YORUM | PROF. MEHMET EFE ÇAMAN
Balkonuma konup beni ziyaretiyle onurlandıran, masmavi bir kestane kargası, kestane kargasının ne olduğunun bile bilinmediği bir diyardan, Anadolu’dan bir haber getirdi üzülerek. Dördüncü evre kanser hastası Ayşe Özdoğan’a ne olduğunu anlattı. Nasıl olurdu da, mahkûm olduğu zindanın avlusuna kumru, martı, saka, karga, serçe ve güvercin bile konmayan Ayşe Özdoğan, sadece Kuzey Amerika’da yaşayan bir kuş türü aracılığıyla bana bir haber yollayabilirdi? Bu kuşu kim görevlendirmişti? Bu kuş kimin elçisiydi? Neden bir “teröristten” bir “vatan hainine” haber getiriyordu? O kim oluyordu ki? Kendisini ne zannediyordu? Bize bir mesaj vermek istediği kesindi. Ama mesajı neydi?
Kestane kargası başladı anlatmaya:
“Ben aslında senin düşüncelerinim, aklının gölgede kalan kısmıyım, sana senin neden Ayşe Özdoğan hakkında bir yazı yazman gerektiğini hatırlatmaya geldim, hepsi bu!”
İyi ama ben zaten yazacaktım, neden zahmet ettin?
“Eğer sen, ben olmadan yazsaydın, sadece dokunaklı kalbinin bir araya getirdiği duygulardan birkaç satır ve birkaç paragraflık kuru gerçek olacaktı yazında. Biraz hüzün ve gözyaşı, biraz kızgınlık, hepsi bu! Oysa ben, yazına tüylerimden mavi katmak istiyorum, kendi eşsiz mavimi Ayşe Özdoğan’a armağan etmek istiyorum. Çünkü onun bu renge griden ve siyahtan çok daha fazla ihtiyacı var!”
Sen nereden biliyorsun Ayşe Özdoğan kim, başına ne geldi, ona bunu kim, neden yaptı? Sen nereden biliyorsun, senin yaşam alanından binlerce kilometre ötede, umut çölü, vicdana aç, zalimlerin mazlumlardan daha kalabalık ve daha güçlü olduğu bir ülkede, kanserli, belki de ölüm döşeğinde olan zavallı bir kadına neler olduğunu?
“Ben senin bildiklerini biliyorum” diye yanıt verdi, bilmiş kestane kargası. “Senin yüreğinde hissettiklerin, ve milyonlarca insanın yüreğinde hissettikleri, kötülüklerin karanlığına ışık tutacak. Belki sen bazen üzüntünden, bazen de mantığının ve gözlemlerinin sana dikte ettiklerinden, kalbinden çok aklına ses veriyorsun. Ben sana kalbini hatırlatmaya geldim. Ben sana maviliğimin enginliğinde, gri gökyüzünün nasıl gün ışığına ve sihirli bir biçimde sapsarı güneşi masmavi gökyüzüne ve denizlere dönüşebileceğini hatırlatmak istiyorum. Altı yaşındayken, anneni özlediğinde ve gözünden bir damla gözyaşı aktığında, sana şarkı söyleyen ve yatılı okulun demir ranzalarından perdeyi aralayıp ona baktığın, sonra da gülümsediğin minik serçenin ruhuyum aslında!”
Ukala kuş, sanki beynime, yüreğime girmiş, aklına gelen her şeyi anlatıyor, konuşuyor, konuşuyordu: “Ya da arkadaşın Ayberk öldüğünde, Moda’daki camilerden birinde cenaze namazı kılınırken gözünü diktiğin, tabutun başucuna konan martıyım belki de!”
Allak bullak olmuştum. Bu kuş neydi, kimin nesi kimin fesiydi? “Sen misin bunları bana söyleyen, yoksa hayal gücüm mü?” diyebildim.
Kestane kargası: “Ne önemi var bunun? Ben burada olmasam, bunları aklına getirebilecek miydin sanki?”
Haklıydı. Ben ne kadar acizdim, oysa ne kadar bilgeydi! Onun hakkında ukala dediğim için suçluluk duygusu hissettim.
“Suçluluk duygusu hissetme. Sen yaptığın en ufak bir hatada suçluluk hissediyorsun. Senin gibi milyonlarca insan da aynı! Bu sizin zafiyetiniz. Oysa siz, hepiniz, hep birlikte, kararlılıkla haykırmalısınız: ‘Biz bir suç işlemedik!’, ‘Biz bu yapılanları hak edecek bir şey yapmadık!’ demelisiniz. Ayşe Özdoğan sizden bunu demenizi bekliyor. Alçakların yüzüne haykırmanızı, onların karşısında kararlı olmanızı, başınıza gelenleri herkese, tüm dünyaya duyurmanızı istiyor. En çok da kendi başına gelenleri! Ayşe Özdoğan, içinde onu sinsice kemiren kanserden korkmuyor, sizin sesinizin kısılacağından korktuğu kadar.”
Ne yapmalıyım, güzel kuş? Lütfen söyle bana. Ne yapmalıyız? Sesimizi nasıl duyuracağız? Biz o kadar güçsüzüz, karşımızdakilerse o kadar güçlüler ki!
