PORTRE | BÜLENT KORUCU
Türkiye’de din, hem bir iktidar alanı hem de diğer alanlardaki iktidar mücadelesinde mevzi kapma aracıdır. Bu durumu ortaya çıkaran Cumhuriyetin kurucu kadrosunun tavrıydı. Laikliği önce dini, hayattan sürüp çıkarmak, sonra da kontrol altına almak şeklinde anlayıp uyguladılar. Hedeflenenin tam aksi noktada bulunmamızın öncelikli sorumlusu onlar. Çoğu dindar olmamakla birlikte, dini serbestliği getiren sağ siyasetçiler de anomali durumun ikincil müsebbipleri. Oy karşılığı özgürlük oyununun kaçınılmaz sonucu, bağımlılığın sürmesini sağlayacak ölçüde verici olmaktı. Tahterevallinin diğer ucunda oturan Kemalist jakobenlerin varlığı ve yer yer ağırlıklarını koymaları anomaliyi büyüttü. Sağcı siyasetin pazarlık gücünü artırdı.
Halkla, CHP’nin temsil ettiği Kemalist Jakobenler ve sağcı politikacılar arasında bir santral kurum olarak Diyanet İşleri Başkanlığı (DİB) kuruldu. Tahterevallinin yönüne göre ağırlık merkezini değiştiren ama çoğunlukla bürokratik devletin yanında duran bir kurum. Tek Parti döneminin sonlarına kadar göstermelik yani yok dememek için inşa edilen Diyanet, Demokrat Parti (DP) iktidarıyla birlikte hayatiyet kazandı. “Cenazemizi kaldıracak imam kalmadı” yakınması ve yakınlaşmaya başlanılan Batı demokrasilerinin etkisiyle imam hatip kursları açıldı. 1949’da açılan kurslar, DP iktidarıyla birlikte imam hatip liselerine dönüştü. Bunların yüksek okul versiyonu ise Yüksek İslam Enstitüleri oldu. İHL’lerden mezun olup Enstitüleri bitiren ilk kuşaklar takip eden on yıllar boyunca dini hayatın direksiyonuna oturmaya çalıştı. İHL ve enstitü müdürleri aralarından seçildiği için inisiyatif hep ellerindeydi. Onlar da kendi içlerinde üç ana kola ayrıldı ve üç isimle temsil edildi: Tayyar Altıkulaç, Hayrettin Karaman ve Raşit Küçük.
Üçlü sacayağının kesiştiği ve ayrıştığı noktalar vardı. Siyaset ya da bürokrasinin güçlendiği dönemlerde bu isimlerden biri öne çıktı. Ancak son tahlilde Diyaneti ve onun insan kaynağı konumundaki enstitü ve ilahiyat fakültelerini birlikte yönettiler. Altıkulaç ve Karaman daha devletçiydi ve Cumhuriyet projesinin doğruluğuna inanıyordu. Tekke ve zaviyeler, yani tarikat ve cemaatlerin olmaması gerektiğini düşünüyorlardı; onların boşluğunu Diyanet ve ilahiyatlarla dolduracakları iddiasındaydılar. Raşit Küçük ise Milli Görüş çizgisine yakın, tarikat ve cemaatlerin kontrollü varlığını savunuyordu. Oportünist ve Makyavelist bir zihin yapısına sahip olan Karaman, iki uç arasında gelip gidiyor aynı zamanda iletişimi sağlıyordu. Siyasal İslamcı değildi fakat siyaseti, hedefe götüren bir araç olarak kullanmakta sakınca görmüyordu. Tarikat ve cemaatler ise bu ekibi, Teymiyyeci, selefi ve mezhepsizlik gibi ağır suçlamalarla hedef alıyordu.
27 Mayıs Cuntası, cumhuriyetçilerin ilk projesini revize etme ihtiyacı hissetti. Dini tamamen dışlama ya da yok saymanın imkansızlığını kabullendi ve Diyaneti güçlendirerek aktif kullanmaya karar verdi. 15 Ağustos 1965 tarihinde yürürlüğe giren 633 sayılı “Diyanet İşleri Başkanlığı Kuruluş ve Görevleri Hakkında Kanun” ile İslam dininin ahlâk alanı ile ilgili işleri yürütmek de DİB’in görevleri arasında sayıldı. “İslâm dininin inanç, ibadet ve ahlâk esasları ile ilgili işleri yürütmek, din konusunda toplumu aydınlatmak ve ibadet yerlerini yönetmek” şeklindeki tanım görev alanının alabildiğine genişlemesi demekti. Bugün tartışılan açıklamaları “kanunla verilmiş görev kapsamında” diye savunsalar haklı çıkabilirler.
