Geçtiğimiz Eylül ayında New York’ta Türkevi binası Cumhurbaşkanı ve AKP Genel Başkanı Recep Tayyip Erdoğan tarafından törenle açıldı. Lale şeklinde inşa edilen 36 katlı gökdelen yaklaşık 300 milyon dolara mâl olmuş. Açılıştan sonra AKP Genel Başkan Yardımcısı Özlem Zengin’in Türkevi binasının fotoğrafını Twitter’dan paylaşıp “500 Yıllık Türk Dış politika tarihinin en önemli günlerinden bir tanesi…” diye bir yorum yazması tartışmaları da beraberinde getirdi.
Ortada büyük bir rakam ve tarihi bir iddia var. Şüpheli veriler açıklandığında ikna olmayanlar “İstatistikler yalan söylemez, istatistikçiler yalan söyler!” cümlesini sık sık tekrarlarlar. Konu eğer tarihse bu cümle “Tarih yalan söylemez, tarihçiler yalan söyler!” şekline bürünür. Rakamlarla gelişi güzel oynayarak yalanlarına destek yapanlar için ise “Rakamlar yalan söylemez, yalancılar rakam söyler!” denilir.
Batı dünyasının “Muhteşem” olarak adlandırdığı, bizim ise kısaca “Kanuni” olarak andığımız I. Süleyman bundan tam 500 yıl önce, 1520 yılında Osmanlı tahtına çıkmıştı. 1521 yılında Belgrad’ı fethetmiş, 1529’da ise Viyana’yı kuşatmıştı. Tahtta bulunduğu 46 yıl boyunca Osmanlı İmparatorluğu 622 yıllık ömrünün en şaşaalı yıllarını yaşadı. Bu dönemin en bilinen olaylarından birisi, esir düşen Fransa Kralı’nın annesinin oğlunu kurtarması için Kanuni’den yardım istemesidir.
Aslında Erdoğan’ın ABD ziyaretinin en önemli gündem maddesi ABD Başkanı Biden ile görüşmeydi. Büyük umutlarla yola çıkılmasına rağmen Erdoğan umduğunu bulamadı. Ne heyetler halinde, ne de başbaşa bir Erdoğan-Biden buluşması oldu. Erdoğan bu durumdan rahatsız olduğunu dönüşte yaptığı açıklamalarla ortaya koydu. Karşımızda, 500 yıl önce Fransa kralının annesi tarafından kendisinden yardım istenen Kanuni’den, görüşme isteği ABD Başkanı tarafından kabul görmediği için sitem edip tepki gösteren Erdoğan’a uzanan ilginç bir tablo var. Aralarındaki boşluk 36 katlı bir gökdelenle dolduralamayacak kadar derin.
New York’taki Türkevi gökdeleni konusu kapanmadan gündeme başka bir gökdelen haberi daha düştü. İstanbul Ataşehir’deki Uluslararası Finans Merkezi’nde Merkez Bankası için 310 metre yüksekliğinde bir yönetim binası inşa edilecek. Bina bittiğinde Avrupa’nın en yüksek binası olacakmış. Binanın projesi sessiz sedasız sarayların mimarına, yapımı ise yandaş bir şirkete verilmiş.
Bir bina, ne kadar muhteşem olursa olsun, bir ülkenin iç veya dış politikasında ne kadar ağırlığa sahip olabilir? Mimari ile siyaset arasında nasıl bir ilişki bulunmaktadır? Mimarlar ile siyasetçiler arasında nasıl bir bağ vardır? İktidarlar ile binaların yolu nasıl kesişir? Mimari ve İktidar ilişkisinin psikolojik ve sosyolojik arka planında neler yatmaktadır? İktidarlar mı mimariyi, mimarlar mı iktidarı kullanırlar? Mimari tamamen sanat ile bağlantılı olup aslında apolitik yani politika dışı mıdır? Yoksa tam tersi midir?
