YORUM | PROF. MEHMET EFE ÇAMAN
Türk tarihinde, Türkiye Cumhuriyeti de dâhil, “Türklerin” kurduğu devletlerin güçlü olduğu söylemi sıklıkla geçer. Günlük siyasi dilde de devlet yöneticileri devletlerinin gücünü vurgulama gereği hisseder. Türkiye vatandaşları, “güçlü Türk milletinin” kurduğu “güçlü imparatorlukların” son derece geniş coğrafyalara yayılmış olmasıyla iftihar etmeye programlanmıştır. Okul müfredatları ve ders kitapları, ilkokulda, ortaokulda ve lisede güçlü devlet imajını ve mitini, devleti kutsayan Türk-üstünlükçü ideolojinin ana taşıyıcılarından biri olarak genç beyinlere endoktrine etmekle görevlendirilmiştir.
Güçlü devlet Türk devleti tarafından nasıl anlaşılıyor?
Max Weber gücü “başkalarına kendi irademizi dayatmak” olarak tanımlıyor. Siyaset bilimi de güç olgusunu Weber gibi, “başkalarına istediğimizi yaptırtma ya da istemediğimizi yaptırtmama kapasitesi” olarak tanımlıyor. Bu tanım genelde devletin uluslararası ilişkiler aktörü olması bağlamında kullanılıyor.
Türkiye’de devletin gücünden kastedilen tam da budur. Buna göre Türk devletinin güçlü olması, başkalarına kendi iradesini dayatabilme kapasitesi olarak anlaşılır. Bu Osmanlı İmparatorluk geleneğinden devralınmış bir miras biraz da. Türkiyeli Osmanlı tarihçileri Osmanlı İmparatorluğu’nun dönemlere ayrılarak incelenmesinde bu güç paradigmasını temel almışlardır. Buna göre, İmparatorluk genişlediği oranda güçlüdür. Bu güç, sağlıklı olma emaresidir. Yükselme döneminin temel ölçütü devletin sınırlarını genişletmesidir, yani fetihlerdir. Bu elbette askeri başarılara bağlıdır. Bu bağlamda devletin gücü denildiğinde, onun orduları vasıtasıyla rakip devletleri savaşlarda yenmesi ve onların topraklarını ele geçirmesi anlaşılır.
Bu çok da yeni veya devrimci bir yorum değil. Yani yazdığım şey, literatürde üzerinde çok büyük oranda hemfikir olunan bir yaklaşımın yansıtılması sadece. Osmanlı İmparatorluğu’nun yöneticileri de başarı ölçütü olarak işte bu katı gücü anlıyorlardı. Osmanlı elitleri – Saray ve çevresi (bürokrasi), askeri sınıf, ilmiye sınıfı – devletin sağlıklı olma durumunu bu katı güce göre tanımlıyorlardı. Katı gücün göstergesi, devletin genişlemesiydi. Bu bağlamda güçlü devlet, sadece büyük devlet değildi. Aynı zamanda büyümekte olan – büyümesi süreklilik ihtiva eden – devletti. Büyümekten anlaşılan, daha önce işaret edildiği üzere, sınırların genişletilmesi ve genişletilen sınırların dâhilindeki toprakların elde tutulmasıydı. Devletin gücü buna endeksliydi. Bunları yapabildiği sürece Osmanlı İmparatorluğu öz algısına göre güçlü devletti.
Bu yaklaşım mantıksal olarak beraberinde güçsüzlük tanımının da bu paradigmaya göre yapılması sonucunu dayatıyordu. Aksi mantıklı olmaz zaten. Şöyle ki, eğer güçlü olmak yayılmak ve fethedilen toprakların elde tutulabilmesi olarak tanımlanırsa, güçsüzleşmek de bu sürecin aksi yönde işlemeye başlaması olarak anlaşılmak zorundadır. Böylece Osmanlı İmparatorluğu sınırlarını genişletememeye başladığında, buna Osmanlı tarihçileri duraklama dönemi adını verdi. Öyle ya, her şey genişlemek ve güç korelasyonuna bağlıydı. Akabinde, genişleme durduktan bir süre sonra, toprak kayıpları ve küçülme (büzülme) başladı. Bu da hem Osmanlı elitlerince, hem de aynı paralelde olguları okumaya şartlandırılan Osmanlı tarihçilerince gerileme olarak okundu. Devlet artık güçsüzleşiyordu.