70’li yılların ortalarına kadar kurumsal yapı tam oturtulamadı. Medreselilerin hem kadro hem üst yönetimdeki ağırlığı bunda etkiliydi. Mekteplilerin ilk kuşağı potaya girdikçe kurumsal yapı şekillendi. Önce 1975’te Diyanet Vakfı kuruldu. Bürokraside takıldıkları noktaları aşmanın arka kapısı ve önemli bir ekonomik güç merkezi haline gelecek olan vakıf, yeni dönemin habercisiydi. Yüksek lisans ve doktora bursu vererek bu alandaki çalışmaları ve çalışanları çatısı ve elbette etkisi altında toplamayı başardı. TDV İslam Ansiklopedisi Genel Müdürlüğü altındaki faaliyetler iyice büyüyünce 1988 yılında İslâm Araştırmaları Merkezi (İSAM) açıldı. DİB aslında buzdağının görünen kısmı diyebiliriz. Vakıf ve İSAM, akademik hayatta suyun başını tutarak, tekel olma mücadelesinde avantaj sağladı. Cemaat ve tarikatlarla aralarındaki çekişme, teolojik görünse de aslında güç ve iktidar mücadelesiydi. Bu kavgadan dolayı mı Teymiyyeci oldular, yoksa Teymiyyeci oldukları için mi kavga ettiler kısmı bence tartışma götürür.
Vakfın kuruluşunda da etkin rol alan genç bir isim 1978’de henüz 40 yaşındayken Diyanet İşleri Başkanlık koltuğuna oturuyordu: Tayyar Altıkulaç. 1971-76 yılları arasında başkan yardımcılığı dönemini de düşündüğümüzde, kurucu başkan Rıfat Börekçi olarak bilinse de bugünkü teşkilatın mimarı oydu diyebiliriz. Daire başkanlıkları ve yurt dışı yapılanması onun döneminde hayata geçti. Bakanlıklardan büyük bütçe ve kadronun yolu böyle açıldı.
12 Eylül 1980 Darbesinde cunta, pek çok kurumu lağvetti veya başkanını değiştirdi. Altıkulaç bu furyadan kendini ve kurumunu korumayı başardı. Topluma çekidüzen vermek için dinden daha fazla yararlanmayı aklına koyan cunta lideri Kenan Evren’in güvenini kazandı. İlahiyatlar ve DİB aracılığıyla dini hayatın kontrol altında tutulması hedefi, Altıkulaç ve birlikte yola çıktığı ilk mezunlar kuşağının önünü açtı. Diyanet ve ilahiyatlardaki kadrolarda tamamen tekelci bir konumdaydılar. Bilhassa cemaat ve tarikatların etkisini kırmanın kadrolaşmaktan geçtiğini düşünüp eleğin gözeneklerini alabildiğine sıkı tuttular.
Ali Erbaş’a gelinceye kadar başkan seçimlerinde Altıkulaç ve Karaman’ın etkinliği sürdü. Ali Bardakoğlu, ilk kuşağın ardıllarından biriydi. Mehmet Görmez, AKP’nin dönemsel pozisyonuna uygun biçimde hibrit bir yapıdaydı. Siyasetle bürokrasiyi, devletle AKP’yi, ilimle toplum mühendisliğini birlikte yürütmeye çalıştı. Ali Erbaş, Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan’ın ‘güç bende’ dediği dönemin ruhuna uygun bir isim. Tahterevallide ağırlık siyasetten yana olduğundan Başkan da tamamen siyasi bir figür. Elbette Altıkulaç’ın yerini Milli Görüş’e yakınlığı bilinen Raşit Küçük almış durumda. Bürokratik devlet etkin olduğunda Altıkulaç’a yakın oynayan Karaman ise şimdilerde Küçük’le mesafeyi azalttı. Daha doğru ifadeyle siyasete iyice yanaştı. Şimdi çok sayıdaki ilahiyatçı rektör başta olmak üzere din temelli her icraatın altında Küçük’ün silüeti beliriyor.