Bu sorulara cevap arayan en dikkat çekici çalışma mimari eleştirmeni Deyan Sudjic imzasıyla 2005 yılında “The Edifice Complex: How the Rich and Powerful Shape the World” (Gösterişli Yapı Kompleksi: Zengin ve Güçlüler Dünyayı Nasıl Şekillendiriyorlar) adıyla yayınlandı. Sudjic bu kitabında mimarlığın büyülü cazibesi ile iktidarlarını ve kişisel egolarını parlatmak isteyen diktatörleri, otokratları anlatıyor. Sudjic bu eseriyle litaratüre “Edifice Complex” yani “Gösterişli Yapı Kompleksi” dediğimiz terimi de kazandırdı. Kısaca buna, siyasetçilerin devasa, anıtsal, büyük ve gösterişli yapılar ve binalar inşa ettirme kompleksi ya da takıntısı diyebiliriz.
Gösterişli Yapı Kompleksi teriminin ilk kullanılmaya başlanmasının tarihi ise 1970’lere, Filipinler’e dayanıyor. Filipinler, 1965-1986 arası Ferdinand Marcos’un yolsuzluklar ve baskılarla dolu yönetimiyle idare edildi. Tek adamlık, sıkıyönetim, muhaliflerin baskı altında tutulması, yolsuzluklar ve işkencelerle anılan bu dönem Kleptokrasi’nin tipik bir örneğiydi. Kleptokrasi, bir ülkede iktidarı ele geçiren bir ailenin ya da siyasal veya dini grubun, o ülkenin kaynaklarını sistemli olarak soymasıdır. Yani kısaca “Hırsızlar Rejimi” anlamına gelir.
Ferdinand Marcos’un eşi İmelda Marcos’un inşaatlara karşı zaafı vardı. İmelda Marcos, yabancı kredilerle kamu tarafından finanse edilen inşaat projelerini siyasi propaganda ve seçim malzemesi olarak kullanırdı. Bu projeler içeride ve dışarıda Filipinler’in ilerlediği ve geliştiği izlenimi oluşturulmasına hizmet ediyordu. Ferdinand-İmelda çifti 1986 yılında ülkeden kaçmak zorunda kaldıklarında yaklaşık 10 milyar dolar çalıp arkalarında da büyük bir borç yükü bırakmışlardı.
Deyan Sudjic, 2008 yılı sonbaharında Moskova’da düzenlenen bir sergiye “Totaliter Sanat Uzmanı” olarak edildiğinde Nezavisimaya Gazeta muhabiri kendisiyle siyasetin ve siyasetçilerin mimarlık üzerine etkisi hakkında bir röportaj yapmıştı. Sudjic’e göre, apolitik mimari diye bir şey yoktur. Mimari üç balinanın arasındadır: Sanat, iktidar ve para. İktidarlar ile mimari arasındaki sadece bir mücadele değil, aynı zamanda yardımlaşarak birarada yaşama diyebileceğimiz bir simbiyoz bulunmaktadır. Mimari ve iktidarlar arasındaki bu ilişkideki denge totaliter veya otoriter yönetimler söz konusu olduğunda iktidarlar lehine bozulmakta, mimari ve mimarlar iktidarların siyasi emellerine alet olmaktadırlar. Dudjic’e göre, diktatör-megalomanlar, otokratlar vb. kafalarındakini hayata geçirmek için, politik görüşlerinden bağımsız olarak mimarlara, onlara küçümseyici bir hoşgörüyle bakan liberal demokrasilerden daha fazla imkânlar vermektedirler.
