YORUM | NEVİN ERDEM
Kararımı verdim, artık konuşacağım.
Yaklaşın biraz!
Size öyle şeyler anlatacağım ki, benden başka kimseden dinleyemezsiniz.
Normalde öyle ketumumdur ki, tüm tahtalarımı sökseniz, beni paramparça etseniz, hatta ateşlere atsanız ağzımdan bir kelime alamazsınız. Bende olan bende kalır! Övünmek gibi olmasın, sır küpüyümdür. Siz sadece ilan edileni duyarsınız.
Üzerimde binlerce yılın yükü ve tecrübesiyle bu zamana kadar geldim. Tarihin sonuna doğru ilerlerken, bu coğrafyada biraz rahat edeceğim derken, ‘bu kadarı da olmaz’ dedirtecek olaylara şahit oldum.
Onun için konuşma kararı aldım.
Biraz daha yaklaşın! Çok yaşlıyım ben, o kadar uzaktan duyamayabilirsiniz.
Önce kendimi tanıtayım: Ben “Kürsü”!
Öyle garip garip bakmayın, bildiğiniz “mahkeme kürsüsü”yüm ben.
Hani şu hakimlerin yargılama yapmak için kullandıkları kürsü var ya, işte o!
Gözünüzde hemen, sürekli görmeye alıştığınız, sanık sandalyesinin karşısında birkaç metre yüksekte, arka panosunda “adalet mülkün temelidir” yazılı, sarı, kızıl veya kahverengi, cilalı, ahşap, uzun kürsüler canlanmasın. Genellikle böyledir ama şart değil, önemli olan adil bir kararın verilmesine hizmet etmeye elverişli bir yerin olması.
Soracaksınız şimdi, kendimi niye “sahibini arayan kürsü” olarak tanımladım diye. Hüznün şairi Ümit Yaşar Oğuzcan’ın “Sahibini Arayan Mektuplar”ından etkilendim biraz. Kendimi çok yalnız hissediyorum, hüzünlüyüm. Sizinle dertlerimi paylaşmak, mümkün olursa biraz rahatlamak, belki azıcık eğlenmek istiyorum.
Peki kimdir benim sahibim?
Önce halk arasında yaygın bir yanılgıyı düzelteyim: Benim sahibim kürsüdeki hakimler değildir. Benim sahibim toplumdur; sanıklar, mağdurlar, tanıklar, avukatlar, izleyiciler… Yani toplumun bizatihi kendisidir benim sahibim. Hakimler, sadece toplumun beni emanet ettiği maaşlı görevlilerdir; dürüst, onurlu, ulusal ve uluslararası hukuka uygun bir şekilde görevlerini yapmak zorunda olan kişilerdir. Her mahkeme kararının üst kısmına “Türk Milleti adına” diye açıkça yazılır zaten. Toplum bunu unuttuğu veya denetlemediği için, hakimler ya kendilerini kürsünün sahibi zannediyorlar ya da iktidarı kürsünün sahibi addediyorlar, hukuksuzluk yapıyorlar. Neyse bunlar hukuk felsefesinin ve sosyolojisinin derin konuları… Şimdilik burada bırakalım, belki sonra uzun uzun anlatırım.
Demek istediğim şu ki, kendimi çok sahipsiz hissediyorum. Ne toplum, ne de toplumun yargılamaları emanet ettiği hakimler sahip çıkıyor bana. Mahkeme salonlarındaki kürsülere sahip çıkmak demek, bu kürsülerde buram buram hukuk kokan adalet demlemek demektir. O kürsülerdeki hakimlerin adil, verdikleri kararların da adaletli olması demektir. Bunu göremeyince, ‘işgal kuvvetlerinin eline düşmüş vatan psikolojisinde’ bir sahipsizlik duygusuna kapılıyorum, hüzünleniyorum, acı çekiyorum.
Bu sahiplik konusuna girmeden önce ne diyordum ben! Tamam, hatırladım… Diyordum ki, bugüne kadar mahkeme salonlarında olan biten ne varsa, neler konuşulduysa hepsi bende saklı. Mahkeme kararlarını, duruşma tutanaklarına yazılan şeyleri elbette siz de bilirsiniz. Ama bunların dışında ne varsa, ancak ben bilirim.