Altıkulaç’a dönelim: 1986’ya kadar sürdürdüğü görevin akabinde, alt kurum gibi görünen İslami Araştırmalar Merkezi (İSAM) başkanı oldu. Şimdi de vakfın kurduğu 29 Mayıs Üniversitesi mütevelli heyet başkanı olarak etkinliğini sınırlı biçimde sürdürüyor. 1995’te DYP, 2002’de ise AKP’den milletvekili seçilerek siyasette şansını denedi. AKP’nin kuruluşunda yer almasını Erdoğan özellikle istemişti. Siyasal İslamcı gömleğini çıkardığına toplumu ve devleti ikna edebilmenin araçlarından biri olarak Tayyar Hoca’yı önemsiyordu. Altıkulaç’ın, Erdoğan’a verdiği ikinci önemli destek 17-25 Aralık yolsuzluk soruşturmaları sonrasında çekilen bir fotoğraftı. İSAM’ın internet sitesi açılışı bahanesiyle Erdoğan’ın arkasında sıralandıkları kareyi kastediyorum. ‘Çalıyor ama çalışıyor’ zehrini dindarlara onlar servis etti.
2011 seçimleriyle artık kimseye ihtiyacı kalmadığını düşünen Erdoğan’ın yolunu ayırdığı kesimler ve isimler arasında Altıkulaç da vardı. Aslında Hoca da artık 2002’deki parti olmadığının farkındaydı ve orada kalmak istemeyecekti. Çok nadir kullandığı Twitter hesabını incelediğinizde bu uzaklaşma çabasını tespit etmek zor olmuyor. Mesela İHL sayılarının artmasını sevindirici bulmakla birlikte keyfiyetin kemiyete kurban edildiğini belirtiyor. “Konuşmaya sanki niyetimiz olmadığı anlaşılıyor. Birinci problem şu: Bu okulların hiç birinde Kur’an, Tefsir , Hadis… öğretmeni yok.” Hoca şaşırmış ama ben normal buluyorum. Bilgiden ziyade sloganın öne çıktığı siyasallaşma döneminde bu derslerin verilmesine Erdoğan gerek duymuyor.
Altıkulaç, siyasetin camiye girmemesi üzerine bir hayat kurmuştu. Şimdi bu hayalin yıkılışını uzaktan seyrediyor. Necmettin Erbakan’ı anma töreninin Eyüp Camiinde yapılmasına karşı çıkarak “Herkes için camide dini program yapılabilir. Bu bir siyasi kişi de olabilir. Ancak siyasi kişi için camide anma ve övme konuşmaları asla. Ülkemizde bir ilktir. Yanlış olmuştur” diye yazmıştı. “Araba saltanatı kompleksinden bütün bürokratların kurtulması gerekir. İtibarı Audi’de değil çarıklarımızla yaptığımız çalışmalarda arayalım” paylaşımı, bana Diyanet İşleri Başkanı’na tahsis edilen trilyonluk Mercedes’i anımsatıyor. Araç saltanatı eleştirisini bürokratlarla sınırlı tutmuyor, siyasileri de işin içine katıyor. ‘Zorlukları aşarken’ isimli hatırat kitabında uzun uzun örnek ve gerekçeleriyle anlatıyor.
Tayyar Altıkulaç, 1993’te Altınoluk Dergisine kurumun başından beri önünü tıkayan zihniyetin fotoğrafını çekmişti: “Diyanet’te hemen her gün yaşanan ve değişmeyen sıkıntı kanunla [Diyanet İşleri] Başkan[ın]a verilmiş olan yetkilerin siyasi makam tarafından kullanılmak istenmesinden kaynaklanır. (…) Dini otorite boşluğu kesin olarak var. Bunun önemli sebebi Diyanet’in siyasi iktidar emrindeki görünümü ve bazı çevrelerce bu durumun istismar edilmesidir” (“Daha yürekli bir Diyanet”, Altınoluk dergisi, sayı: 93, Kasım 1993, s. 20, 21).
Şimdilerde Erdoğan, Diyanet İşleri Başkanı’nın yetkilerini filan istemiyor; onu bir miting cazgırı gibi kullanıyor. Önümüzdeki seçimlerde Ali Erbaş, en çok yorulan ikinci isim olacak; AKP’li yöneticiler bile onun kadar sahada görünmeyecek. Altıkulaç, Erbaş portresi ve elbette onu Erdoğan’a öneren eski arkadaşları hakkında ne düşünüyor cidden merak ediyorum. Belki ilerde hatıratının yeni baskılarında paylaşırsa öğreniriz.
Kaynak: Tr724
***Mutluluk, adalet, özgürlük, hukuk, insanlık ve sevgi paylaştıkça artar***