Özellikle de totaliter ve otoriter baskıcı rejimler mimariden büyüklüğüyle insanları şaşkına çevirecek anıtsal eserler ortaya koymalarını ister. Tarihe baktığımızda Sudjic’i destekleyen bir çok örnek verebiliriz. Hitler’in, Mussolini’nin, Stalin’in, Saddam’ın ve daha bir çok diktatör, otokrat veya baskıcı liderin mimari ile özel ilgilendiğini görmekteyiz. Saydığımız bu isimlerin özel mimarları kendilerinden istenilen gösterişli anıtsal yapılar planlamış ve inşa etmişlerdi. Mimarinin yapı inşasında gözettiği “sağlamlık-fayda-estetik” üçgeninin en tepesine bu isimler özenle “propaganda” ögesini yerleştirmişlerdi.
Moskova’daki “7 Kızkardeş” olarak adlandırılan birbirinin benzeri 7 gökdelen Stalin döneminde işte böyle bir mantıkla inşa edilmişti. Devasa yapılarla kişiliği bastırma, rejimin gücüne saygı oluşturma, rejime aidiyeti güçlendirme, diğer rejimlerle rekabette silah olarak kullanma ve iktidarın gücünü sergileme amacı güdülüyordu. Stalin sadece Moskova ile yetinmemiş, bu gökdelenlerin aynısından Polonya’nın başketi Varşova’ya da bir tane diktirmişti. Görünüşte yapılan Varşova’ya armağandı ama asıl amaçlanan Polonya halkının Sovyet idaresi karşısındaki direncini kırmak, bağlılığını artırmak ve baskıyı her gün hissettirmekti.
Sovyetler Birliği’nin Küba’nın başkenti Havana’ya 1978-1987 arasında diktiği devasa Büyükelçilik binası da yine bu mantığın eseriydi. Şimdilerde Rusya’nın Havana Büyükelçiliği olarak hizmet eden bu binaya uzaktan bakıldığında adeta kabzasından tutulup yere yarısına kadar saplanmış bir kılıcı andırmaktadır. Sovyetler Birliği ile ABD arasında 1962 yılında yaşanan “Füze Krizi” ile tamamen Moskova yörüngesine giren Küba’ya dikilen bu bina ile hemen karşıdaki ABD’ye sembolik bir mesaj verilmekteydi: Kılıcımızı sapladık, sonsuza kadar buradayız! Kimilerine göre bina uzaktan bir şırıngaya da benzetilmektedir. Sanki Küba’ya Kapitalizm karşıtı Sosyalizm aşısı yapan devasa bir şırıngadır. İngiliz “The Telegraph” gazetesi 5 Ağustos 2018’de bu bina hakkında “Kılıca, şırıngaya benzetilmiş. Biz Transformers’tan çıkmış bir şeye benzediğini düşünüyoruz” yorumu yapmıştı. İngiltere-Rusya arasındaki sorunlu ilişkileri hatırlayınca, her ne kadar açıkça yazmasalarda, Transformers filmindeki kötü robotlar olan Desepticon’ların lideri Megatron’u ima ediyor olmalıydılar.
İktidarlar ile mimari arasındaki ilişkiye ilginç bir katkı veren bir başka çalışma ise Cyril Northcote Parkinson’un “Parkinson’s Law: The Pursuit of Progress” (Parkinson’un Yasası: Gelişme Arayışı) adlı kitabıdır. Parkinson kitabında gözlemlerine dayanarak oluşturduğu ve kendi adını verdiği dizi insan verimliliğine dair kuralları inceler. Bunlardan en bilineni “Bir işi bitirmek için ne kadar süreniz var ise o işi bitirmek o kadar zaman alır” kuralıdır. Kitabında aslında çok dikkat çekmeyen ama konumuzla, yani mimarlıkla doğrudan bağlantılı bir bölüm de bulunmaktadır.