Fatih Sultan Mehmet’in Kadı Hızır Çelebi tarafından yargılanmasının aslından tutun da, Kadı Karakuşi’nin duruşmalarına; Şark İstiklal Mahkemesi’nde Şeyh Sait ile birlikte 47 kişi hakkında idam kararı verilmesi ve bu kararın aynı gün infazından, Seyit Rıza’nın askeri mahkemede yargılanarak idama mahkum edilmesine, sıkıyönetim mahkemesi başkanı Salim Başol’un “Sizi buraya tıkan kuvvet böyle istiyor” diyerek Adnan Menderes hakkında idam kararı vermesine ve daha nicelerine… Hangisini merak ediyorsanız sorun, hepsini anlatacağım size.
Sadece tarihte kalan yargılamaları değil, bugünkü yargılamaları da anlatacağım. Hatta özellikle son dönemdeki hakimleri ve yargılamaları anlatmak istiyorum nefesim yeterse. Çünkü benim sabrımı taşıran ve bana konuşma kararı aldıran onlar.
Cenevre’deki Türkiye Tribünali’nde İtalyan hakim Luca Perilli’nin dediği gibi, “Böyle bir şey dünyada görülmedi.” 15 Temmuz sonrasında, dört yıl içinde hiçbir suçu olmayan, rejimin muhalif olarak değerlendirdiği, çoğunluğu oldukça deneyimli beş bin hakim ve savcı ibretlik bir hukuksuzlukla kürsüden atıldı, yerlerine rejimin koruyucusu on bin hakim ve savcı kürsüye yerleştirildi. Perilli de benim gibi şaşırıyor ve halime acıyor doğal olarak.
Evet, ben tarihte birçok kurgu yargılamalara şahit oldum. Nice zalim, gaddar, yolsuz hakimlerin mahkemelerinde kürsülük yaptım. Darbeler gördüm. Otoriter rejimler tarafından yargının topyekün sindirilmesine defalarca tanıklık ettim. Ama bugüne kadar, iktidar tarafından devşirilen hakimlerin binlerce meslektaşını fişlemesine, satmasına, onlara tuzak kurup, hepsini birden tasfiye edip, tutuklayıp, hücrelere atıp, onlardan boşalan koltuklara AKbabalar gibi üşüşmelerine, ondan sonra da yüzbinlerce insana kan kusturmalarına şahit olmadım. Yemin de ederim, ispat da… Böyle bir şey tarihte görülmedi, duyulmadı.
Anlatınca siz de anlayacaksınız zaten…
Mevzuata ve içtihatlara hakimiyeti nedeniyle “bilge hakim” lakabıyla bilinen Hakim Perihan Hanım’ın gözaltına alınmasını, katibi olmasa iki kelimeyi bir araya getirip karar yazamayacak olan Hakim Sabri Bey’i, iktidar partisinin il yöneticisiyken hakimliğe geçip, adliyedeki odasını partililerin toplantı salonuna çeviren Hakim Abdullah Bey’i, kaldığı lüks otelin parasını yargıladığı sanığa ödeten Hakim Metin Bey’i, ticari davalara bakan istinaf mahkemesi hakimlerinin muazzam zenginleşmelerini, duruşmada başkanlık yaptığı sırada katiplerinin gözyaşları eşliğinde arkadan kelepçelenerek gözaltına alınan Hakim Ersan Bey’i… hepsini anlatacağım.
Ünlü şairimiz Muallim Naci’nin dediği gibi diyorum:
İhtirâz-ı ta’neden kalmakdadır âhım nihân
Bir hakîkat kalmasın âlemde Allahım nihân
(Dile düşmek, kınanmak kaygısıyla dertlerim içimde kalıyor. Allah’ım bu alemde hiçbir hakikat gizli kalmasın.)
Neyse… Böyle uzun bir girişten sonra size geçtiğimiz hafta yaşadığım iki olayı anlatıp, şimdilik susayım. Siz dinlerseniz, Nevin Hanım da lütfedip katipliğimi yaparsa, sonra devam ederiz.
***
Sakarya Asliye Ceza Mahkemesi’nde rutin bir duruşma günü.