Fakat genişleme ya da genişleyememe olguları neye bağlıydı? Bu olguların belirleyicisi neydi? Bu soru analitik bir sorudur ve otomatikman bizi tek bir kuruma götürür: Ordu.
Ordunun işlevi savaş kazanmaktı. Osmanlı ordusu savunmaya yönelik bir ordu değildi. Genişlemeye yönelik görev atfedilen, işlevi toprak fethetmek olan bir kurumdu. Çünkü devletin altyapısal varlığı – ekonomik-finansal kaynakları – toprak genişletmeye ve bu sisteme entegre bir yağmalama-vergilendirme dinamiği içermekteydi. Ordunun yürütülmesi ekonominin konusudur. A noktasından B noktasına hareket ettirilen on binlerce asker ve savaş malzemeleri, maddi (ekonomik) bir sorun teşkil eder. Genişleme bir momentumdur ve süreçtir. İlerleme, genişlemek olarak anlaşıldığında, genişlemenin ekonominin çarklarını çeviren en önemli kaynak olduğu gerçeği ortaya çıkar. Buna göre, Osmanlı İmparatorluğu devletin – ordusunun ve bürokrasisinin – finansal istikrarını koruyabilmek için genişlemeye devam etmek zorundaydı.
Eğer devletin ekonomi motoru genişlemek ise ve ordu da bu genişlemeyi yapan güç ise, devlet ordudur. Osmanlı devletinin ana nüvesi orduydu. Devleti kontrol etmek orduyu kontrol etmekten geçiyordu. Diğer bir ifadeyle devlette iktidar, orduya bağlıydı. Çünkü sultanın başarısı, ordunun savaşlardaki başarısıyla ölçülüyordu. Bugün de tarihçiler Osmanlı tarihine baktıklarında, değer atfettikleri padişahların büyük askeri başarı dönemlerine denk gelmiş monarklar olduğu görülecektir. Genişleme döneminin sultanları, bu tarih yazımında iyi devlet adamlarıdır. Duraklama ve özellikle gerileme döneminin sultanları, devletin çöküşüyle sorumlu tutulan günah keçileridir.
Oysa ordunun başarısı, belirli faktörlere bağlıydı. Savaş iki veya daha fazla devlet arasında gerçekleşir. Bir devletin ordusunun güçlenmesi, güç dengesini bozar. Dolayısıyla da diğer devletin ordusunun zayıflaması gerçeğini ortaya çıkartır. Bu sıfır toplamlı bir oyundur.
Osmanlı ordularının zayıflaması olgusunu bu bağlamda tersten okuduğumuzda, gerçek şudur ki, ordunun zayıflamasının nedeni, Avrupa orduların güçlenmesi – rakip devletlerin askeri gücünün artmasıdır. Peki, bu askeri güç değişiminin ana nedeni neydi? Ekonomi ve bilimde-teknikte ilerlemeler. Osmanlı durduk yere gerilemedi. Batı ilerledi, Osmanlı durdu, ilerlemedi. Bu, trenin hareket etmesi ve istasyonun geride kalması durumu ile benzerlik gösterir. İstasyon geriye gitmez, tren ilerler. Osmanlı gerilemedi, Batı ilerledi. Bu ilerlemenin temelinde ise ekonomik dinamikler, bilim ve teknikte yaşanan devrimsel gelişmeler ana rolü oynadı.
Osmanlı’da tek süreklilik ihtiva eden devlet taşıyıcısı kurum orduydu. Bilim ve teknikte görece geride kalmış olmak, orduyu vurdu. Devletin ekonomisi de ordunun başarısına endeksli olduğundan, büyük bir kısırdöngü baş gösterdi. Devletin kasasına giren para azaldı, bu devleti daha da zayıflattı. Bu yeni durum savaşlarda daha az başarılı olma durumunu beraberinde getirdi.