Parkinson, büyük şirketlerdeki verimsizlikleri ve bürokratik saçmalıkları incelerken, şirketlerin kendilerine gösterişli yönetim binaları yaptırdıktan kısa süre sonra güçlerini kaybettiklerini farketmiş. Sadece şirketler değil, tarihte çok önemli devletlerin ve iktidarların en güçlü zamanlarda inşa ettirdikleri gösterişli yapılar aslında güçlerinin ve iktidarlarının zayıfladığı dönemin işaretleri olmuş. Parkinson kitabında bu görüşünü destekleyen bir çok devlet ve iktidardan örnekler veriyor. Mesela, Havana’daki büyükelçilik yapıldıktan 4 sene sonra SSCB tarihe karıştı. Bizim tarihimizden de verilebilecek örnekler var. Osmanlı İmparatorluğu yüksek maliyetlere katlanarak görkemli saraylar yaptırdıktan sonra tarihe karıştı. Bu saraylar yapıldığında Osmanlı için Avrupa’da artık “Hasta Adam” benzetmesi yapılıyordu.
Parkinson’un ileri sürdüğü kural çok basit: “Bir kurum veya kişi gösterişli bir yapı yapmak için esas işinden zaman bulup meşgul olabiliyorsa, bir şeyler ya ters gitmiştir ya da ters gidecektir.” Sudjic ise bu konuda “Eğer küçük ülkeler anıtsal mimari projelere büyük paralar harcıyorlarsa, bu onların politik rejimlerinin içeriden duyduğu güvensizliğinin işaretidir” diyor. Hem Parkinson hem Sudjic’e göre, iktidarlar mimarlıkla ilgilenmeye başladıklarında zaten ulaşabilecekleri en yüksek zirveye gelmiş oluyorlar çoğunlukla. İçgüdü ve egoları piyasadan, dünyadan ve siyaset sahnesinden çekilmeden önce hep konuşulacak, itibarlarını görünür ve ebedi kılacak gösterişli binalar yapma hevesine kapılıyorlar. Çoğu zamanda keyfini tam süremeden tarihe karışıyorlar.
Toparlayacak olursak, Erdoğan’ın inşaat projelerine yaklaşımını sadece Belediye Başkanlığı döneminden edindiği alışkanlıkları ya da adrese teslim ihaleler yoluyla kendisini, ailesini ve bir avuç yandaşını zengin etme isteğiyle açıklamak eksik kalacaktır. Harıl harıl yapılan saraylar, gökdelenler, kanallar, köprülerin psikolojik ve sosyolojik tarafını da dikkate almamız gerekiyor. Erdoğan da tüm kendisine benzeyen siyasiler gibi aynı kaderi yaşayarak kaçınılmaz sonuna doğru ilerliyor.
Yeri gelmişken tam burada bir rüyadan bahsedelim. Rüyayı gören Recep Tayyip Erdoğan. Görüldüğü tarihte daha AKP kurulmamış bile. Rüyayı anlatan, gazeteci Ahmet Takan köşesinde Erdoğan’ın rüyasını “Dün, sarayda çok konuşulan o rüya!..” başlığıyla 18 Nisan 2017’de yayınlamıştı. Anlatılanlara göre, Erdoğan, rüyasında büyük bir saray yapmış ve o saraya arkadaşları ile birlikte yerleşmiş. Son tuğlayı koyarken saray bir anda yıkılmış ve arkadaşları ile birlikte altında kalmış. Erdoğan bu rüyasına o zamanlarda güvendiği isimlerden yorum istemiş.
Rüyayı nasıl yorumladılar bilmiyoruz. Saray yapıldı. Bir tane de değil. Beştepe bitmiş gibi görünüyor ama Marmaris’teki Yazlık Saray ile Ahlat’taki sarayın yapımı devam ediyor. Hatta, rivayet o ki, gördüğü rüyadan çok etkilenen Erdoğan’ın saray inşaatlarını bitirmediği, bitmiş görünenler de bile bir takım inşaatlar yaptırdığı iddia ediliyor. New York’ta olduğu gibi, gösterişli yapı kompleksi ülke sınırlarını da aşmış durumda.
İlhami Okut / Aktif Haber
***Mutluluk, adalet, özgürlük, hukuk, insanlık ve sevgi paylaştıkça artar***