Hakim, sanık hakkında “hükmün açıklanmasının geri bırakılmasına” (HAGB) karar verdiğini açıkladı. Taraf vekili Av. Zafer Kazan itiraz etti: “Sanık kabul etmedi ki, siz nasıl HAGB veriyorsunuz?”
Ben, “eyvah” dedim. “Eyvah! Çünkü sanık kabul etmeden HAGB vermek yasaya açıkça aykırı.”
Siz hakimdeki pişkinliği bir görseydiniz! Demez mi, “Ben kararımı daha önce verdim. Dikkatimden kaçmış, ama şimdi değiştiremem.”
Tahtadan yapıldığıma bakmayın. İnanın benim cilalarım kıpkırmızı oldu utançtan, eriyecekti neredeyse.
A be adam, seni hakim diye kürsüye oturtmuşlar, sanığın son savunmasını duruşmada almışsın. Duruşma başlamadan önce, yani sanığın ve avukatının son beyanlarını almadan önce karar verdiğini nasıl söylersin? Savunma bostan korkuluğu mu? Hadi üstündeki cübbeden utanmadın söyledin, avukatın sana HAGB veremeyeceğini hatırlatmasına rağmen kararını nasıl hemen düzeltmezsin?
Aslında avukatın ısrarıyla değiştirmeye çalıştı biraz. Ama yapamadı. O kadar acizdi ki, kanun maddelerini alt alta yazarak normal bir hükmü kuramadı ve vazgeçti. Hakimin oflama puflama sesleri kulaklarımı sağır edecekti neredeyse.
Avukat, yılların kurdu; anladı tabii meseleyi: Hakim, hakim değil! Ancak önceki metinlerden kopyala-yapıştır yaparak karar yazabiliyor. Bizzat şahidim, duruşma öncesinde onu bile yapamıyordu az kalsın. Metni kopyaladı, yapıştıracak yeri aradı iki saat. Neyse ki, katip imdadına yetişti de halletti. E durum böyle olunca, beklenmedik en ufak bir değişiklik talebinde şaftı kaymış arabaya dönüyor haliyle.
Buyurun siz benim yerimde olun da yargının şu durumuna yanmayın.
Bir başka olay…
Hakim duruşma salonunda kahvesini içerken, katip bir dosya getirdi, hakime uzattı ve ayrıldı. Dosyanın kapağını açtığında hakimin yüzünde bir tebessüm belirdi. “İşte biz bunlar için varız” diye mırıldandı. Dosya, AKP Milletvekili Ravza Kavakçı Kan’ın ABD’deki 155 bin dolar eğitim ve yaşam masraflarını İstanbul Büyükşehir Belediyesi’ne ödettiği haberinin tekzibine dairdi.
Bu sırada hakimin cep telefonunda Dombıra müziği çalmaya başladı. Hakim, “Alooo” diyerek telefonu açtı, “Aleykümselam Sayın Savcım” diyerek devam etti. “Tamam, elimdeki şu dosyanın talimatını verip hemen geliyorum… yok yok, uzun sürmez, bir dakikalık iş. Bizim belediyenin Ravza Hanım’ın Amerika’daki eğitim masraflarını ödediğini ortaya çıkarmış da şu CHP’liler. Ona tekzip kararı vereceğim… Benim çekirdekten AKP’li olduğumu, bu belediyede yedi yıl avukatlık yaptığımı, AKP’nin kılına zarar vermeye çalışanın ocağını dağıtmaya yeminli olduğumu, atı alanın Üsküdar’ı çoktan geçtiğini ve yargıda dönüşümün tamamlandığını ne bilecekler saflar… Neyse hemen geliyorum, konuşuruz” dedi ve telefonu kapattı. Katibi çağırdı, “Hemen tekzip talebinin kabulüne dair kararı yazın” diye talimat verdi ve duruşma salonundan çıktı.
Buyurun bu beyefendinin hakim mi yoksa ‘kürsü işgalcisi” mi olduğuna siz karar verin? Kendimi ‘işgale uğramış vatan’ gibi hissetmekte haksız mıyım?
Nerede benim sahiplerim?
***Mutluluk, adalet, özgürlük, hukuk, insanlık ve sevgi paylaştıkça artar***