YORUM | PROF. MEHMET EFE ÇAMAN
İnsanların düşmanı olan devletin varlığını sorgulamayalım mı? Daha açık sorayım: İnsanına, yani kendi vatandaşına düşmanlık eden ve sonra da onlara düşman hukukunu reva gören bir devleti incelemeyeceksek, bu olaylardaki sistematiği, düzenliliği, örüntüyü görmezden geleceksek, ya da sümenaltı edeceksek, nasıl bakarız çocuklarımızın yüzüne? Ya sorarlarsa bir gün “Baba, anne, bunları gördün de, neden bir tepki vermedin” diye?
Bu topraklarda bir zamanlar milyonlarca vatandaşımız vardı, anadilleri Ermenice olan. 1915 yılında bir anda ortadan kayboluverdiler. Devlet, insanına “Onları göçe zorladık, ondan!” dedi. Toplum buna inandı, inandırıldı. Milyonlar… Kadın-erkek, yaşlı-genç, çocuk-bebek! Binlerce yıllık yurtlarından göçe zorlandı, yollarda sistematik olarak katledildi. Bir halk ortadan kaldırıldı. Yirminci yüzyılın Hitler Almanyasına “ilham veren” (!) ilk soykırımı böylece bugünkü Türkiye coğrafyasında, bugünkü Türkiye Cumhuriyeti’nin öncülü olan devlet tarafından, dahası Cumhuriyet’in İttihatçı alt kurucu kadrolarının bir bölümünün bilgisi, hatta katılımı ile gerçekleşti. Koskoca Cumhuriyet bu soykırımı lanetlemedi, bilakis örtbas ederek geçiştirmeye çalıştı. Böylece bir yap-reddet kültürü Cumhuriyet devlet mekanizmasının genetiğine işlendi.
Son 100 yıldır çeşitli bahanelerle Kürtleri Türk milliyeti içinde eritmeye çalışıyorlar. Varlıklarını reddettiler, köylerinin ve kasabalarının isimlerini değiştirdiler, doğan bebeklere kendi dillerinde ad verilmesini engellediler, anadillerinde öğrenim görmelerine, kitap basmalarına, hatta anne-babalarıyla konuşmalarına mani oldular. Erimemekte direnenleri ve yok olmaya karşı çıkanları hapishanelere doldurdular. Askerleriyle bastıkları Kürt köylerinde gariban insanlara kendi çocuklarının ve eşlerinin önünde – özür dileyerek açık yazıyorum – bok yedirdiler. Diyarbakır Cezaevinde ve diğer birçok zindanda insanları ağır işkencelerden geçirdiler. Onlara sabah akşam içtimalarda “Türk’üm-doğruyum” ve “ne mutlu Türk’üm” diye bas-bas bağırttılar, bu sloganları Kürtlerin tüm dağlarına yazdılar. Köyleri boşalttılar. İnsanların binlerce yıllık topraklarını – tarlalarını, bağlarını ve bahçelerini – ellerinden aldılar. Onları büyük kentlere göçe zorladılar. Onlara sadece ameleliği reva gördüler. Onların Türkçe konuşurkenki aksanlarıyla dalga geçtiler. Onları asimilasyona zorladılar. Varlığını ve kimliğini reddederek Türkleşen Kürtleri – asimilasyonu neticelenenlerini – ise mostralık olarak partilere, siyasete, orduya, devlete alıp, sonra da “Bakın bizim Kürtlerle sorunumuz yok; olsaydı bu insanların devlette ne işi olurdu!” dediler. Yap-reddet taktiğini geçtim, Kürtlerin varlığını bile reddetti bu devlet.
Zazaların yaşadıkları yerleri havadan bombaladılar, zehirli gazlarla zehirleyip topluca katlettiler. Kadın ve çocuklarını Batı illerine zorla sürüp, tarlalarda karın tokluğuna – yani köle olarak! – çalıştırdılar. Memleketlerinin Dersim olan adını Türkçeleştirip Tunceli yaptılar. Dillerini ve geleneklerini, ibadethanelerini ve mezheplerini gayrı kanuni hale getirdiler. İğrenç adlar takarak, ırkçı ve ayrımcı ifadelerle ve terimlerle onları aşağıladılar. Elbette, malumunuz, Dersim Katliamı devletçe reddedildi. Bugün kendisi Dersim kökenli olan ana muhalefet partisi genel başkanı Kılıçdaroğlu bile Dersim katliamı hakkında çıkıp iki kelime laf edemiyor. Ret kültürünün bundan kısa özeti olamaz.