Güçlü devlet Osmanlı’da da, Cumhuriyet döneminde de yanlış anlaşıldı. Öncelikle yayılmacılık yerine üretimi önceleyen, sermaye birikimine olanak tanıyacak özgürlükleri ve güvenceleri sağlayacak bir hukuk sistemi gerekmekteyken, bu konu on dokuzuncu yüzyıla kadar fazla önem atfedilen bir mesele olmadı. Bilimsel ve teknik ilerlemelere kapı aralayacak eğitim hamlesi – mesela kamusal eğitimin devlet okulları aracılığı ile ülke sathına yayılması – ve müfredatın reforme edilerek çağcıl bilimsel seviyenin öğrencilere öğretilmesi, konu dahi edilmedi. Palyatif reformlarla sadece orduyu ıslah etmeye yönelik yüzeysel eğitim hamleleri yapıldı, ama bunlar çok cılızdılar. Böylece devleti güçlü kılacak ve gücü farklı tanımlamayı sağlayacak zihinsel dönüşüm de haliyle gerçekleştirilemedi. Gerçekleştirilmeyi geçelim, Cumhuriyet’e dek bu konuda hastalığa teşhis bile konamadı.
Bu noktaya dek devletin gücü nasıl yanlış anladığını anlattım. Şimdi şunu konuşalım: Bir devleti gerçekten güçlü yapan nedir? Bir devlet nasıl güçlü olur?
Öncelikle şunu saptamak gerekiyor: Güçlü devlet, sürekliliği olan bir kurumsal yapıya sahip devlettir. Kurumsal yapı sadece ordu olamaz. Efektif bir bürokrasi elbette gerekli, bunu yadsıdığım yok tabii. Ancak önemli olan güçlü bir hukuksal sistemin, güçlü bir finansal sistemin, özgür bir pazar üzerine kurulu, otonom hareket kabiliyeti olan güçlü bir üretim sisteminin, bilim üretme kabiliyetinin, bilimi tekniğe dönüştürme kapasitesinin ve olanağının olması vazgeçilmezdir. Tüm bu kapasite birikimini ekonomi döngüsüne enjekte edebilmek ve artı değere dönüştürmek, devleti güçlü kılar. Dahası, tüm bunların merkezinde devletin hizmet edilen değil, hizmet eden konumuna geri çekilmesi lazımdır. Bu da hesap verebilir ve şeffaf, gücü sınırlandırılmış ve tabana mümkün olduğunca yayılmış bir devleti gerekli kılar.
Bu bahsettiğim devlet modeli, kişilerden bağımsızdır. A lideri veya B lideri fark etmez. Önemli olan sistemdir. Dahası, bu devlet modelinde kuvvetler – yürütme-bürokrasi, bağımsız mahkemeler, parlamento – ayrılmıştır ve yürütme-bürokrasi diğer erklerin alanına müdahale edememektedir. Bu durumda, sistem içi denge ve fren mekanizmaları oluşmaktadır. Yazılı kanunların – anayasa ve altındaki yasaların – hukukun üstünlüğünü sağladığı, yürütme erkinin başında olanların da hukuk karşısında eşit vatandaş olduğu bir yapı söz konusudur. Bu tür bir devlette kült liderlere ve devlet ideolojisine yer yoktur. Çünkü eğer bir kült gerekiyorsa, bu devletin sağladığı hak ve özgürlükler, anayasal düzen ve sağladığı refah toplumudur. Bu devlet tarihi manipüle etmez, herkesin kimliğine saygı gösterir. Sekülerdir ve tüm dini/ideolojik yönelimlere nötrdür. Bu devlet bir dinin, mezhebin veya ideolojinin enstrümanı değildir. Hakemdir ve herkesin devletidir. Dahası, bu devlet bir mit değildir. Kutsallığı yoktur. Hatalardan da münezzeh değildir. Hatalar bu devleti yöneten iktidarlarındır ve onlardan da hesap sorabilecek bir sistem vardır.
Bu tür bir devlet, gerçekten güçlüdür. Gücü orduya ya da genişlemeye dayanmaz. Vatandaşının memnuniyetine ve mutluluğuna dayalıdır.
Şimdi soruyorum: Bugün vatandaşı olduğunuz Türkiye Cumhuriyeti, güçlü bir devlet midir?
Kaynak: Tr724
***Mutluluk, adalet, özgürlük, hukuk, insanlık ve sevgi paylaştıkça artar***