onlara ikram edildi. Bu nedenle partiler özgür, bağımsız, bagajsız liderlerce yönetilmedi. Kamu yararını, halkın taleplerini gözetmediler.
Türkiye’de toplum devletin ne olacağına, nasıl olacağına karar vermez. Aksine devlet toplumun nasıl olması gerektiğine karar verir. Sistem devletin toplumu ve hayatı yapılandıracağı şekilde kurgulanmıştır. O nedenle devlete çalışan, ama dışardan “sivil” sanılan pek çok gazeteci, akademisyen, aydın(!), avukat vs. görürsünüz. Elbette bu devlet siyasi alanı doğal haliyle bırakmaz, siyasetçileri ihmal etmez. Biraz düşündüğünüzde gençlik kollarında itibaren partilere vesayetçi zihniyet hesabına yerleştirilmiş, sonra üst yönetici, genel başkan olmuş pek çok isim bulacaksınız. Bu güdümlü siyasetçiler kıyasıya kavga ederken “Hiza al!” diye gaipten bir ses duyarlar ve şak diye aynı çizgide buluşurlar. Birbirine demediği laf bırakmazlar ama zurnanın zırt dediği anlarda tornistan yapar ve devlete diyetlerini öderler. Bence, kendisini “Genel! Genel!” diye ifşa eden Erdoğan’ı her zora girdiğinde kurtaran Baykal bunlardan birisidir. Küçük ama etkili bir sosyal mühendislik mucizesi Perinçek bunlardan birisidir. Adı Devlet olan Bahçeli en olmadık zamanda koalisyonu bozup Erdoğan’a yol açan seçim sürecini başlatmıştı. Misyonunu tamamlamış ve artık kullanım süresi dolmuş Erdoğan’ın şimdilerde ipini çekmesi yine Bahçeli’den bekleniyor. Eski bakan Namık Kemal Zeybek’in söyledikleri iddiaları doğruluyor. Zeybek 2002 yılında 11. Kocayayla Türkmen Kurultayı’nda Hükümeti bozan ve Türkiye’yi erken seçime götüren çağrıyı nasıl yaptığını anlatıyor: “Birisi ile telefonda konuştu. Çıktı, yüzü sapsarıydı çıkarken. 5 dakika sonra kürsüye çıkıp ‘3 Kasım’da erken seçim var’ diye ilan etti,” diyor.
Sayısız defa test edildi ki bizde halkı düşünmesi gereken siyasi partiler ve liderleri her defasında devlet lehine, millet aleyhine seçeneklere yöneldiler. Çünkü Türkiye’de siyasal partiler demokratik olmadığı gibi sivil de değil. Zira mevcut siyasi partiler yasası siyasetin demokratik ve sivil olmasına müsaade etmiyor. Partiler belirli hiziplerin, kesimlerin kontrolünde kalıyor. Siyasi liderler de ya bizzat güdümlü olduğu için veya güdümlü yapıları aşamadığı için milletin değil, devletin yanında yer alıyor. Demokrasiyi, hakkı hukuku, toplumun çıkarlarını değil, vesayetçi kesimlerin çıkarlarını gözetiyor. Türkiye’de sağdan sola bütün partiler adeta bir rengin tonları gibiler. Kayıkçı kavgası yapıyorlar ama öyle bir zaman geliyor ki hepsi toplumun aleyhine ittifak edebiliyor. Son dönemde daha bağımsız bir çizgi izlediği gözlemlenen HDP ise genelde Dağ’ın vesayetinde oldu. Dağ ile devlet içindeki vesayet odaklarının bağı ayrı bir bahsin konusu.
Uzun süre devletten dayak yediği için İslamcı hareketlerin gerçekten devlete muhalif ve sivil olduğunu düşünüyorduk. Ama tağut ilan ettikleri devleti iktidar olduklarında herkesten ve her şeyden öte kutsayıp “mabut” hale getirdiler. Derin, vesayetçi yapılarla işbirliği kurunca millet aleyhine operasyonel ve kullanışlı aparata dönüştüler. Münhasıran Erdoğan’ın son yılları devletin kirli-karanlık yüzüyle bütünüyle örtüştü. “Devlet namına” deyip toz sattılar, hazineyi boşalttılar, milletin malını yağmaladılar, masum insanları hapislere doldurdular. Düşünce özgürlüğünü engelledi, adaleti, refahı bitirdi, rant için ormanları yaktılar. Bunları yaparken her kesimiyle devletçiler Erdoğan’a güç verdi.
Türkiye’de sivil toplum bile sivil değil. Daha doğrusu Türkiye’de gerçek anlamda sivil toplum yok! Bu ülkede sendikalar işçilerin haklarını savunmaz. İşçilerin aleyhine patronlarla ve iktidarla anlaşır. Şoförler odasından, mühendisler odasına, bazı barolara kadar meslek örgütleri meslektaşlarının haklarını savunmaz, ama kendisini devletin/rejimin askeri ilan eder. Büyük kısmının devletle organik bağlantısı vardır. Bu tür kuruluşlara “iktidar güdümlü sivil toplum” (government-organized non-governmental organization [GONGO]) deniyor.
Bir yönüyle milletin kendisi de devletçi. Kendi haklarıyla devletin talepleri çatıştığında devleti tercih eden, “Devletim beni döver de sever de” diyen bir toplum yapımız var. Devletten sürekli dayak yediği halde demokrasiyi, özgürlüğü, hakları değil devleti savunan insanlarımız var. Kendisine benzemeyen bir kesimin hukuku söz konusu olduğunda halkın çoğu hakkın değil, devletin yanında yer alır. “Devletin bir bildiği vardır” der. Türkler Tek adam rejimini, hukuksuzluğu, devletin baskısını değil, devletin yıpranMAMAsını önemsiyor. Sanırım demokratik dünya ile aramızdaki en önemli farklardan birisi de bu.
Demokratikleşmenin, sivilleşmenin lokomotifi olması gereken siyasi partiler demokratikleşirse ülke de demokratikleşecektir. Bunca yaşanana rağmen muhalefetin tezkere gündeme gelince yine Erdoğan’la aynı hizada yerini alması ümitli olmamızı engelliyor. Yeni kurulan partiler dahil maalesef siyasi partiler “devlet”in taleplerine boyun eğmekten, Erdoğan’a kuyruk olmaktan kurtulup bağımsız politikalar geliştiremediler. 15 Temmuz’da kuyruk oldular, Erdoğan tek adam rejimini kurdu, yargıyı teslim aldı, hukuku bitirdi. Dokunulmazlıkların kaldırılmasında kuyruk oldular, siyasetçileri hapse tıktı. Tezkerelerde kuyruk oldular kan siyaseti izledi.
Türkiye’nin ana problemi siyasetin sivil, siyasetçilerin ise demokrat, ilkeli ve omurgalı olmaması.
Kaynak: Tr724
***Mutluluk, adalet, özgürlük, hukuk, insanlık ve sevgi paylaştıkça artar***