Gün geldi, azınlıklardan farklı rayiçte vergi aldılar. Zaten Osmanlı tarihinde olmayan bir şey değil. Zimmîlerden alınan cizyenin esası bu eşitsizliğe ve ayrımcılığa dayanır. Yani Türk kültürüne yabancı bir mevhum değil, azınlıklardan farklı rayiçle vergi almak. İşin garabet yanı şudur ki bunu “laik” Cumhuriyet’in sözde “eşit vatandaşlığı” çerçevesinde yaptılar. Böylece Yahudi veya Hristiyan iş insanları, mal sahipleri, sermayedarları, orta sınıfları ellerinde birikmiş ne varsa yitirdiler. Bu gasp edilen – el konan – malları mülkleri “devletin kasasına” koyarken, insanlara vatan-millet-Sakarya diye nutuklar attılar. Okul çocuklarına sabahları okuttukları andımızın sesi, stadyumlara doldurup rap-rap yürüttükleri asker milletlerinin gençlerinin marşları, ucuz kasaba politikacılarının şirazesiz ve gaddar nutuklarının hoparlörlerde yaptığı cızırtılar, velhasıl gereksiz kurusıkı ne varsa kullanıp, hayatları ellerinden alınan perişan mağdurların ağlama seslerinin toplumdaki az sayıdaki vicdan sahibi insanın kulaklarına ulaşmasını engellediler. Kimse duymasın bilmesin. Olmuş bitmiş zaten, neme lazım! Ret kültürü saat gibi işliyordu.
Ve 5-6-7 Eylül 1955 geldi. Yunanistan’daki Mustafa Kemal Atatürk’ün doğduğu eve Batı Trakyalı bir Türk tarafından bomba koyduran Türk istihbaratı, daha önceden organize ve mobilize ettikleri radikal endoktrinizasyondan geçirilmiş kitleleri, İstanbul ve İzmir’de Rum ve kısmen Ermeni ve Yahudilerin yaşadıkları semtlere yönlendirip, korkunç bir Türk üstünlükçü nefret kalkışması başlattılar. “Yunanistan’da Atatürk’ün evine bomba koydular!” propagandasıyla harekete geçen kitleler, gayrimüslim azınlıkların iş yerlerini, dükkânlarını ve evlerini yağmalamaya, tarumar etmeye, yakıp yıkmaya başladı. Bu yağma ve kalkışmaya kolluk güçleri müdahale etmedi. Balıklı Rum Hastanesi verilerine göre 60 Rum kadına tecavüz edildi. Tecavüze uğrayan yüzlerce Rum kadın, utandıkları için doktora gidemediler, dolayısıyla sayıları hiçbir resmi veride mevcut değil. O yağmalarda binlerce Rum ve diğer azınlıklara ait işyeri yağmalandı, tahrip edildi, yakıldı. Yine binlerce eve zorla girildi, insanların malları ve mülkleri yağmalandı, eşyaları ve taşınır-taşınmaz malları tahrip edildi, evleri yakıldı. Almanya’da Nazi döneminde, 9 Kasım 1938’de Yahudilere karşı gerçekleşen Kristallnacht (kristal gece) pogromu örneği büyük bir pogromdu yaşanan. Bu korkunç dramdan sonra insanlar memleketlerine küstü. Tahta valizlerine koyabildiklerini koyup, “Ne haliniz varsa görün!” diyerek, sırtlarını doğdukları büyüdükleri ülkelerine döndü. Selanik’te Türk istihbaratının talimatıyla Atatürk’ün evine ses bombası koyan Batı Trakyalı Türk, sonradan vali yapıldı. Okul kitaplarında siz bu pogrom hakkında bir şey okuduğunuzu anımsıyor musunuz? Nasıl anımsayacaksınız ki? Olmayan bir şey hatırlanabilir mi? Ret kültürü hazır ve nazır!
