Türkiye böyle bir durumla ilk kez karşı karşıya kalmıyor, 1970’lerde de 1. ve 2. MC (Milliyetçi Cephe) hükümetlerine karşı devrimciler ve sosyalistler CHP etrafında birleşmişti.
O dönem için Kürtleri saymıyorum, çünkü onların kendi partileri yoktu, Kawa ve Rizgari hareketleri vardı ama seçim ve meclisle bağlantıları yoktu, Abdullah Öcalan hareketi (Döneme göre Apocular diye başladığı için bu şekilde yazdım) daha yeni palazlanıyordu ve Kürtler CHP ve AP (Adalet Partisi) arasında paylaşılmıştı. 12 Eylül 1980 sonrası işler değişti ve Kürtler de partilerini kurdular ve oylar genel seçimlerde bağımsız adaylara, yerel seçimlerde de kazandıkça yenileri açılan partilerine gitmeye başladı.
Geçen gün yazdığım “Yetmez ama evet” yazısından sonra bir özeleştiri yazısı daha yazacağım bugün, umarım dönemin bütün devrimci örgütleri de aynı şeyi yaparlar, çünkü onlar 100 binlerden 500 kişiye düşseler de kendilerini hâlâ örgüt olarak adlandırıyorlar.
Darbe sonrası Kürtler kendi siyasetlerini belirlerken Türkiyeli sosyalistler 80 darbesinin öncesinde yaptıklarının aynısını yapmaya devam ettiler. Devletin meşhur sistemi yine işbaşındaydı ve kaç tane ve nereye kadar demokrat parti kurulacağının sınırlarını çizdi ve halkı kendi belirlediği sözüm ona demokrasi içine hapsetti.
Demokrasiyi hiç yaşamamak çok zor bişey, o yüzden geniş açıdan bakamıyorsunuz, size çizilen dar bir çerçeve var ve onun içinde kalıyorsunuz. Kenan Evren ve arkadaşları sadece 3 parti kurulmasına izin verdi ve bizler demokrasiyi onun içinde oynadık. Derin devletin önemli komutanlarından Turgut Sunalp, Kemalist Necdet Calp ve dinci Turgut Özal parti başkanları oldular. O dönem soyadlarının bile bilerek seçildiğini düşünmüştüm, sadece Özal’ın ‘P’si eksikti ve bunun bir taktik olduğuna inanıyordum.
12 Eylül öncesi partiler yasaklıydı, onların kurulmasına izin yoktu ve Erdal İnönü’nün de seçimlere katılmasına izin verilmedi. O zaman demokrasiyi hiç yaşamamış bizler için fazla alternatif yoktu, merkez sağ ve merkez sol faşizm tarafından yasaklanırken, biz yasaklanırız zaten mantığıyla parti bile kurmadık, bu halka burada olduğumuzu anlatmadık.
2 grup çıktı ortaya, seçimlerde, birinci grup Necdet Calp desteklenecek ve sonrasında Erdal İnönü ve SODEP yanında yer alınacak. İkinci grup da Turgut Özal’ı demokrasi adına diktatörlüğe karşı destekleyecek ve kazanmasını sağlayacak. Türkiye’de liberal solun sanırım ilk sesini duyurması Özal’la başladı. Darbenin başbakan yardımcısını, 3 idamda imzası olan birisini demokrat diye lanse ettiler. Aynı ekip yıllarca Muhsin Yazıcıoğlu’nu da, Recep Tayyip Erdoğan’ı da demokrat zannetti. Şimdi yanıldıklarını söylemektense, Erdoğan’ın değiştiğini söylüyorlar. Dedim ya, demokrasiyi hiç yaşamamış bir ülkenin demokratları, devrimcileri ve liberalleriyiz biz.
Adalet Parti ve benzerlerinin liberalleşmesi gerekirken bizler liberalleştik, CHP’nin sosyal demokratlaşması gerekirken de sosyalistler CHP’nin sol ve sosyal kanadı oldu.
Geçmişi bu kadar kurcalamamın nedeni, bugün de aynı hatayı yaptığımızdandır. Hem sol siyaset hem de sol basın olarak yaptığımız şey, HDP’nin ortaya attığı 3. yol çizgisini 1-2 konuşup, yazmak ama kurtarıcımızı Millet İttifakı olarak görüp daha çok onları yazıp, tartışıyoruz.
Bunun başlıca nedeni daha çok sistem yerine kişileri baz olarak aldığımızdan olsa gerek. Erdoğan’ı tek başına faşist, dinci ve diktatör olarak algılayıp herşeyi onun üzerinden değerlendiriyoruz. Erdoğan bunları yeni mi yapmaya başladı da TÜSİAD sert bir açıklama yaptı ve “TÜSİAD bile sert yapmaya başladı” diye konuşuyoruz, gerçekten anlamakta zorlanıyorum.
Oysa TÜSİAD yıllardır bu sistemden şikayetçi olmadığı gibi en kârlı dönemini yaşadı. Ne zaman dolar kendi gücünü zorlamaya başladı, o zaman tavır aldı. Çünkü sonuçta işveren malını TL olarak satıyor ama hammaddeyi dolar yada euro üzerinden alıyor ve kârdan kaybetmeye başlıyor, işte o zaman tavır koydu.
Oturup bir düşünün, Türkiye’yi faşizmden kurtaracak olan partilerin sadece genel başkanlarını ve geçmişlerini önünüze koyun ve ondan sonra seçim sonrası olası bir koalisyon hükümetinde demokrasi gelip gelmeyeceğini masaya yatırın.
Masada milletvekillerinin dokunulmazlığı var, Millet İttifakı orada, Faili meçhul cinayetler var, Millet İttifakı orada, Madımak katliamı var, Millet İttifakı orada, Suriye’ye konulan tavır ve savaş var, Millet ittifakı orada, Sur, Cizre, Nusaybin katliamları var, Millet İttifakı orada, tezkere oylaması var, Millet İttifakı orada.
Eğer seçim olur da cumhurbaşkanlığı seçimleri ikinci tura kalırsa, oyum mutlaka Millet İttifakı’na olacaktır ama faşizme karşı olmak, faşizmi yenmek için de bugüne değin savunmadığım dünya görüşlerini savunacak değilim. Bu mantık bütün siyasi partilerin kendi tabanlarıyla bütünleşmesini engelliyor esasında. Bu mantıkla devam edildiğinde HDP’nin %15 ila 18 arası oy alacağını ve artık tartışma konusu, daha doğrusu tartışılmama konusu olmayacağına inanıyorum.
Kaynak: Artı Gerçek
***Mutluluk, adalet, özgürlük, hukuk, insanlık ve sevgi paylaştıkça artar***