“Bak sana bir sır vereyim mi? Ben sadece küçük, narin bir kuşum. Buna karşın en güçlü rüzgârlara, kuzey ayazına, açlığa, okyanusa, yırtıcı kuşlara ve diğer tüm tehlikelere karşı hala dik duruyorum. Yaşamam gereken hayatı yapıyorum, korksam da, beni korkutanlara korktuğumu belli etmiyor, böylece en azından onları mutlu etmiyorum.” Biraz durakladı. Belli ki bu anlattıkları onu hüzünlendirmişti. “Hepimiz doğuyor, yaşıyor, sonra ölüyoruz. Bu bizim gerçekliğimiz. Önemli olan, hayatı nasıl yaşadığımız. Ben sadece bir kuşum. Hayatımın işleyiş prensipleri oldukça basit! Günlük yemimi bulunca, birkaç damla da su içebiliyorsam eğer, benden mutlusu yok. Bir gün öleceğimi biliyorum. Ama bir kestane kargasına yaraşır biçimde öleceğim. Oysa siz insanlar için her şey bu kadar kolay değil!”
Neden?
“Bak anlatayım. Biz mavi kestane kargaları, birbirimize sizin yaptığınız gibi ihanet etmeyiz. Birbirimizi öldürmez, birbirlerimize eziyet etmeyiz. Birbirlerimizin canını yakmaz, birbirimizin yuvasını dağıtmayız. Civcivlerimizi annelerinden ayırmaz, yumurtalarımızı kırmayız.” Başını diğer yana, okyanusa çevirdi. Derin bir nefes aldı. Kuş olduğunu bilmesem, ağladığına yemin edebilirdim. Sonra kendisini toparladı, devam etti: “Siz insanlar, çok farklısınız. Biz açsak bu yem bulamadığımızdandır. Oysa siz açsanız, bu içinizden birinin diğerinin yemeğini çalmasındandır. Biz bazen birbirimizle kavga da etsek, bu en çok birkaç saniye sürer. Dişimizi etkilemek için yaptığımız bir ritüeldir aslında bu. Gerçek bir kavga bile denemez buna! Oysa sizler, birbirinize en kötü şeyleri yapar, sonra da hiçbir şey olmamış gibi çocuklarınızın başını okşar, ya da gece başınızı yumuşak yastığınıza kor, uyursunuz!” Bir süre sustu. Rüzgârı dinledi. Tüylerini pofuduklaştırdı. Sonra gözlerimin içine baktı: “Sizler iyilersiniz ve kötülersiniz. Bu çetrefil bir şey! Kestane kargaları hep aynı şekilde ölür. Oysa sizler, ya onurlu, ya da onursuz ölürsünüz. İnsan olmanın beraberinde getirdiği bir açmaz bu. Biz hep aynıyız. Kuşuz. Programımız belli. Hayatımız belli. Doğumumuz da ölümümüz de belli. Oysa siz insansınız. Kiminiz bunun hakkını verir, kiminiz ise var oluşuna ihanet eder.”
Bizi iyi tanıyorsun.
Kestane kargası verdiğim yanıttan memnun olmamıştı. “Önemli olan benim sizleri ne kadar iyi tanıdığım değil. Sizler kendinizi ne kadar tanıyorsunuz? Temel soru bu olmalı. Kanserli, ölüm döşeğinde olan, acı çeken, hem de somut bir suçu olmayan bir kadını, cümbür cemaat hapse tıkıp, sonra da hiçbir şey olmamış gibi hayatınıza devam edebileceğinizi mi zannediyorsunuz? Sanıyor musunuz ki, size hep mavi kestane kargaları gelecek ve hayattan, ölümden, insan olmaktan bahsedecek? Bir karar vermeniz gerekiyor. Ayşe Özdoğan son şansınız. Ya insan olmayı ve vaktiniz gelince insan olarak, ya da Ayşe Özdoğan ve diğerlerine eziyet eden, onların suçsuz yere özgürlüklerini çalan, onların yuvalarını yıkan, çocuklarını ağlatan, onların hastalanmasına ve ölmesine neden olan varlıklar olarak bu dünyaya veda etmeyi seçeceksiniz. Karar sizin!”
Mavi kestane kargası uçtu gitti, maviliklerde kayboldu. Oysa bana anlattıkları, sakince ama bilgece bana söyledikleri, burada, bir bilgisayar ekranında sanal bir görüntü olarak duruyor. Şimdi siz onun dediklerini okudunuz. Ayşe Özdoğan’a ve birbirinden farklı oranlarda ve türlerde eziyet görmüş milyonlara ne oldu, biliyorsunuz. Mavi kuşun mesajını da öyle! Elinizi vicdanınıza koyun ve sorun: Onun okuduğum yazıya kattığı maviliği görebilecek miyim?
Mavi kestane kargası bir özgürlük muştusu veriyor. Zalimlerden kurtuluş değil özgürlük. İnsan olmak, insan kalmak!
(*) Bu yazı Ayşe Özdoğan’a ithaf edilmiştir. “Yalnız değilsin Ayşe.”
Kaynak: Tr724
***Mutluluk, adalet, özgürlük, hukuk, insanlık ve sevgi paylaştıkça artar***