Bir yerlerden tanıdık geliyor mu bu yaşananlar? Elinizi kalbinize koyun. Ve yanıt verin haydi!
Bugün Gülen Cemaati’nden – ya da diğer adıyla Hizmet Hareketi’nden – olanlara, olduğu iddia edilenlere, onunla bağlantılı olanlara, bağlantılı olduğu iddia edilenlere, ilintili olanlara, ilintili oldukları iddia edilenlere, yolu bir şekilde kesişenlere, yollarının bir şekilde kesiştiği iddia edilenlere zulmediliyor. Hedefe alınan bu insanları envai çeşit zulme uğrattılar. Sudan gerekçelerle gözaltına aldılar, Hisseli Harikalar Kumpanyası’ndan beter ettikleri “devletlerinin” sirke döndürülmüş “mahkemelerinde”, üçüncü sınıf vodvile çevirdikleri davalarda “yargıladılar”. Varlıklı olanlarının mallarına çöktüler, sonra ele geçirdikleri “ganimetleri” üleşen kırk harami gibi o malları pay ettiler. Zindanlarda insanlar amansız hastalıklara yakalandı, Haluk Hoca’nın önceden kendine olacakları haber verdiği gibi, bağıra bağıra can verdiler. Fiilen vatandaşlık haklarından mahrum ederek tutsak aldıkları garibanları karılarına ve kızlarına tecavüzle tehdit ettiler, kimi gariban tutuklu kadın üzerinde bu tehditlerini gerçek kılacak kadar alçaldılar ve insanlıktan çıktılar. Askere, polise, savcıya, hâkime, öğretmene, akademisyene, mühendise, doktora, hemşireye, yurt yöneticisine, bankacıya ve bankaya para yatırana, ev kadınlarına, kısır yapan kermes katılımcısına, dershane veya üniversite öğrencisine, aklınıza kim gelirse artık, işkence ve eziyet ettiler. İnsanların emekli maaşlarına, maaşlarına, sağlık sigortalarına, banka hesaplarına, taşınmaz mallarına çöktüler! Geçmiş zaman kullandığıma bakmayın; hala – ben şu an bu yazıyı kaleme alırken de bu işkence ve eziyetleri yapmaya devam ediyorlar.
Siz şimdi tabiatıyla kendinize sorup duruyorsunuz: Yahu bunca zulüm yapıldı, yapılmaya devam ediliyor. Ötesi berisi yok! Bebekler hapiste, hem de yüzlercesi. Hamile kadınlar sekiz aylık olana dek doktorsuz, yeteri kadar gıda alamadan, görüş ziyaretten mahrum zindanda kalıyor, yüz binlerce insan sudan sebeplerle tutuklu, yüz binlercesi KHK’lı! Peki, neden kimse sesini çıkarmıyor? Hiç mi iyi insan kalmadı bu ülkede, bu toplumda?
Cevap net. Ret kültürü.
Bakın şunu yazmadan bitirmek olmaz bu yazıyı: Tecrübelidir bu devlet. Acımasızdır bu kararları alanlar. Ve insanlar ret kültüründe doğmuş, büyümüş, yetişmiştir. Garipsemezler garipliklerini bu memleketin. Tarihleri budur çünkü! Bu nedenle mesele – sadece – Erdoğan değildir diyorum ya. Ne olur azıcık sesime kulak verin. Bu devletin pogromlarıyla yüzleşmeden, özeleştiri yapmadan, günahlardan arınmadan düzelme olmaz, olmayacak. İnsanına düşman olmayan devlete ulaşmak için bunu yapmak zorundayız. Bu devletin düşman hukukundan kurtulmak için bunu yapmak zorundayız!
Bu yazı 5-6-7 Eylül 1955’te devletlerinin sillesini, toplumlarının ihanetini gören gariban Rum ve diğer gayrimüslim kardeşlerime adanmıştır. Acılarının anısı önünde eğiliyorum.
Kaynak: Tr724
***Mutluluk, adalet, özgürlük, hukuk, insanlık ve sevgi paylaştıkça artar***